Son günlerde Türkiye’yi meşgul eden olayların başında askerin siyasete müdahalesi geliyor. Gündemi de bu konu işgal etmiş durumda. Gazetelerdeki karşılıklı münazaraları okurken aklıma bir anda Türk askerinin tarihte ilk olarak karıştığı siyasi müdahale ile ilgili tarih kitaplarından okuduğum bir bölüm geldi. Bu vesileyle sizinle bunu paylaşmak istedim.
Zikredeceğim anekdot aslında, Türk askerinin siyasete müdahalesinin kadim bir gelenek olduğunu göstermektedir. Hatta bu adet hemen hemen Türklerin tarih sahnesine çıkışıyla eşdeğerdir. Bunu Abbasilerin son döneminde çok daha açık bir şekilde görmekteyiz.
Bilindiği üzere Abbasiler, Farslarla birlikte Emevi yönetimini ortadan kaldırdılar. Daha sonra Abbasi idaresini oluşturan Arap ve Fars unsuruna Türk unsuru da eklendi. Türklerin Abbasi yönetimi içinde rol almasında annesi Türk olan Sultan Mu’tasım’ın rolü çok büyüktür. Mu’tasım’dan sonra Türkler, Abbasi hilafeti ve saltanatının hakiki sahipleri haline geldi. Abbasiler’de sadece ismen halife sıfatını taşıdı. Memleketin idaresi Türklerin eline geçti.
Askeri bir yapıya sahip olan ve şehir hayatına intibak kuramayan Türkler için Abbasi sultanı Mu’tasım Bağdat’ın 100 km kuzeyinde bir şehir kurdu. Bugün Samerra olan bu şehrin adını Surre men reâ , Onu görenler sevinir adını koydu.
Türkler, o sıralarda, savaşçılık, yiğitlik, atılganlık ve daha başka üstün nitelikleriyle biliniyor, ayrıca yokluklara karşı dayanıklı olarak tanınıyorlardı. Bu sebeple el-Mu’tasım, Irak’ta, güçlü, boylu poslu ne kadar Türk kölesi genç varsa onları sahiplerinden satın aldığı gibi, Türkistan’dan da, onların başka soydaşlarını getirtmişti. Rivayete göre, Mu’tasım’ın ordusunda 70 bin paralı Türk asker oluştu.
Kaynaklarımızın birçoğunda yer aldığına göre Türk askerleri Medinetu’s-Selâm (Bağdat)’ın cadde ve sokaklarında at sürdüklerinden kimi zaman kadın, çocuk, yaşlı ve özürlü kimselere birden çarpıyor ve belki de onlardan bazılarının ezilmesine sebep oluyorlardı. Böylece, Türk askerlerine karşı, gerek asker ve gerekse halk kesiminden aşırı bir tepki oluştu. Bu olaylardan sonra Mu’tasım’ın Türk askerleri ve aileleri için Samerra şehrini kurduğu söyleniyor.
Abbasi Devleti içinde artık vazgeçilmez bir unsur halinde görev üstlenen Türk asker ve komutanları, o zamana değin yalnız savaşlarda vazife yaparken el-Mu’tasım’ın emriyle halifenin divanlarına da alınmaya başlandı. Bu tarihin hemen ardından devletin hemen her kademesinde görev üstlenen Afşin, Eşnas, tah, Vasıf, el-Feth b. Hakan, Küçük Boğa, Büyük Boğa gibi çok sayıda yüksek derecedeki Türk komutanları, dönemlerindeki tarihin akışına yön verdiler.
Mu’tasım’dan sonra oğlu Sultan Vasık döneminde Türkler daha da güçlendi. Abbasiler döneminin kurucu unsuru olan Arap ve Farslardan daha da etkin oldular. Hatta, Türkler o kadar nüfuz sağlamışlardı ki, Vasık’ın ölümünden sonra kimin hilafeti bahis mevzuu olsa, Türk emiri Vasıf, bütün diğer emirlerin muhalefetine rağmen, Mütevekkil’i himaye ederek, onun tahta çıkmasını sağladı. Kimse de Türk serdarına karşı bir şey söylemek cesaretini gösteremedi. İşte bu hadise Türk unsurunun ilk defa hilafet ve saltanat tahtının varisinin tayini hususunda işe karışması idi, yani siyasete müdahale olarak yorumlandı.
O sırada Emir Vasıf’in mühadale etmesi her hususta kanuna uygun ve meşru olduğu halde, onun bu davranışı ilerde ordu mensuplarının kanunsuz ve meşru olmayan bir şekilde devlet işlerine karışmasının kapısını açmış oluyordu. Bu hadiseden sonra Türk askerleri, tam bir asır, saltanatın hakiki gücünü ellerinde tuttu. İstedikleri kimseyi hilafet makamına getirdiler ve istediklerini de kolaylıkla azledip ortadan kaldırdılar.
Öyle ki meşhur hikâyede o dönemdeki olaylar tasvir edilir; Halife el-Mu’tezzu Billah hilafet makamına oturduğu zaman sarayın bazı emirleri müneccimleri çağırtıp halifenin ne vakte kadar bu makamda kalabileceğini sormak istemişlerdi. Mecliste bulunan nükteci bir zat; Ben müneccimlerden daha iyi biliyorum? dedi. Emirler, Mademki biliyorsun, söyle bakalım halifemiz hilafet makamında ne kadar kalacak dediler. O zat da: Türklerin istedikleri kadar diye cevap vermişti.
Abbasiler döneminde meydana gelen gelişmeler bize Türk askerinin siyasete müdahalesinin ilk defa ne zamandan itibaren başladığını gösteriyor. Ancak unutulmamalı ki; askerlerin siyasete müdahalesi tarih boyunca genelde imparatorlukların hep son dönemlerine denk gelmiştir. Onun için askeri müdahaleler iç kavgayı körüklemiş, iktisadi yapıyı alt üst etmiş, ve tebayı birbirinden korkar hale getirdikten sonra ardından büyük çöküşü getirmiştir.
Zira, tarih sahifelerinde gezindiğinizde rahatlıkla göreceksiniz ki, orduların siyasete müdahaleleri son çırpınışların bir alameti farikası olarak görülmüştür. Bundan dolayı geriye dönüp baktığınızda askeri müdahalelerin özellikle de uzun süren askeri rejimlerin bıraktığı mirasın koca bir enkazdan başka bir şey olmadığını müşahede edeceksiniz. Her ne kadar birileri müdahaleleri savunmak için haklı gerekçeler ileriye sürmeye çalışsa da…
Unutulmamalı ki, Büyük imparatorluklar sahip oldukları kuvvetli ideoloji ve herkesi kuşatmışlıkla uzun yaşamayı başarmışlardır. Korkular ve dayatmalarla hiçbir imparatorluğun ya da devletin uzun süre yaşadığı vaki değildir? Devletler adalet ve toplumsal barış üzre kaimdir.
Muhayyilenizi biraz zorlayın ve kadim dönemlere doğru bir yolculuğa çıkın. Kâğıdın, kalemin çok yaygın olmadığı, matbaanın bulunmadığı çağları düşünün. Hayvan derilerinin ve bitki liflerinin üzerine yazılan kitapları hatırlayın. Fotokopinin bulunmadığı ve kitapların müstensihlerin gayretiyle arttırılmağa çalışıldığı böylesi bir zamanda insanoğlunun kitaba verdiği önemi tefekkür edin. Sonra dönüp bugüne gelin. Hakikaten yüzünüzde bir utanç emaresi olacak mı
Yine bir düşünün, yaz ayı geldi. Sıcaklar her tarafı kavuruyor. Peki, ne yapmayı hedefler insanlar bugünlerde.. Elbette ki üç aylık yaz tatilini nasıl boşa harcarım telaşında. Şimdi dönüp, yazlıklarınızı, tatil köylerinizi ve 5 yıldızlı otellerinizi kadim Roma’nın veya Yunan’ın tatil köyleri (seyfiyeleri) ile karşılaştırın.
Yunanlılar ve Romalılar, yaz aylarında sahil kenarına tatile gittiklerinde, günlerini kitap okuyarak geçirirlerdi. Romalıların tatillerini geçirdikleri Tivoli’de, kapsamlı bir Yunanca ve Latince eserler kütüphanesi vardı ve hatta, burada, evde okumak üzere dışarı kitap veriliyordu.
İSLAM VE İLİM
İslam’ın ilme verdiği önemi bilmeyenimiz yok gibi. Kur’an-ı Kerim’in ilk emrinin oku olması ve kitapta satırlara ve kaleme yemin edilmesi, Müslümanlara ilmin önemini anlatmaya yetiyordu. Kur’an’ın Bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağını belirtmesi buna en güzel örnekti.
Hz. Peygamberin de hadislerinde ilmin önemine işaret etmesi, Müslümanlar arasında okuma yazma oranını yükseltti. İlim tahsil etmek, kadın- erkek her Müslümana farzdır., Hikmet, özlü bilgi mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır, Benden bir ayet bile öğrenseniz, onu başkalarına da öğretiniz Beşikten mezara kadar bilgi elde edin ve İlim Çin’de de olsa alınız hadisleri çölde yaşayan ve okuma-yazma bilmeyen Arapları bir anda şaha kaldırdı.
Bilginin zamanı ve mekânı olmadığını öğrenen Müslümanlar, bir anda dünyanın dört bir yanına nam saldı. Çok kısa bir sürede Mekke’de, Medine’de, Kufe’de, Basra’da ve Şam’da ilim merkezleri oluştu. Ardından binlerce âlim yetişti ve ekoller ortaya çıktı. İslam dünyası daha ilk dönemlerinde cevval bir heyecana tanık oldu. Dünyanın dört bir yanından insanlar akın akın ilim talebi için bu coğrafyaya koştu.
TERCÜME FAALİYETLERİ VE KÜTÜPHANELER
İslam’ın çok kısa bir zamanda fetihlerle dünyanın dört bir yanına dal budak salmasının ardından Müslümanlar, bu kez beklemeden ikinci bir fetihe, yani ilmi fethe başladı. İki fetih de Müslümanlar için çok kısa sürdü. Müslümanlar fethettikleri Mısır, Bizans, Hint ve İran gibi kadim medeniyet diyarlarından topladıkları kitapları Yunanca’dan, Sanskritçe’den, Farsça’dan, Süryanice’den Arapçaya çevirdi. Bu dönemde ilim ve tercümeler tarihte eşi ve benzeri olmayan bir şekilde dal budak saldık bu coğrafyada.
Bütün bu faaliyetler sonrasında Müslüman ilim adamları kütüphaneler dolusu araştırmaya dayalı eser kaleme aldı. İslam dünyasında şimdiki üniversitelerin karşılığı olan birçok büyük medrese açıldı ve kütüphaneler kuruldu. Meselâ, Endülüs Emevi Halifesi el-Hakem’in, Kurtuba’da kurduğu kütüphanede 400.000 cilt kitap bulunuyordu. Gırnata’da her birinde 400.000 cilt kitap bulunan 70 kütüphane mevcuttu. Bu kitapların kataloğu bile 24 cilt tutuyordu. Fatimilerin Kahire’de kurdukları büyük kütüphanenin her birinde 18.000 cilt kitap bulunan 40 oda vardı.
Kahire’deki Halk Kütüphanesi’nde 1.600.000; Saray Kütüphanesi’nde 1.000.000; Lübnan’daki Trablusşam şehrinde ise 3.000.000 cilt kitap mevcuttu. Türkmenistan’daki Merv şehrinde içlerinde 700.000 cilt kitap bulunan 10 kütüphane vardı. Bu kitaplar astronomiden tıbba, sosyolojiden biyolojiye dönemin hemen hemen bütün ilimleriyle ilgiliydi.
Geçmiş dönemde İslam âleminin değişik bölgelerinden kütüphaneler çok yaygın haldeydi. Yanında bir kütüphanesi bulunmayan herhangi bir cami veya medrese yok gibiydi. Kütüphanesi olmayan küçücük bir köy bile hemen hemen yok gibiydi. Şehirler ve başkentler ise görülmemiş bir tarzda kitap alışverişiyle çalkanıyordu.
Bunlara karşılık 10. yüzyılın Avrupa’sında durum çok farklıydı. 984 yılında İtalya’da Po nehri yakınlarındaki Demuna şehrindeki bir katedralde 95 el yazması vardı. İspanya’da Katalonya’da bir katedralde 10 el yazması vardı. Bu sayı 961-965 yılları arasında ancak 65 oldu. Büyük manastır kütüphanelerinde 500 veya daha fazla kitap varsa, bu Avrupa’da dev kütüphane kabul ediliyordu. Bu dönemde Avrupa’daki kitapların toplamı 10.000’i bile zor buluyordu.
KÜTÜPHANELER NASIL İDİ
İlk kitaplar papirüs, parşömen ya da kavak kabukları üzerine yazılıyordu. 751 yılında kâğıt yapımı Çin’den Semerkand’a ulaşınca bir anda İslam dünyasına yayıldı. 794 yılına gelindiğinde, Bağdat’ta bir kâğıt fabrikası bulunuyordu. Ortaya çıkan kâğıt bolluğu, İslam dünyasında kitap fiyatlarını düşürmüş ve her İslam şehrinde ortaya çıkan sahaflar, canlı bir edebiyat kültürünün nüvesi halini almıştı. Böylece İslam kentlerinde kütüphaneler artmaya başladı. Büyük umumî kütüphanelerin yanı sıra hemen hemen okuma yazma bilen her insanın evinde kocaman kütüphaneler vardı.
Haydarabad, Delhi, Horasan, Semerkand, Buhara, Bağdat, Basra, Dımaşk, Trablus, Halep, İstanbul, Kahire, Kayravan, Timbuktu ve Kurtuba gibi İslam şehirlerinde Daru’l Hikme, Daru’l İlm, Beytu’l Hikme, Daru’l Kutup, Daru’l Ma’rife isimli onlarca umumî kütüphane bulunuyordu.
Umumî kütüphanelerin birçok odaları olurdu. Bu odaların kimi kitap okumak içindi, kimi ilmi münakaşa, sohbet ve mütalâa içindi. Kimi de mütercimlere, müstensihler ve mücellitlere ait idi. Herkesin ilgi sahasına göre bir sohbet grubu bulunurdu. Öğrenciler, araştırmacılar, ilim adamları ve ilgili çalışma grupları bu kütüphanelerde toplanırlardı.
Ayrıca kütüphanede ders çalışan insanların dinlendiği müzik salonları vardı. Yemekhane ve uzak yoldan gelen insanların kalabilecekleri yatakhaneler bile bulunuyordu. Odaların zemini mermer, yazın hasır paspaslarla, kışın ise keçe halılar ve yün minderlerle kaplı olurdu. Pencere ve kapılardaki perdeler, hem okuyucuları hem de kitapları yazın güneşten korurdu.
Kütüphaneye giren bir ziyaretçi kütüphaneciden, belli bir kitabı isteyebilir ya da kütüphane katalogunun kendisine getirilmesini talep edebilirdi. Kitap kopyalamak isteyen kimse, yere ya da bir minder üzerine oturup, sırtını duvara dayardı. Kitap, bağdaş kurduğu bacaklarının ya da önündeki küçük bir ahşap rahlenin üzerinde dururdu. Sol elinin avucunda, sağ elindeki kamış kalemle üzerine yazacağı kâğıtları tutardı. Okuyucular, kitapları yere koymamaları, mürekkebi dolu bir kalemi kopyaladığı veya notlar aldığı kitabın üzerine tutmamaları konusunda uyarılırdı. Ziyaretçi, işi bittiğinde kitabı kütüphaneciye geri verir, sonra da ya yeni bir kitap isterdi ya da kütüphaneden ayrılırdı.
Kütüphanelerde haftanın yedi günü yirmi dört saat üç vardiya hâlinde devamlı kitap çoğaltılıyordu. Bir okuyucu bir odada çoğaltılacak kitabı okur, yaklaşık 20 ile 30 yazıcı da bunu çoğaltırdı. Vardiya bittiğinde noktacı denen vazifeli, vardiyası biten yazıcıların kitaplarına yeni gelenlerin devamı için işaret koyardı. O dönemde üretimin güç oluşu sebebiyle, çok pahalı olan kâğıt, kalem ve mürekkep gelen okuyucu ve araştırmacılara ücretsiz olarak kütüphane vakıfları tarafından temin edilirdi.
Kütüphanelerin birçoğu, istinsahı ve çalışmayı kolaylaştırmanın, dini bir zorunluluk olduğunu düşünerek, kitap ödünç verirdi. Bazı kütüphaneler ödünç verme politikalarında son derece cömertti. Coğrafyacı Yakut el-Hamevi, 1228’de Merv şehrini ziyaret ettiğinden, orada halka açık on tane kütüphaneyle karşılaşmıştı. El Hamevi, bunlardan birinden, Damiriyye Kütüphanesi’nden bir seferde iki yüzden fazla kitap ödünç almıştı.
Bilinmelidir ki, el-Fihrist kitabının müellifi İbni Nedim ve Mu’cemu’l Buldan ile Mu’cemu’l Udeba kitaplarının müellifi Yakut el-Hamevi gibi pek çok kâğıt imalatçısı (varak), aynı zamanda kitap satıcısı ve edebiyatçıydılar.
EN İYİ DOST KİTAP
Ünlü Amerikalı tarihçi Will Durant, The Story of Civilization adlı kitabında Müslümanların kitaba ve kütüphaneye verdiği önemi şu örnekler anlatır: Buhara padişahının, sarayında kalması için kendisine teklifte bulunduğu meşhur bir doktor, kitaplarını taşıması için dört yüz deveye ihtiyacı olduğunu, dolayısıyla kitaplarını bırakıp gelemeyeceğini söyledi. Öte yandan ünlü tarihçi Vakıdî, vefat ettiğinde, arkasında, her birini en az iki kişinin taşıyabildiği ağırlıkta kitap dolu altı yüz sandık bıraktı.
Bu örneklerin ardından Durant, Müslümanların kitaplara olan sevgileri, aslında bilgiye olan bir sevgiydi. Zira onlar kitaplara olan sevgilerini şu şekilde ifade ediyorlardı: Yalnızlığımda kitaplar, eğlencem ve teselli kaynağımdır. Bahçedeki çiçekler, gözleri açıp bakışları eğlendirdiği gibi kitaplar, aklı berraklaştırır, zihni açar, kalbi diriltir, zekâyı güçlendirir, akıl ve kalpteki hazineleri gün yüzüne çıkarır, fayda verir faydalanmaz, verir almaz ve bıktırmadan lezzet verir Kitaplar, geçmiş zamanların hayatı, özü ve esasıdır. Kitaplar, insanın niçin yaşadığını, niçin çalıştığını ve niçin öldüğünü açıklar. Kısacası kitap, hayatın anlamıdır
Abbasi döneminin ünlü Arap şairlerinden el-Mütenebbi bir şiirinde şu cümlelere yer verir: Yeryüzünde, oturulacak en onurlu yer, bir atın sırtıdır. En iyi yol arkadaşı da, her zaman kitap olacaktır.
BATI İRFANI KEŞFEDİYOR
Avrupa’dan gelerek İslâm topraklarını ziyaret eden Hıristiyan din âlimleri İslâm dünyasının ilmi büyüklüğü karşısında şaşkına döndüler. 10 ve 11. asırlarda İslâm dünyasına göre geri kalmış olan Avrupa’da buna bir çözüm olarak 1104 yılında Papa’nın başkanlık ettiği Okümen Konsil’de, Gidin, Doğu dillerini öğrenin, bize karşı üstünlük sebeplerini araştırın, yazdıkları bütün kitapları dilimize çevirin kararı alındı.
Tanınmış Fransız ilim adamı Gustave Le Bon Arap Medeniyeti adlı kitabında, Keşke Müslümanlar, Fransa’yı işgal etse de Paris’te Endülüs gibi bir ilim ve medeniyet merkezi olsa! Çünkü orada, sokaktaki adam bile okuma yazma bilip şiirler okuyabilirken, Avrupa kralları, isimlerini yazmayı ve mührü nereye basacaklarını bilmiyorlardı demişti.
PEKİ, ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ
Şu bir gerçek ki, günümüzde birçok alanda kendinden önce geçen ilim adamlarını aşacak seviyede ilim ve fikir adamları yetişmemekte. Bunu nedenini gelin hep beraber düşünelim ve çözüm üretelim. Bugün İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu durumu düşününce aklıma şu soru geliyor: Acaba, Kitap sahibi bir dinin müntesipleri olan bizler, kitapsızlaştırılıyor muyuz
Şimdi siz, bu sorumuzu düşüne durun biz de yazımızı yıllar önce yine aynı dertten yakınan millî şairimiz Mehmet Âkif”in şu veciz mısraları ile sonlandıralım:
Haydi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü
İbn-i Sinâ niye yok Nerde Gazâlî görelim
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim
En büyük fâzılınız; bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru mânâ çıkaran,
Yedi yüz yıllık eserlerle bu Dinin hâlâ,
İhtiyacını kaabil mi telafi, asla
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı
Kuru dâvâ ile olmaz bu, fakat ilim ister;
O kudrette adam görmüyorum, sen göster.
Çok kadim bir medeniyetler kavşağı olan beyaz karlar ülkesi Lübnan, geçmişten bugüne hep huzuru arayıp durdu. Kavimlerin geçiş hattı üzerinde olduğundan birçok ırkı ve dini mezhebi içinde barındırdı. Çekici güzelliğiyle herkesin büyük ilgisini görürken, zamanla çekilmez ve geçimsiz bir kavganın beşiği oldu. Dalgaların sakin olduğu günlerde huzura, hırçın olduğu günlerde ise kaosa ve yıkıma tanıklık etti. Tarih boyunca hep gel-gitlerin arasında oraya buraya savrulup durdu.
Akdeniz kıyısındaki bu şirin ülkenin tepeleri bir zamanlar, bugün bayrağındaki sembolü temsil eden sedir ağaçları ile doluydu. Lübnan sedirlerinin boyları ve düzgün biçimleri bütün kadim medeniyetler arasında çok ünlüydü. Mezopotamya devletleri ve imparatorlukları yapı malzemesi olarak bu ağaca büyük değer veriyorlardı. Bundan dolayı bölgenin denetimini elinde tutmak ya da bölge yöneticileriyle ticaret yapmak büyük bir üstünlük olarak değerlendiriliyordu. Sedir ağaçları daha sonra Fenike ticaretinin başlıca dayanaklarından biri haline geldi ve birçok bölgeye satılmaya başladı. Lübnan’ın ünlü sedirleri bugün, geçmiş günlerin simgesi olarak birkaç yerde korunan zavallı kalıntılar haline gelene dek kesildi.
Kadim birçok medeniyetin tahakkümü altına giren Lübnan, miladi 7. asırda Müslümanların kontrolüne geçti. Tam huzuru yakaladım derken Haçlı Seferlerinin odak noktası oldu. Bölgenin Katolik Hıristiyanları olan Maruniler, Avrupa devletleri ile yakın ilişkilere girdi. Haçlı seferleri sırasında Marunilerin yaptıkları hizmetlere ve verdikleri desteklere karşılık, Fransa Kralı 1250 tarihinde onlara bir Charte verdi. Dört yüzyıl sonra 16. Lui bir hatt-ı hümayunla Lübnan’daki Marunileri himayesi altına aldığını gösterdi. Napolyon Bonapart’ın Suriye seferinin ardından Fransa’nın bölgeye ilgi daha da arttı. Marunilerle zaman içerisinde geleneksel yakınlıklarını pekiştirmelerine vesile oldu.
16. yüzyıl başında Osmanlı hâkimiyetine geçen Lübnan, I. Dünya Savaşı’na kadar 400 yıl süreyle Osmanlılar tarafından idare edildi. Osmanlıların yürüttükleri genel politikaları doğrultusunda oldukça özerk bir yönetime sahip olarak tüm din ve kültürlerin serbestçe icra edildiği bu dönemde, ülkenin en güçlü iki mezhebi Dürziler ve Maruniler olmuştur.
18. yüzyıla yaklaşıldıkça Lübnan’daki geleneksel Dürzi üstünlüğü, azalmaya başladı. Her şeyden önce Dürzi aileler arasında kanlı çekişmeler gerek sayı gerek ekonomik yönden Dürzilerin gücünü azaltmıştı. Avrupa ülkeleri ve Roma kilisesi ile yakın ilişkiler kuran Maruniler ise, bundan istifade ederek bölgede üstünlük sağlamaya çalıştı. Eğitime büyük önem veren Maruni din adamları, bilgi ve tecrübelerini Lübnan’da açılan okullarda ve kolejlerde kullanarak yeni yetişen Hıristiyan nesillerin ülkedeki diğer etnik gruplara nazaran daha iyi bir şekilde eğitilmesini sağladı. Bu suretle bu okullarda eğitilen Maruniler, kısa zamanda ülkenin çeşitli teknik ve siyasi mevkilerinden söz sahibi durumuna geldi. Siyasi, ekonomik ve kültürel bütün bu faktörler 18. ve 19. Yüzyıllarda Dürzilerin geleneksel üstünlüklerinin yavaş yavaş Marunilere geçmesine neden oldu.
Maruniler ve Dürziler arasında 19. Yüzyılda kızışan rekabet 1840 ve 1860’larda bir nevi iç savaşa dönüştü. Osmanlılar, Lübnan’da sorunu çözmek için ilk önce Osmanlı Valisine bağlı iki kaymakamlı bir idari yapı oluşturdu. Ancak, bu idari örgütlenme de başarılı olmadı. Daha sonra Avrupa ülkelerinin baskısıyla Osmanlı denetimi altındaki Lübnan’da yeni bir siyasi yapı oluşturuldu. 9 Haziran 1861 tarihinde, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalyan, Avusturya, Prusya ve Osmanlı arasında İstanbul’da bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Lübnan, kendi içinde Beyrut, Sayda, Trablusşam ve Beka olmak üzere 4 bölgeye ayrılıyordu. Lübnan, imzacı devletlerin de rızası alınmak suretiyle Osmanlı’nın atayacağı ve Mutasarrıf adı verilen Osmanlı vatandaşı bir Hıristiyan-Katolik tarafından yönetilecekti. Mutasarrıfın altında 4 Maruni, 3 Dürzi, 2 Grek Ortodoks, 1 Grek Katolik, 1 Sünni ve 1 Şii’den oluşacak 12 kişilik bir konsey olacaktı. Lübnan, idari yönden de 7 kaymakamlığa, onun altında ilçeler ve nihayet köylere bölünüyordu. Her köy kendisini yönetecek bir köy şeyhi seçecek, bu şeyhler de 12 kişilik Konseyin seçiminde oy kullanacaklardı.
Göç edebiyatı ve Titanic Faciası
Maruni-Dürzi çatışmaları sırasında binlerce Lübnanlı başta Kuzey ve Güney Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerine göç etti. Göç edenlerin içerisinde eğitimli insanlar da vardı. Bu kişiler gittikleri yerde Lübnan’a duydukları özlemlerini şiirlerine ve romanlarına aksettirdiler. Böylece Edebu’l Mehcer (Göç Edebiyatı) adı verilen yeni bir akım oluştu. Bu edebiyatın en önemli temsilcileri olarak en ön sıralarda Halil Cibran, Emin er-Reyhani ve Mihail Nuayme gösterilir.
Birinci Dünya Harbi öncesinde ve sonrasında Lübnan’da yaşanan kıtlık ve iç çatışmalardan dolayı ülke ikinci büyük göçünü verdi. Bu dönemde de binlerce Lübnanlı Amerika’daki yakınlarının yanına ya da dünyanın farklı bölgelerine dağıldı. 1912 yılında ünlü Titanic gemisi battığında gemide 123 Lübnanlı göçmen de bulunuyordu. Lübnanlı aileler bugün, ABD’ye açtıkları tazminat davasının neticesini beklemektedir.
Fransız-Maruni ittifakı ve Sykes-Picot antlaşması
Lübnan’da 1861 yılında başlayan Mutasarrıflık idaresi döneminin en önemli özelliği süratli bir ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmenin kendisini göstermesi idi. İç çatışma ve sorunlar nisbi bir durgunluğa girerek ülkenin özellikle Avrupa ile ilişkileri hızlı bir gelişme kaydetti. Bu dönemde Maruni dostu ve koruyucusu olan Fransa, Lübnan’da 19. Yüzyıl sonlarında gelişen Hıristiyan milliyetçiliği fikrini destekledi. Nitekim ilerde, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devleti parçalanınca Lübnan’da Fransız manda rejiminin kurulmasında Maruni-Fransız dayanışmasının büyük rolü olacaktı. Fransa ve İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot antlaşması ile Suriye ve Lübnan Fransa’ya verildi.
1920’lerde ve 1930’larda Lübnan’daki din ve mezhepler bölgede cereyan eden milliyetçilik akımlarından çeşitli şekillerde etkilenerek nihayette bu kavramı Bağımsız Lübnan olarak yorumladılar ve bu dönemde birleşerek Fransa’ya karşı mücadele ettiler. İkinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar arasındaki çeşitli olaylar bağımsızlık hareketlerine zemin hazırladı: Lübnan’da bir ulusal antlaşma ile artık ülkenin başkanının bir Maruni, başbakanın Sünni, millet meclisi başkanın da Şii olacağı kararlaştırıldı. Lübnan halkından gelen baskılara dayanamayan Fransa 26 Kasım 1941 tarihinde Lübnan’a bağımsızlık vereceğini ilan etti ve 1943 yılında Lübnan bağımsız bir Cumhuriyet oldu.
Lübnan’ın siyasi sistemi Milli Misak’a (1943) ve Taif Anlaşması’na (1989) dayanmakta. Buna göre; cumhurbaşkanının Maruni, başbakanın Sünni, meclis başkanının Şii, meclis başkan yardımcısıyla başbakan yardımcısının Ortodoks olması gerekmekte. Taif Anlaşması ile siyasi gücün, farklı dinî cemaatler arasındaki dağılımı yeniden düzenlenmiş; bu bağlamda 99’dan 128’e çıkarılan milletvekili sayısının Hıristiyan ve Müslümanlar arasında eşit paylaşımı kararlaştırılmıştı (daha önce Hıristiyanlar lehine 6/5 oranında idi).
Filistinli Mültecilerin Bitmeyen Dramı
1948 yılında batılı devletlerin desteğiyle bölgede İsrail devletinin kurulmasıyla, binlerce Filistinli topraklarından göç ettirilmek zorunda bırakıldı. Çoğu Filistinli Ürdün ve Lübnan’a göç etti. 1967 savaşından sonra da büyük bir Filistinli topluluk Lübnan’a göç etti. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) dâhil birçok Filistinli örgütün temeli Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında atıldı.
Bağımsızlık sonrası kısa sürede toparlanan ve bölgenin en ihtişamlı ülkesi haline gelen Lübnan’da 1975 yılında iç savaş patlak verdi. Ülke tanınmaz hale geldi. 1976 yılında Lübnan’a güvenliği sağlamak için giren Suriye yönetimi ele geçirdi. Yine 1982 yılında kasap Ariel Şaron yönetimindeki İsrail ordusu Yasir Arafat ve FKÖ’yü yok etmek için ülkeye saldırdı. İsrail 1983 yılında bölgede çekildi ancak arkasında Sabra ve Şatilla gibi ünlü katliamları bırakıp çekilmek zorunda kaldı. İsrail Beyrut’tan ayrılmış olsa bile ülkedeki Hıristiyan grupları destekledi. İç savaş, farklı grupları finanse eden Suudi Arabistan’ın baskısıyla 1990’da sona erdi.
İç savaş sonrası yeniden huzur bulmaya çalışan Lübnan’da 2005 yılında Lübnan başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi ile yeniden bölgede patlamaya hazır bir bomba olduğunu gösterdi. Irak’ı işgal eden ABD, olayın arkasında Suriye’nin olduğunu iddia etti. Ardından ABD ve Fransa tarafından sunulan 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı Suriye’ye birliklerini Lübnan’dan çekmesini istedi. Suriye’de ilerleyen haftalarda bölgeden askerlerini çekti. Temmuz 2006 yılında İsrail, Lübnan’ı çok şiddetli bir şekilde bombaladı. Ancak Hizbullah grubu İsrail’e karşı güçlü bir mukavemet gösterdi ve İsrail’i püskürttü.
İslami gruplar ve Lübnan
Lübnan’ın geçmişten bugüne jeo-stratejik ve jeo-politik konumu gereği hem batı hem de bölge ülkelerinin çekim merkezi haline geldi. Batının tanımladığı Ortadoğu bölgesinin ortasında yer alan ve küçük bir adaya benzeyen Lübnan’daki tüm dini gruplar ve kavimler dışarıdan aldıkları destekle bugün ciddi manada örgütlü durumdalar. İstihbaratçılar ve ajanlar de için bir laboratuar olan Lübnan’da Mossad ve CIA başta olmak üzere birçok ülkenin istihbarat örgütleri cirit atmaktadır. Bahreyn’den sonra bölgenin en küçük ülkesi olan Lübnan, 10.500 kilometre karelik alanı ile hem Batı hem de bölge ülkeleri açısından hassas bir noktada duruyor. Sınır boylarının kısalığı ve yüz ölçümünün darlığı nedeniyle önemli stratejik noktaların birbirine yakın olması bu ülkeyi iki yüz yıla yakındır diken üzerinde yürütmektedir.
Lübnan’daki asıl unsurları oluşturan Hıristiyan, Dürzi, Sünni ve Şiiler de kendi içlerinde farklı farklı gruplara ayrılmaktadırlar. Örneğin Hıristiyan Lübnanlılar on iki kiliseye bölünmüşlerdir; Maruniler, Vatika’na bağlı olanlar, Ortodoks Rumlar gibi Dürzilerde kendi içlerinde farklı kabilelere bölünmüşlerdir. Bunlar arasında en güçlü olanlardan biri de Canbolat ailesidir.
Şii ve Sünni İslami gruplar da kendi içlerinde gruplara bölünmüşlerdir. Örneğin Sünni gruplar kendi aralarında cemaatler başta olmak üzere selefi ve sufi gruplara bölünmüşlerdir. Belli başlı Sünni grupların başında şunlar gelmektedir; Cemaatu’l İslamiyye (Lübnan İhvanı Müslimin Hareketi), İslami Eylem Cephesi, Tevhid Hareketi, El Lika el-İslami el-Mustakil, Hidayet ve İhsan Cemiyeti ve diğerleri. Bölgedeki hemen her ülkenin desteklediği bir grup veya cemaat bulunmaktadır.
Sonuç olarak geriye dönüp baktığımızda, Lübnan’da hâlâ huzurlu bir ortamın yakalanmamasının ardında, tamamen uluslararası güçlerin ve bölge ülkelerinin çıkar savaşının en büyük etken olduğunu görüyoruz. Ülkedeki Hıristiyan, Dürzi ve Müslüman tüm gruplar hemen hemen dışarıdan aldıkları destekle ile projelerini devam ettirmektedir. Bundan dolayı ilk kavgası sedir ağacı ile başlayan Lübnan’ın gelecekte bir huzuru yakalaması zor görünmektedir.
Eğer Lübnan gerçek manada bir huzuru arıyorsa, öncelikle 1920’ler Fransızların dayattığı modelden kurtulmalıdır. Ardından ülkedeki tüm gruplar dışarıya olan bağlarını kesmelidir. Böylece kolay yutulur bir pasta olmadıklarını göstermelidirler. Yoksa bu ülkede kaos ve karışıklığın seçimlerle sona ereceğini beklemek safdillik olur.
Kısacası, bir bardak suda fırtınalar koparan 8 Mart ve 14 Mart ittifaklarının bu seçimdeki parlak sloganları ve zafer naraları yine bir işe yaramayacaktır. Çünkü küçük bir devlet içindeki taifeci ve mezhepçi devletçilikler beraberinde bunalımdan başka bir şey getirmez.
Batı dünyası, kendisini hep fobi duyduğu öteki üzerinden tanımlar. Grek ve Romalılardan beri devam eden gelen bu durum, bugünkü batının da karakterini/ruhunu oluşturur. İlginçtir; barbarlık sözcüğü Grekçe yabancı sözcüğünden gelmektedir. Fobi sözcüğü de Latince Phobos kökünden gelmekte. Phobos, Yunan mitolojisine göre, savaş tanrısı Ares’in yanından ayrılmayan dehşet tanrısıdır. Türk dil kurumunun sözlüğünde Fobi; Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü korku, yılgı olarak açıklanıyor.
Az önce işaret ettiğimiz gibi batının xenofobia (yabancı korkusu), bilinmeze duyulan korkusu yeni değil bilakis kökleri çok kadim dönemlere kadar dayanmaktadır. İslam öncesi dönemde Grek ve Romalıların Akdeniz ve Mezopotamya’ya yönelik korkusu ne idiyse bugünün Avrupa’sının da korkusu aynı minvalde oluşuyor. Yani kendinden olmayan ötekiyi yabancı/barbar olarak görme hali kadim olgudur. Daha sonra onu imagolojik (imgebilim) ve etimolojik (kökenbilim) olarak tanımlayıp satan/şeytan-laştırma o halin bir tezahürdür. Batının hikâyelerine, mitolojisine, filmlerine, sanatına ve tahrif edilmiş dini metinlerine sirayet eden fobi tamamen bu ruh halinden neşet etmiştir.
İslam geldikten sonra batının fobisi bu kez İslam âlemine yönelmiştir. Kıta Avrupa’sına -Portekiz-İspanya (Endülüs), Malta (Medine) ve Sicilya (Sakilya) Adası- İslam’ı ilk ulaştıran Mağripliler batının ilk ?fobi?sini oluşturur. Sarazen (Saracenus) olarak adlandırılan Mağripliler, batılı ressamların figürlerinde yeteri oranda nasiplerini almışlardır. Yüzyıllar boyunca pek çok defa yeni fırça darbeleriyle zenginleştirilen Mağripli öldüren Santiago tasvirinde değişmeyen tek şey Mağripli figürü olmuştur.
İstanbul’un fethi ile birlikte 15. yüzyıldan itibaren batı, ?fobi?sinin merkezine Türkleri oturttu. Bu kez olumsuz tüm tasvirlerin eksenini Türkler oluşturdu. Elinde kılıç, sakallı ve sarıklı barbar öcüler, batıyı yakıp yıkmaya geliyordu. Kalemler ve fırçalar kuşandı artık yeni bir ?fobi?nin vahşi figürü tasvir edilmeye çalışıldı.
Böylece Türk tasvirleri batının korkulu bir heyulası oldu. Avrupalılar, Türkleri kadim korkuları olan Truvalılarla aynı kökenden göstermeye başladı. Hatta bazı batılı tarihçiler, Türk isminin (Turco) acı çektirmek (a torquendo) veya işkence (a tortura), ellerine düşenlere acı çektiren belalılar anlamına geldiğini yazdı. Diğerleri de, Türk kelimesi üzerinde söz konusu bildik demagoji oyununu yaparak Türklerin teucri (Türk) değil, truces (kasap) olduklarını söyledi.
Sarazen, Mağripli ve Türk kelimeleri genelde Müslüman kelimeleri ile eş anlamlı kullanıldı. 16. yüzyıldan sonra Müslüman sözcüğü yerine batıda Türk revaç buldu. Öyle ki, din değiştirerek Müslüman olanlar için Türk olmak (Turn Turk, tornarse turco vs.) terimleri kullanılmaya başlandı. İngilizce Turcophobia ve Almanca Türken Furcht olarak adlandırılan Türkofobisi batının yeniçağında zirveye ulaştı.
İşte bu şekilde Batı dünyasındaki halklar, asırlarca Türk, Arap, İslam, Müslüman, Kur’an ve Muhammed aleyhinde yoğun bir propagandanın etkisi altında kaldı. Hatta Allah Rasûlü Muhammed’e (sav) Mahound (köpeğim) lâkabını takmaları da bu fobinin bir eseridir. Bugün birçok ünlü batılı edebiyatçının kitaplarında ve tasvirlerinden bu ?fobi?nin tezahürleri hâlâ durmakta ve batının bilinçaltını süslemeyi sürdürmektedir.
İslam dünyasının etkisiyle Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans, Reform ve Humanist dönemlerde yani dini duyguların azalmaya yüz tuttuğu zamanlarda dahi Türk/İslam fobisi hep devam ede geldi. Batının Türkofibisi veya İslamofibisi yalnız kültürel önem taşıyan bir sorun olarak kalmadı bilakis daha sonra siyasi hüviyeti daha ağır kazandı. Bugün batının, özelde Türkiye’ye genelde İslam dünyasına yaşanan bunca değişime rağmen hâlâ kin gütmesinin nedeni bilinçaltını işgal eden bu tarihi terakümden gelmektedir.
Unutmamak gerekir ki, Batıda yaşanan Ortaçağ sonrası ortaya çıkan Modern Avrupa, Haçlı Savaşlarının başladığı bir dönemde doğmuştur. Modern Avrupa’nın çocukluk döneminde kendini gösteren Haçlı Savaşları bugünün yaşlı Avrupa’sının belleğinde yaşadığı onca değişime rağmen yer etmeye devam ediyor. Modern sosyoloji ve psikoloji bize ilk çocukluk devresinde meydana gelen şiddetli tesirlerin açık veya kapalı olarak hayat boyunca devam ettiğini hatta bu konuda toplumların da fertler gibi olduğunu söyler. Bugün biliyoruz ki, bu etkilerin meydana getirdiği izler batı dünyasında çok derindir. Öyle ki hayatın, duygudan daha çok düşüncenin şekillendirdiği sonraki devresinde bile akli tecrübe ve çabaların bunları silmesi çok güçtür. Silse sile bile bütün izlerinin ortadan kalkması çok nadirdir.
Şimdi tüm bu anlattıklarımız ekseninde Türkiye-Avrupa Birliği tartışmalarını, Afganistan, Irak, Filistin, Pakistan, Somali işgallerini, el Kaide ve Avrupa’daki karikatür olaylarını yeniden okuyunuz. Hatta yine bu çerçeveye, İslam dünyasındaki katliamları, Ebu Gureybleri, Guantanamoları, Gizli Hapishaneleri, Şark Meselesini, Büyük Ortadoğu Projesini ve Misyonerlik çalışmalarını da katın. Göreceksiniz ki, İslam âlemine yönelik bütün bu tahkir ve tezvirlerin berisinde koca bir tarih yatmakta.
Yine enteresandır, bu olayların körüklenmesinde, geçmişte olduğu gibi bugün de Siyonistler ve Yahudi lobileri büyük rol oynamakta. İslam dünyasında gördükleri iyi muameleye ve Avrupa’da yaşadıkları vahşi katliama rağmen Yahudi kalemlerin ve beyinlerin bu olayların arkasında yer alması dünyada tesadüf edilebilecek en garip paradokslardan biridir.
Her neyse, konuyu uzatmadan şunu söylemek istiyoruz: Bugün kendini yenilemesi ve bilinçaltını temizlemesi gereken batıdır. Eğer batının şuuraltındaki bu imgeler, figürler, kavramlar ve korkular temizlenmez ise, ne Türkiye Avrupa Birliğine girebilecektir ne de İslam dünyasında katliamlar eksik olacaktır.
Not: Bu konuda şu üç kitabın özellikle okunmasını salık veriyorum:
Halil Halid’in 1904 yılında kaleme aldığı A Study in English Turcophobia adlı çalışması bu konuda kaleme alınmış önemli kitaplardan biridir. Bu kitap, İngiliz Türkofobisi Üzerine Bir Çalışma adıyla Halil Halid’in ?Bir Türkün Ruznamesi adlı hatıratıyla birlikte Klasik Yayınları tarafından tercüme edilmiştir.
Yine Dr. Özlem Kumrular tarafından hazırlanan ve geçtiğimiz yıl Doğan Kitap tarafından piyasaya sürülen Avrupa’da Türk Düşmanlığının Kökeni: Türk Korkusu bu konuda yapılan önemli çalışmadır.
Ayrıca ünlü Rus yazar A. Tcherep Spiridovitch tarafından 19. yüzyılın başlarında kaleme alınan L’Europe sans Turquie (Türksüz Avrupa) adlı kitap bu konuda okunması gereken kitapların başında gelmektedir. Bu kitap Pınar Yayınları tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.
Batının propagandası bu kez Pakistan üzerinde işliyor. Ötekileştir, şeytanlaştır ardından katlet. Sonra tüm dünya, barbarları(!) temizlediğiniz için size alkış tutsun. İşte, emperyalist güçlerin asırlardır uygulaya geldiği taktik. Her ne kadar bu oyunun farkında olduğumuzu gösteriyorsak da, mazur görün ama aynı zokayı hep yutuyoruz? Hafızası nisyan ile malül olan hazreti insan “Tarih tekerrürden ibarettir” demiyor mu?
Son oyun ise şu, Pakistan’da İslam devrimi yaklaşıyormuş, radikal gruplar ülkenin nükleer silahlarını ele geçirecekmiş, kız okulları yakılıyormuş, insanlar taşlanıyormuş ve bölgede istisnasız her insan silah taşıyormuş? Blaa.. blaa?blaa yani!!! Fazla geriye gitmeye gerek yok, hani ABD eski Dışişleri Bakanı Colin Powell, BM Güvenlik konseyinde Irak savaşı öncesi Saddam’ın elinde onlarca nükleer silah olduğunu iddia etmiş ve koca ekrandan tüm dünyaya bakın işte silahlar demişti ya? İşte, o oyunun başka versiyonu bu?
Pakistan titrinde İslam Cumhuriyeti ibaresi geçen dünyadaki 5 ülkeden biri. Nükleer güce sahip olan ordusu koca Hindistan’a meydan okuyacak ancak sözde radikal gruplarla mücadele edemeyecek. Kız okullarının kapatılması ve yakılması da her ne hikmetse 2001 yılından sonra ayyuka çıkıyor.
Artık herkesin malumu, bölgede askerleri bulunan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda ve taşeron orduların hedefi ne Taliban ne de El Kaide? Hedef, Orta Asya’nın zengin doğalgaz, petrol, eroin, yakut gibi değerli madenler ve stratejik geçiş hatları. Bunun yanı sıra Çin, Hindistan, Rusya ve batılı güçlerin bölgedeki nüfuz mücadelesi. Afganistan bu kurtlar arasında tamamen bölüşülmüş durumda. Bölgede ordusu bulunan her ülke, kendi payının kavgasını veriyor. Hani bazen televizyonlarda ABD ve Alman veya Hollanda ve Fransız askerleri arasında ?Dost ateşi?nden şu öldü bu öldü deniliyor ya, onlar dost değil bilakis ?kazık ateşi?. Hikâyeyi bilirsiniz, dostlar hazine aramaya çıkar, hazineyi bulurlar ancak herkes ona sahip olmak ister. Böylece herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışır?
Neyse konumuz bunlar değil. Biz Pakistan’da yaşananlara biraz ışık tutmaya çalışalım?
Bugün dünya basının da sık sık gündeme getirdiği Pakistan’ın Svat bölgesi tarihi öneme sahip bölgelerden biridir. Milad’dan önceden tâ bugüne kadar hep özerkliğini korumuş ender bir yerdir. Bölge insanı geçmişten bugüne tarihçiler tarafından hiddetli, şiddetli, şeci, cesur ve mutaassıp olarak tasvir edilmiştir. Yani dün ne idiyseler bugün de öyleler. Hatta Hindu tarihçileri, bölge halkının İslam dinini benimsemeden önce Budist iken de aynı celalli yapıya sahip olduklarını kaydeder.
Svat bölgesi, Başkent İslamabad’a 120 km uzaklıkta Pakistan’ın en önemli turistik yerlerindedir. Himalaya uzanan Hindukuş dağları silsilesi bu engin coğrafyada yol almaktadır. Dağları, yeşillikleri, çam ormanları, nehirleri ve ovaları ile meşhur bir bölgedir. Pakistanlılar coğrafi yapısı itibariyle burayı İsveç’e benzetirler. Bölge kadim dönemden bugüne özerk yapısını hep korumuştur. Pakistan 1948 yılında kurulduğunda dahi buranın özerk yapısına asla dokunulmamıştır. 1970’de Svat eyaleti yine Peştunların yoğunlukta olduğu Pakistan’ın Serhat eyaletine dâhil edilmiştir. Kabilelerin hâkim olduğu Svat vadisi, özerk yapısı itibariyle bugüne dek bölgede şer’i kanunları uygulaya gelmiştir.
Dört bölgeden oluşan Svat vadisi genelinde 525 medrese bulunmaktadır. Bu medreselerde 700 bin kız ve erkek talebe okumaktadır. ABD saldırıları sonrası bu medreselerden 200’ü kapanmıştır. Pakistanlı uzmanlar, şimdiye dek bölgede Taliban tarafından hiçbir kız medresesinin yakılmadığını ikrar ediyorlar. Ancak 2001 yılından sonra ne zamanki Amerikalılar bölgeye saldırı düzenlemeye başladı gizli bir el, kız medreselerini yakmaya başlamış. Pakistanlı ve Afganistanlı yetkililer biz bunların kim olduğunu biliyoruz ama ?söylemeyiz? diye kekeliyorlar? Yani bu yetkililer bize konuşmadığımız zamanlar, zeki olun bizi ?anlamaya? çalışın demeye getiriyorlar? Biz de anlamış gibi yapıp kafa sallayalım!..
Svat vadisinin en önemli özelliklerinden birisi bölgeye şimdiye dek hiçbir yabancı gücün girişine izin verilmemesidir. İngiliz ve Rus orduları bölgeye birçok kez yıkıcı saldırılar düzenlemesine rağmen girememişlerdir. Huyundan mıdır, yoksa suyundan mıdır bölge insanı yabancıları hele arazilerine destursuz silahla girmeye çalışanları hiç affetmiyor. İngilizler 18. ve 19. yüzyılda bölgeye birkaç girmeye çalışmışsalar da hep başarısız olmuşlardır.
1895-1897 yılları arasında Hindistan’ın kuzeybatı Serhat Eyaleti’nde yaşayan kabileler İngilizler’e karşı ayaklanmış. Bölgede yapılan idarî değişikliklere tepki olarak ortaya çıkan bu ayaklanma, İngilizleri oldukça zor durumda bırakmış ve bastırmak için onbinlerce askerin katıldığı bir seri büyük harekâtlar düzenlenmişler. Dönemin en ağır silahlarını kullanan İngilizler, yaptıkları büyük tahribata rağmen yine de bölgeye girememişlerdir.
OSMANLI’NIN BÖLGEYE GÖNDERDİĞİ GİZLİ ŞEHBENDERLER
İngilizler, bugün Pakistan ve Afganistan arasındaki kabile bölgesi olarak adlandırılan yerde geçmişte meydana gelen hemen hemen her karışıklıktan Osmanlıları sorumlu tutmuşlardır. Hatta bundan dolayı Osmanlı devletinin bölgedeki şehbenderlerle (konsoloslorlar) yapacağı tüm haberleşmeleri Londra yoluyla yapmasını istemişlerdir. Osmanlı gazetelerinden Sabah ve Malûmat’ın bölgeye girişi yasaklanmıştır. Osmanlı şehbenderleri hakkındaki rahatsızlık resmen Bâbıâli’ye bildirilmiş ve bazılarının bir daha bölgeye gelişine izin verilmeyeceği söylenmiştir.
İngilizler, kabile bölgelerinden Osmanlı şehbenderliğinin açılmasına hiçbir zaman izin vermemiştir. Onun için Svat ve Veziristan’a yani bugün kabilelerin yoğunlukta olduğu Serhat eyaletine gönderilen şehbenderler genelde buraya gizli gitmişlerdir. Bölgeye Ağa Kubalı Muhammed, Hacı Habib, Ahmed Hamdi Efendi, Hüseyin Hasib Efendi, Hüseyin Kâmil Efendi ve Halil Halidi gibi önemli simalar gönderilmiştir. Osmanlı ilk kez bu kıtaya resmen 1849 yılında şehbender göndermiştir.
1896 yılında bölgeye giden Hüseyin Kâmil Efendi bölgeye yaptığı son derece gizli seyahatinin asıl gayesinin o sıralarda İngilizleri bir hayli sıkıntıya düşüren Afganistan sınırındaki kabilelerin ayaklanmaları hakkında sağlıklı bilgiler elde etmek ve Cuma namazlarında padişahın isminin zikredilmesinin yasaklandığı şeklindeki haberleri tahkik etmek olduğunu yazar.
1914 yılında Türk-Alman ittifakı, Pan-İslam hareketinin tahakkuku ve Hindistan’ın İngiliz emperyalizminden kurtarılması için Svat ve Veziristan’a Teşkilat-ı Mahsusa adına ajanlar göndermiştir. Bu ajanlar bir taraftan gerilla ve sabotaj faaliyetlerinde bulunurken diğer taraftan da propaganda çalışmalarını yürütmüşlerdir. İstanbul’da neşrolunan Pan-İslamist ?Cihân-ı İslam? gazetesinde Enver Paşa’nın, Hint milliyetçiliğine ve her inançtan Hintlilere yönelik olan, Hindistan’ın kurtuluşunu amaçlayan ve kendilerini İngilizlere karşı ayaklanmaya teşvik eden davetinin metni şöyledir:
?Hindistan’da gadr (isyan) ilanının zamanıdır. İngilizlerin dükkânları talan edilmeli, silahlarına el konulmalı ve onlar bu silahlarla öldürülmelidir. Hintlilerin sayısı 320 milyondur. İngilizler ise yalnızca 200.000’dir. Onlar katledilmelidirler. Orduları yoktur. Süveyş Kanalı bir süre sonra Türkler tarafından kapatılacaktır. Ülkesini ve doğduğu toprakları kurtarmak için ölen kişi sonsuza dek yaşayacaktır. Hindular ve Müslümanlar, sizler hem ordunun askerlerisiniz ve hem de kardeşsiniz ve bu aşağılık İngilizler sizin düşmanınızdır. Cihad ilan ederek gazi olmalısınız ve kardeşlerinizle birleşerek İngilizleri öldürmeli ve Hindistan’ı kurtarmalısınız.?
Bu çağrılardan sonra bölgeye Urduca ve Farsça mektuplar ve mesajlar gönderilmiş ve Müslüman kabilelerin Hindularla birlikte İngilizlere karşı ayaklanması teşvik edilmiştir. Ayrıca bu planın tahakkuku için Osmanlı-Alman heyeti ve sempatizanları ?Cundullah? (Allah’ın Ordusu) adında bir grup teşkil etmişlerdir. Hedef ise yine bugünkü Pakistan ve Afganistan sınırındaki kabileleri İngilizlere karşı ayaklandırmaktır. Ordunun başına ise Mevlevi Ubeydullah getirilmiştir.
Ne ilginç değil mi? Bugünkü olaylar geçmişle nasıl benzerlikler arzediyor.
SVAT VADİSİ’NDE BİR OSMANLI ŞEHBENDERİ
Sultan II. Abdülhamid tarafından kabile bölgesine Şehbender (Konsolos) olarak gönderilen Şirvanlı Ahmed Hamdi Efendi dönüş sonrası kaleme aldığı ?Hindistan, Svat ve Afganistan Seyâhatnâmesi? adlı kitabı bölge hakkında önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahmed Hamdi Efendi 1877 yılında gittiği Peşâver bölgesinden kabile bölgelerine gitmiş orada Svat ahundu ve Müslüman kabile emirleri ile görüşmüştür.
Şehbender Ahmed Hamdi Efendi, bugün Pakistan’da tartışmaların odak noktasını oluşturan Svat bölgesi ve oradaki kabileler hakkında şunları not düşmüştür: ?Svat meşhûdât-ı tabîiye itibariyle görebileceğiniz nadir misk râyihalı bir kıt’adır. Svat kıt’asını ihâta eden Hindi-kuş silsile-i cibâli şuabâtında yüksek dağlarla çemen-zâr ve ezhâr-ı gûnâ-gûn ile mestûr olan sath-î mâillerinde âlâ inek ve keçi ve at ve mandaların yavruları ile berâber kemâl-i şevk ve şetâretle koşuşmalarını ve yatıp yuvarlanmalarını ve mecrâlarını dolaşarak imtidâd-ı mecrâsı dâiresinde bulunan arâzîyi saky ü irvâ eyledikten sonra bakıyyesi âguş-u mâderî mesâbesinden olan mesâbları can atan ırmaklarının iniltilerini dinlemekten ibâret olacağından şüphe yoktur. Şu husus da nazar-ı itibara alınmalıdır ki, sinîn-i vefîredenberi Svatlılar İngilizlerle dâimâ muhârib ve mücâhid bir sûrette bulunarak yek-diğerinden âhere bir kuş bile uçurtmazlar.?
Bölge halkının hiddetli, şiddetli, şeci, cesûr ve mutaassıp tavırları Osmanlı şehbenderinin dikkatini celbeder. Bölge insanının hep silahlı gezdiğini kaydeden Şehbender Hamdi Efendi berât gecesinin, tüfenk ve fişenklerle kutlandığını belirtir. Şehbender Hamdi Efendi bölge halkını şöyle tasvir eder; ?Svat ehâlîsi bir gûnâ tekâlîf-i mîrîye ile mükellef olmayıp zirâatden mâadâ bir işleri yoktur. Zirâat işlerinden fâriğ olduktan sonra da, köylerde rekz olunan sancakların etrâfında müsellâh ettiğimiz âdemlerin üzerlerinde mâî bezden birer gömlek ile birer don olup, ayaklarına çorapsız yemeni veyâ nalın giymiş, fakat başına kocaman bir sarık sardığı gibi, bu sarığın ucunda sallanan taylasanı omuzları üzerine salıvermiş olarak gezerler. Bunların ayaklarındaki nalınlardan ba’zısı gayet süslü olup, tasma üzerine elvân ipekle nakış işlenmişlerinden İngilizler bile Londra’ya hediye olarak gönderirler. Havaânîn takımı, ayaklarına ince çorapla sivri burunlu yemeni giyerler. Bunların ale-l umûm libâsları hafif olup, elbiselerinin üzerine ba’zen ince beyâz maşlah giyerler, fakat nerede bulunurlarsa bulunsunlar, silâhsız olmazlar. Her hanın maiyetinden yayan veya atlı haylice ve silâhlı âdemler bulunur.?
Osmanlı bugün Taliban’ın çıktığı bölgedeki medreselere maddi ve manevi yardımların yanı sıra İstanbul’daki kütüphanelerden birçok kitap göndermiştir. Pakistan’daki medreselerde bugün hâlâ Osmanlı döneminde gönderilen kitap tabedilerek okutulmaya devam ediyor.
1914 yılında Afgan Emiri Habibullah, İngilizlere Pathan ya da diğer adlarıyla Peştun kabileler hakkında şu nasihatte bulunacaktır; ?Halkım savaşçı ve mutaassıptır. Zor zap edilir. Sınır üzerindeki Afgan oymaklarıyla elden geldiği kadar iyi geçinin, gerekmediği sürece sınır boylarından yaşayan kabileler üzerine herhangi bir askeri harekâtta bulunmayın ve en azından o bölgede sertlik taraftarı bir generali görevlendirmeyin.?
Hani aradan bir asır geçmesine rağmen benzeri nasihati biz de Amerikalılara bulunuyoruz. Ne siz bölgeye girmeye çalışın ne de zavallı Pakistan ordusunu buna zorlayın ki Pakistan ordusu 2001 yılından beri kabile bölgelerine girmek istemediğini ve bunun kendisine zarar vereceğini onlarca kez zaten ibraz etti. Tarih ibret alınsın için vardır. Umarım ibret alan olur?
Filistin’in ve Filistinlilerin mücadelesinin Türkiye ve âlemi İslam için ne kadar mühim olduğu son zamanlarda daha çok belirginleşmeye başladı. Kadim kent Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa, Ömer Mescidi ve Osmanlı’ya ait tarihi eserler bize Filistin’in ehemmiyetini anlatmaya kâfi derecedir. Lakin epeydir unuttuğumuz bu topraklarda oynan oyunları ve tarihimizi yeniden inkişaf etmek için, mefkûremizi yeniden gözden geçirmenin zamanı geldi geçiyor bile. Şimdi aşağıda iktibas edeceğimiz yazının hepimize yeni bir bakış açısı kazandırmasını temenni ediyorum.
1965 yılında, Türkiye ile Arap ülkeleri arasında dostluk ve münasebetleri pekiştirmek için gönderilen eski Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Albay Sadi Koçaş’ın anılarını aktardığı ?Atatürk’ten 12 Mart’a?? adlı kitabı çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Irak, Kuveyt, Ürdün, Suriye ve Lübnan’ı gezilerinde gittiği her yerde ?Türk-İsrail Münasebetleri? üzerine sorulan suallere muhatap olan Sadi Koçaş’ın verdiği tarihi cevabını, 1977 basımlı kitabının 3. cildinin 1478 ve 1480 sahifelerinden olduğu gibi iktibas ediyoruz;
Ziyaret ettiğimiz her memleketde sorulan ilk sual Türk-İsrail münasebetleri oldu. Hepsini cevaplandırmağa çalıştım. Fakat seyahatımızın son merhalesi olan Beyrut’da bu hususu, ?yani Türk-İsrail münasebetlerini?, İsrail meselesinin dünya siyasi tarihinde ortaya çıktığı ilk günden başlayarak zamanımıza kadar izah etmekde ve sizin vasıtanızla Arap umumi efkârına bir defa daha duyurmakta fayda mülahaza ediyorum.
Biliyorsunuz Filistin’de bir İsrail Devleti kurulması fikri ilk defa 1896 tarihinde ortaya atılmış ve o zaman bir Musevi Heyeti Osmanlı İmparatoru Sultan 2. Abdülhamid’e mürcaatla bütün Osmanlı borçlarının ödenmesi ve Osmanlı devletine de arzu ettikleri miktarda tazminat ödenmesi şartiyle kendilerine Filistin’de bir yurd verilmesini rica edilmişdi.
Bidayetde heyeti gayet iyi karşılayan Sultan 2. Abdülhamid bu isteği duyunca gayet sert bir şekilde ?Biz bu toprakları para ile almadık. Para ile de satmayız? diyerek heyeti huzurundan kovmuştur.
Siyonist örgütünün Abdülhamid’e düşmanlığının ve yıllarca dünyada aleyhinde propaganda yapmalarının nedenleri budur. Ama bu fikir Abdülhamid’e has değildi.
Aynı mevzuda, ikinci defa Osmanlı İmparatorluğu adına 1916’da Berlin’de bulunan Sadrıâzam Talât Paşa’ya müracaat edilmiş, Sadrıâzam konuyu Babâliye getirmiş ise de, aynı şekilde reddedilmiştir.
Heri iki teklifin yapıldığı tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu büyük mali sıkıntılar içinde idi. İkincisinde bilhassa Birinci Dünya Harbinin baskısı da vardı. Buna rağmen böyle bir teklifi kabul etmemişlerdir.
Daha sonra Savaşın neticesi az çok anlaşıldığı, özellikle Filistin’i savunamayacağımız kesin olarak belli olunca da bu toprakları Siyonist yöneticilere çok yüksek bedel karşılığında satabilirdik. Ama düşünmedik bile bunu. Biz toprak satmaya alışkın değildik.
1918’den sonra Filistin toprakları Osmanlı Devletinden ayrıldı. Türkiye Cumhuriyeti bu tarihten sonra 30 yıl, İngiltere idaresinde bulunan Filistin’de bile İsrail Devleti kurulması fikrine daima karşı olmuşdur.
1948’de, İkinci Dünya Harbi sonunda bu mevzu resmen ortaya çıktığı zaman Türkiye bir çok malî ve siyasî sıkıntı içinde ve yalnız başına kalmış olmasına rağmen, İsrail’in kurulması için yine oy vermemişdir. Ancak, oy vermememize rağmen İsrail kurulup Birleşmiş Milletlere üye olduktan sonra diplomatik alanda bu devleti tanıdık. Yani Türkiye İsrail’in kurucularından değildir. Kurulmasına yardım edenlerden de değildir. Ve İsrail’i diplomatik alanda tanıyan ilk devlet de değildir.
Diplomatik sahada tanımamızdan birkaç yıl sonra 1956’da İsrail Fransa ve İngiltere ile beraber Mısır’a, Süveyş Kanalına taarruz ettiği zaman Türkiye müttefiki olmalarına rağmen bu tutumdan dolayı Fransa ve İngiltere’yi protesto etmiş, bu devletlerin tayyarelerinin Türkiye semalarından geçmesine müsaade etmemiş; İsrail’i ise şiddetle protesto ederek ?taarruza devam ederse diplomatik münasebetlerini keseceğini? söylemiş ve derhal sefirini İsrail’den geri çağırmış, İsrail’in de sefirini geri almasını istemiştir. O tarihten beri 8 yıldır İsrail’de sefirimiz yoktur. İsrail’in de Türkiye’de sefiri yoktur.
Münasebetlerimiz teknik sahaya inhisar eden diplomatik bir formalite halinde ve asgari ölçüdedir. Ancak Türk-İsrail münasebetleri, belki Türkiye’nin Araplarla münasebetini bozmak gayesiyle, muhtelif kaynaklar tarafından büyütülmekte ve bu mevzuda büyük bir propaganda faaliyeti devam ettirilmektedir. Bu hususu müşahade ettiğimiz için son alarda evvelden kararlaştırılan bazı sosyal ve sportif temaslar bile iptal edilmişdir. Yani İsrail ile Türkiye’nin bu günkü münasebetleri asgari haddindedir.
Türk-İsrail münasebetleri hususunda söyleyeceğim son söz şudur: Türkiye bugüne hiçbir devrede İsrail’i kurmak isteyenlere ve kurulduktan sonra da Arap memleketleri ile mücadelesinde İsrail’e yardım etmemişdir. Şimdiden sonra da etmeyecekdir.
Türkiye’nin; Araylarla mücadelesinde İsrail’e yardım etmeme prensibi siyasî bir zaruretin neticesi değildir. Türk halkının ve Türkiye’nin Araplarla yüzlerce yıldan beri devam eden müşterek hayatının ve müşterek bağlarının neticesidir. Ve bu siyaset hiçbir devirde değişmeyecektir.?
Şimdi yukarıdaki açıklamayı, 1937 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün Filistin ile ilgili yaptığı açıklamalarla kıyaslayın.
Hayya ale’salah, Hayya alel-felah. As-salatu hayrun mine’n nevm. Allahu Ekber.La ilahe illallah.. Şafağın ilk ışıklarında, cami minarelerinden yükselerek Müslümanları beş vakit namazın ilkini kılmaya çağıran sabah ezanı okunuyordu.
Bu ezan ilk önce İslam dünyanın başlangıç yeri olan Baharat Adaları ve Mindanao’da okunmaya başlar. Bir müddet sonra Açe, Cava, Sumatra, Patani, Borneo ve Siyam gibi Malay yarımadasında okunur. Oradan sonra Kaşgar dağlarında, Seylan adasında, Bengal’de, Haydarabad’da ezan sesleri yükselmeye başlar.
Xi’an, Turfan, Pencap, Sind, Fergana vadisi, Buhara, Semerkand, Hindukuş dağları, Horasan, Herat, Tus, Belh, Merv, Curcan, Huzistan, Taberistan, Nisabur ve Kafkaslar üzerindeki İpek Yolu vahaları yoluyla Hamedan, İsfahan ve Tahran’a ulaşırdı. Sonra alacakaranlıkta Bağdat’ın, Kufe’nin, Basra’nın, Hıms’ın, Şam’ın, Sana’nın, Kahire’nin ve İstanbul’un ihtişamlı camilerinden yükselirdi yanık sesler.
Medine’de, Mekke’de ve Kudüs’te Bilal’in ilk günkü sedasıyla ezanlar okunurdu. Mısır’ın el-Ezher camiinden yükselen ezan sesi ise, Tunus’un Zeytunesine ve Fas’ın Kayravan’ı üzerinden Mali’nin Timbuktu kentindeki kerpiçten yapılmış büyük camiye ulaşırdı. Buradan Sahra’ya ve Senegal Irmağı boyunca Atlantik’e uzanan ticaret merkezlerine kadar yayılırdı. Avrupa’da Tuna Nehri boyunca yankılanan ezan sesi de Üsküp, Piriştine, Saraybosna, Mostar, Filibe’den Sicilya ve Malta adasına, oradan da taa? Kurtuba’ya kadar yankı bulurdu.
Ezanın akabinde Mindano’dan Timbukta’ya tüm Müslümanlar ezan sesiyle tek sıra halinde saf saf bir yöne yani kıbleye yöneliyorlardı. Namaz sonrası güneş boy gösterip dünyayı aydınlatmaya başlayınca onlarda Allah’ın arzına yayılıyorlardı.
İşte, bir zamanlar ezan sesinin yükseldiği bu coğrafyaya ?İslam âlemi? deniyordu. Bugün zikrettiğimiz bölgelerin birçoğunda ezan sesi yankılanmasa da, o diyarın gayri Müslimleri dahi hâlâ kulaklarında çınlayan nidanın gerçek sahiplerini aramaktadır. İslam uleması eskiden İslam coğrafyasını tanımlarken ?ezan? ile tanımlarlardı. Yani ezan sesinin yükseldiği her yer İslam dünyasının bir parçasıdır. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy şu beyitleri ile buna ne güzel işaret etmiştir:
Yaşadığımız çağ, insanların kendilerini tamamen batılı kavramlarla tanımladığı bir dönem. Bugün İslam dünyası üzerine konuştuğumuzda dahi yine batının termolojisine başvurmak zorunda kalıyoruz. İslam âlemi neresi? Hududu nereden başlar, nerede biter? Müslüman coğrafya nasıl bir yerdir? Bu coğrafyada yaşayan insanlar nasıl birileridir?
Bu soruları Müslüman zihin dahi hâlihazırda cevaplamaya çalıştığında akla gelecek belli başlı ilk kavramlar şunlardır: Ortadoğu, Pakistan, Afganistan, Irak, Somali, Filistin, kaos, Taliban, el-Kaide, terörizm, diktatörlükler, askeri rejimler, geri kalmışlık, kültürsüzlük, sefalet ve petrol? İşte, batının Müslümanlar dâhil dünyanın bilinçaltına yerleştirdiği İslam dünyası imajı bu kodlarla ifade edilmektedir.
Batının okuduğu bir ?Doğu? olduğu gibi, ?Doğu? olarak adlandırılan bölgenin de kendisini içeriden okuduğu ve tanımladığı başka bir ?Doğu? vardır. Bugün dünyanın ?doğu? hakkında sahip olduğu imaj, genel bir bakış açısının ürünüdür. Gazetelerin dış politika sayfalarında yer alan ?doğu? ya da ?İslam âlemi? ile ilgili haberlerin kâhir ekseriyeti yanlı veya çatışma endekslidir. Maalesef entelektüellerimizin de bu dünyaya ilgileri ise gazetelerin ya da televizyonların sunduğu karelerden ibarettir. Oysa ki, İslam âlemi bu gösterilmek istenin dışında çok farklı bir dünyadır.
İSLAM ÂLEMİ ORTADOĞU DEĞİLDİR
Bugün sorumsuzca kullanılan ?Ortadoğu? sözcüğü kavram olarak hâlâ tartışılan bir kavramdır. Genel anlamıyla bununla İslam dünyası kastedilse de biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü coğrafi kurallara başvurduğunuzda dahi bunun doğru olmadığını rahatlıkla göreceksiniz. Ayrıca küremizin hiçbir yeri başka bir noktaya göre ?orta? değildir.
Ortadoğu sözcüğü ilk kez İngilizler tarafından Osmanlı’nın çöküşünden sonra başta İran ve Irak kastedilerek kullanılan bir kavramdır. Daha öncesinde İngilizler, Osmanlıyı kastederek ?Yakındoğu? sözcüğünü kullanıyorlardı. Kadim zamanlarda ?Mezopotamya? olarak adlandırılan bu bölge İslam dünyasının sadece küçük bir cüzünü oluşturuyor. ?Ortadoğu? sözcüğünden kalkarak İslam dünyasını tanımladığınızda geniş bir coğrafyayı da devre dışı bırakmak zorunda kalacaksınız.
PEKİ, İSLAM DÜNYASI NERESİ?
İslam âlemi Cebel-i Tarık’tan Malaka Boğazına, Tuna Nehri’nden Arap denizine kadar olan bölge için kullanılmaktadır. Yaklaşık birbuçuk milyar nüfusu ihtiva eden İslam dünyası, batıdan doğuya 15 bin kilometre, kuzeyden güneye 9 bin kilometre boyunca Urallardan Moritanya’ya uzanan çok geniş bir alanı kapsamaktadır.
İslam âlemini bu eksen içinde ele aldığınızda başta Samuel P. Huntington gibi ?Medeniyetler Çatışması? tezini ortaya atan insanların, Hindu ve Budist dünyayı nasıl bu evren dışında bırakıp Müslüman ve Hıristiyanları çatıştırdıklarını çok açık bir şekilde göreceksiniz. Yine bu genel bakış Sarı Nehir, Hind, Mezopotamya, Mısır ve Roma gibi kadim medeniyetlerin mirası üzerinde bulunan İslam coğrafyasının nasıl zengin bir kültüre sahip olduğu ortaya çıkaracaktır. Nil, Akdeniz, Ege, Karadeniz, Fırat, Dicle, Basra, Hazar ve Amu Derya gibi zengin deniz, göl ve nehirlere sahip olan İslam dünyası yeraltı zenginlikleri bakımından da dünyanın en zengin topraklarına sahiptir.
Kısacası Afrika’nın Atlantik kıyılarından Güney Pasifik’e, Sibirya bozkırlarından Güney Asya’nın uzak adalarına kadar uzanan çok geniş bir toprak yapısını kuşatan İslam dünyası Çinli, Hintli, Moğol, Malay, Peştun, Tacik, Türk, Fars, Çeçen, Arap, Kürt, Rumi, Berberi, Svahili ve Afrika’dan birçok ırkı içinde barındırmaktadır.
Yürü küheylân, bu yol çok uzun? Bu tarîk bir çizgi, biz ise bir noktayız. Ömür biter lâkin bu seyr bitmez. Bak önümüzde yürüyor kusvâ, sağında ya’fûr ve solunda düldül duruyor. Önlerinde ise kıtmir?
Durma öyle mahmur mahmur küheylân, daha nice mesafeler katedeceğiz? İbn Batuta gibi Tanca’dan Çin’e, İbn Fadlan gibi Bağdat’tan Volga diyarına, İbn Cubeyr gibi Granada’dan Mekke’ye ve Mesudî gibi dünyanın engin altın bozkırlarında koca kâinatı temaşa ede ede yol alacağız?
Rahle’de başladı bizim rıhlemiz küheylân. Çin’e gidip ilim talep edeceğiz. Diyar diyar dolaşıp bir harf için köle olacağız. Çünkü kaderimize sefer yazıldı. Zaten Rahman ve Rahim olanın kitabını anlamanın yolu olan tefsir, seferin lisanda inkilâb etmiş hali değil miydi? Sefer ile yaratıcının okunan ve görünen kitabını keşfe çıkıyorduk?
Deh deh küheylânım, takılma sağ ve soldaki yeşilliklere, bunların hepsi sanaldır? Avunma, yola ram ol. Gayri ufuk bir güneş, bir ay kadar uzakta, menzil ise ötelerdedir? Maşrik’ten Mağrib’e hudûdü’l âlem içinde deveran eder dururuz; lâkin diyâr-ı huld, dâru’s-Selâm ve me’vamızı bulamıyoruz? Çünkü menzil başka âlemlerdedir; biz ise fâni âlemde ideaların, gölgelerin peşinde debeleniyoruz?
‘İbnü’l vakt’iz biz küheylan, tarih gelir herkes rolünü oynar göçer bu diyardan? Kimler geldi, kimler geçmedi ki bu umranlardan… Evvelkilerin hâli yol aldığımız güzergâhta gözüne çarpmaz mı? İşte, bu kavm-i Ad’dır, bu kavm-i Semud’dur, bu ise kavm-i Medyen’dir?
Koş küheylânım, zira bu yol zikzaklar, iniş ve çıkışlar ile doludur. Bilirim geride mızmızlananlar çeler aklını? Boşver onları, kulak ver sen Süleyman’ın Hüdhüd’üne. O ki mantıku’t- tayr ile bir şeyler anlatır sana? Yolda hakikati bulacaksın. Ona sahip çıkıp, asla ayrılmayacaksın? Mevt seni buluncaya kadar hakikatin müdafii olacaksın, onun uğruna ölümü göze alacaksın?
Bu yolun kat’ut tarikleri, eşkiyaları ve haramileri vardır? Yol kenarlarındaki hanlarda nisyan ile malûl avlarını beklerler? Böylece insan yolda kahraman, yolda hain, yolda mütekarrib, yolda dost olur. Yine bu yolda şeytanlaşır, Karun’laşır, Haman’laşır, Mele’leşir, Bel’am’laşır, Mutref’leşir ve Samiri’leşir insan? Fakat bil ki küheylânım, beni Firavunlar, Nemrutlar korkutmaz; asıl korkutan din adına ahkâm kesen içimizdeki Firavunlardır, Nemrutlardır, Karunlardır, Hamanlardır, Bel’amlardır?
İşte bundan azizim, bir tihten öbürüne 3 asırdır savruluyoruz. İlimden nasipleri olmayanları alleme saymışız, Karunların eteklerindeki kırıntıları yalayanları rehber bilmişiz, Haman’ları ve Mele’leri ise önder bellemişiz? Bundan daha büyük kerb ve belâ olur mu?
Bundan değil midir ki; ahlâk abidelerimiz esfele’s-safilin çıkıyor küheylân… Düşünürlerimiz ise kibir abidesi? Tacirlerimiz ise gariplerin düşüncelerini, mallarını çalarak infakta ve tasaddukta bulunuyor?
Heyhat!… Herkes adalet arıyor küheylân, herkes ahlâk arıyor? Ne oldu bu kâinata? Hani nerede o genç kahramanlar? Hani nerede ashab-ı kehf, hani nerede adaletin yılmaz savaşçıları?
Haydin kalk küheylân; zira şafakla birlikte diriliş ezanı okunmakta artık, cesur olma ve haykırma vaktidir?
Unutma ki! Bu yol âşıklar yoludur, bu yol marifet yoludur, bu yol hikmet yoludur, bu yol sadıkların yoludur, bu yol peygamberlerin yoludur, bu yol salihlerin yoludur, bu yol şehidlerin yoludur… Durmak yok; çünkü biz bu âlemin garip yolcularıyız? Yol ateştir, biz de ateşle pişeriz, umudun rahmine böylece düşeriz.
Yine bilesin ki küheylânım, sebilimiz mihnetlerle dolu uzun bir imtihandır!…
Batı dünyası, bildiğimiz eski aydınlanma dönemini temsil eden Batı değil artık. Modern Batı eskisine nazaran daha vahşi, barbar, şiddet yanlısı ve canavar. Bunun nedeni ise rotasını kaybetmişliğinden, aklını yitirmişliğinden ve ne yaptığının farkında olmayışından kaynaklanmaktadır. Vakit kaybetmeden bugünkü batıyı tanıyıp, hastalığına deva bulmalıyız. Çünkü bugünün şaşmış ve sağa sola saldıran Batı dünyası, herkese ve her şeye çok zarar vereceğe benziyor. Aydınlanma dönemi Batı dünyası ?Tanrı?yı ve Postmodern Batı da ?aklı? öldürdüğü için varlığının, teknolojisinin, işgallerinin ve yaşantısının sonunun nereye varacağını kestirememekte. Her yönüyle, Postmodern Batı bugün kendisini ?Matrix? alemde hissetmekte.
Anlayacağınız, bayağılığın ve sathiliğin her şeyi kuşattığı bir evreden geçiyoruz. Artık, doğru yok, hakikat yok, gerçek yok, anlam yok, iyi yok, kötü yok, güzel yok, çirkin yok, özne yok. Peki, o halde ne var? Postmodernistler bunların yerine görecelik, imgeler, çoğulculuk, mutlak şüphe, çok kültürlülük ve eklektisizm kavramlarını yerleştirip, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasını Postmodern döneme geçiş evresi olarak adlandırmaktadırlar. Postmodernistler, dil cambazları oldukları için ve geçmişten beri süre gelen dil oyunlarının da farkında olduklarından kabul ettikleri kavramların içini yine kendileri dolduruyorlar. Örneğin, postmodernistler ?çok kültürlülük? ve ?pluralizm?i öne sürerek aslında bildiğimiz manada değil de farklı anlamlarda kullanıp kafa karıştırmaya çalışırlar.
Postmodernist guru Jean-François Lyotard, Postmodern insanı, ?Bir kimsenin reggae dinlemesi, bir kovboy filmi izlemesi, öğle yemeğini McDonalds’tan, akşam yemeğini yerel mutfağından yemesi, Tokyo’da bir Paris parfümü sürmesi ve Hong-Kong’da geleneksel giysiler giymesi? olarak tanımlar. Peki, gerçekten çok kültürlülük bu mudur? Bizim aynı şehirde Çin, Türk, Hint ve Küba yemekleri yiyebiliyor olmamız çok kültürlü bir toplumda yaşıyor olduğumuz anlamına gelir mi? Halbuki gerçek ?çok kültürlülük?, eşit iktidar ve fırsat paylaşımına dayanır. Anlaşılan, bu düşünce akımı tüm kültür ve gelenekleri tek bir alana indirgeyerek, gittiği her yerde baskıcı ve adaletsiz ekonomik-kültürel yapı ve yönetimler bırakacak.
Postmodern dünyanın öznesi var mı?
Batı kendi Ortaçağ’ından kurtulup tanrı anlayışının yerine insan aklını veya özne olarak insanı dünyanın merkezine koymasıyla yeni bir merhaleye girmiştir. Aydınlanma ve modernite dönemlerinde Avrupa’da özne/merkez insan iken, postmodernist çağda özne/merkez sözkonusu değildir. Merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi vardır. Çünkü onlara göre, klasik Batı düşüncesi ikili karşıtlıklar/dualizm üzerine kuruludur: Özne-nesne, özgürlük-zorunluluk, Batı-Doğu, kadın-erkek vb.. Bu ikiliklerle daha başkaları tam karşıtlıklar olarak kurulmuş, seçilen konuma göre biri merkez seçilirken, karşısındaki ?öteki? sayılmıştır. Postmodernizm de ise bu çiftler karşıtlık olmaktan çıkarılmış, bunların birbirlerini dışlamadan yan yana varolabilecekleri öngörülmüştür.
Modernizme göre insan aklı, çok iyi bir biçimde donatıldığında her şeyi çözebilir, her istenileni yapabilirdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Batı bu kez yeni döneme girdiğini algıladı. Böylece, aydınlanmacı keşif yolculuğu kayaya oturmuş oluyordu. Batı aklının eski büyük anlatısı, çözülmüş veya sır perdesi aralanmış bir entrika olmaksızın, ve şu veya bu düzeyde aptalca ve saptırıcı olduğu ortaya çıkmış kendi yolunda ona yardımcı olmuş merkezi karakterleriyle birlikte, bir tür kapanışı tecrübe etmişti. Keza, yeni dönemi kendisinin bile hâlâ anlamlandıramadığı postmodernizm ile tarif etti. Anlamlandıramaması gayet doğal çünkü kendisi her şeyi anlamsızlaştırıyor ve manasızlaştırıyor.
İsim-müsemma meselesi
Postmodernizm ile birlikte Yahudi asılı Fransız Filozof Jacques Derrida’nın ‘deconstruction’ kavramını iyi bir şeklide mütalâ ettiğinizde kendinizi isim/müsemma tartışmasının içinde bulursunuz. Bu da sizi dil tartışmalarının içine sürükler. İnsanlar arası diyalogun ve iletişimin cevheri olan dil, insanlığın ortak karakteridir. Karakter karşılıklı güveninin işaretidir. Böylece karşılıklı konuşmalarda kastedilen manaların anlaşılması daha kolaylaşır. Karakter, kişi ile konu, düşünce ile hakikat, isim ile müsemma arasında bir bağdır. Postmodernistler, isimden önce müsemma’ya yani mananın varlığına işaret eden bu tür ilişkileri kabul etmeyi varsayım/faraziye olarak görmektedirler. İnsanlığın ortak değerlerinin daima değişken, nisbi ve hareket halinde olduğunu söylerler. Onlara göre sabiteler yoktur. İşte bundan dolayı bütün çabalarını ?isim ile müsemma? arasında aslıda bir ilişkinin olmadığını ispat yönünde harcarlar. Örneğin biri eğer ‘kedi’ diyorsa, bu kelimenin onlara göre, küçük, dört ayağı üzerine koşan ve bu isimle meşhur hayvanla bir alakası yoktur. Bugün Batıda doktora tezleri genelde kavramlar ve kelimeler üzerine yapılmaktadır. Mesela, tabiat, sanat ve lezzet gibi.. Bu kelimelerin geçmişten bugüne geçirdikleri değişimler ele alınarak postmodernistlerin ne kadar haklı oldukları ispatlanmaya çalışılıyor.
Şimdi buradan hareketle, Postmodern Batı’nın neden ‘terörü’ tanımlayamadığını ya da neden ‘işgal’, ‘işkence’ vb. kavramları insanlığın yararına işler olarak yorumladıklarını rahatlıkla anlayabilirsiniz. Aslında hâlâ tam manasıyla tanımlanmasa bile Postmodernistlerin kitaplarına baktığınızda özne olarak ?dil?i kısmi olarak kabul ettiklerini görürsünüz. Çünkü onlara göre dünyada hiçbir şey ?dil?i aşamaz. Posmodernist söylemde, sistemler temelde insan kontrolünden bağımsız, dünyanın yalnızca bize ait olduğu varsayımıyla yola çıkan tasarımlardır.
Yirminci yüzyıl ideologları, hem Batıda hem de İslâm dünyası ve başka yerlerdeki diasporalarında, temel olarak Varlık’tan uzaklaşıp insan konusuna yaklaşan bilgi tanımlarına yönelmişlerdi. Ancak postmodern olarak isimlendirdikleri bu çağda dili her şeyin merkezine koyma eğilimindeler. Postmodernistler tüm alternatifleri eşit derece geçerli görür ve eklerler: ?Hermenötik gerçek, nesnel gerçeğin yerini alacaktır.? Anlattıklarına göre, insan aklı asla tarafsız olamaz, kaçınılamaz bir şekilde cinsiyetle alâkalı, etno-sentrik ve de zamanla kayıtlıdır. Lytord’ın ?Postmodernite, modernitenin önünde yürür? şeklindeki beyanı ise, Aydınlanma rasyonalizminin karanlığa gömüldüğüne işaret etmektedir: gerçekliğe dair doğrusal ve söylemsel kuruntular, basitçe tercihe bağlıdır, onlar temelsiz birer safsatadır. Buna karşın, ilk insanın sezgisi doğru kabul edilerek övülür, zira onun kesinlikle öznel olduğu düşünülür. Bu noktada, varlıklarını aşikâr biçimde ortaya koyan teoloji ve ahlâkın icaplarından vazgeçerek ‘akıldan firar etmiş’ olan aydınlanma-sonrası epistemolojinin çöktüğünü söyleyebiliriz.
Bu dünyada her şey gider!
Postmodern Batıda her şey gider ?Every thing goes?. Bundan dolayı önüne gelen her şeyi yutuyor ya da emip içini boşaltıyor. Kavramların, dini değerlerin içi boşaltılıp pazara sunuluyor. Böylece, postmodernizm beyine harddisk muamelesi yapmakta. Yani, hakikat yok, gerçek yok, piyasada ne varsa al. İşte böylece ?popülist kültür? ya da ?tüketim kültürü?nün önü açılmış oluyor. Richard Rorty’nin deyimiyle ‘başka bütün kültürleri yutan bir tür doymaz canavar’ postmodernizm. Artık insanlar huzuru bunlarda buluyor. Çünkü okumak, anlamak ve yaşamak istemiyorlar. Kendi sonlarını, hayatın sonunu düşünmek yerine ?Matrix?vari bir dünya ile avutuyorlar kendilerini. Artık insanlar her türlü bilgiye ?google.com? veya ?altavista.com?un sunmuş olduğu bilgi nazarıyla bakıp, ondan şüphe ediyor. Sonuç olarak dünya, zaman bir yana, biz ve bizi ilgilendiren her şeyin değiştiği zehabıyla hareket edip, kendimizi avutuyor ve gerçekleri görmemek, duymamak ve anlatmamak için yeni post’un peşinde bizler de koşturuyoruz.
Aslında Batı bugün sözde her şeyden kuşkulanıp sözüm ona özgürlüğün tadını çıkarmaktan yana. Bundan dolayı hem kendilerinin hem de dünyanın sonunu ne olacağı onları ilgilendirmemekte. Hatta düşünmek ve sormak bile istemiyorlar. Ancak bilinmeli ki, her ne kadar durmadan değişiyor olsa da bir gerçek var! Çünkü eğer gerçek olmasaydı, biz insanların hiçbir hedefi olmazdı ve her şey bir düşten ibaret olurdu. O halde bugün sadece akıl ile değil, olaylara inanç ve akıl birlikteliği ile bakma zamanı geldi geçiyor.
ABD ve Avrupa neden çekişiyor
BM toplantılarında, Avrupa Parlamentosu konuşmalarında ve batılı devlet liderlerinin karşılıklı ziyaretleşmelerinde tanık olduğumuz, ABD ile Avrupa arasındaki çekişme, Irak savaşı ya da Afganistan’dan dolayı değil. Bilakis çekişme çok derinlerde yaşanıyor. Aydınlanma dönemi batı dünyası ile Postmodern dönem arasında. Kapalı kapılar arkasında göremediğimiz ciddi bir çatışma var. Küresel tek güç ABD, her şeyi Avrupa-merkezci düşünceden soyutlayıp, postmodern olarak isimlendirdiği kendi yeni dünyasına göre dizayn etmek istemesi tartışmanın odak noktasını oluşturuyor. Bundan dolayı Ziyaüddin Serdar, postmodern düşünce sistemini, dünya insanlarını sarıp sarmalayan bir emperyalizm türü olarak tanımlamaktadır. Yani halihazırdaki Batı’yı anlamamız için anahtar kelime: Postmodernizm ve Nihilizm.
Aydınlanmanın çöküşü Avrupa-merkezciliğin sonunu getirdi. Postmodernizmin diyalojik, farklı güzelliklere açık ‘çoğul kaynak ütopyası’ yeni bin yılda Doğuyu araştıran bir Batılı araştırmacının zorunlu olarak ‘bagajı boş’ bir derlemeci olmasını talep eder ki bu derlemecinin Avrupa-merkezci bilgi arayışı, geçmişte onu hayret halinde alıkoymuş ve Hakikat içinde fani olmaya değil, tüm hakikat iddialarından ötede bir fena durağına götürmüştür.
Batının afallayan mukallitleri
Batının geçirdiği bu bunalımdan ve kaostan en çok, batıyı taklit eden İslam dünyasındaki mukallitleri etkilenmiştir herhalde. Batı idealleri için nelerden vazgeçmemişlerdi ki onlar. Dinlerinden, değerlerinden, halklarından ve hatta kendi kimliklerinden bile? Postmodern dünya ideallerini alıp götürünce, ortada ?kral çıplak? misali çıplak kalıverdiler. Şimdiye dek kendilerini giyinik hissediyorlardı. Ancak artık değiller. O idealler uğruna koca bir imparatorluğu ıslah etmek yerine, paramparça ettiler. Her şeyi batının onlara empoze ettiği insan merkezli dünya ve ulus-devlet için yaptılar. Bugün postmodern Batı, geçmişini bir anda silince afalladılar. Artık 20. yüzyıl ideolojileri de yoktu ki, birine sarılıversinler. Tekrar geri dönmek istemiyorlardı. Onun içi nasıl olsa postmodern Batıda her şey gider düşüncesiyle daha derinlere inip, tükürdüklerini yalamamak adına, Şamanizm ve Zerdüştlüğe sarılıyorlar? Fakat nereye kadar. Sadece kuruntularını geçici bir müddet teskin etmek için olabilir. Lakin? Her neyse Allah’tan başka dönecekleri hiçbir şeyleri yok artık?
Postmodern Batı’nın Müslümanlara ihtiyacı var
İslam dünyası artık oryantalistlerin şüpheleri ile uğraşmayacak. Bilakis isim/müsemma ağırlıklı tartışmalar ağırlığını hissettirecek. Postmodern batı gerçeği savunananlara karşı büyük bir mücadeleye girişecek. İdealleri olanları terörist olarak lanse edecek. Bunun için kitle iletişim araçlarını kullanıp, psikolojik harbi en âlâ bir şekilde kullanacak. İslam dünyasındaki tüm şaz görüşler destekleyecek ve kavramların içi boşaltılıp bir de bunu bizden alıp tadın diyecekler. Yani anlayacağınız artık eski rasyonalist ve oryantalist tartışmalar çöpe atıldı. Yeni bir tartışmalar başlayacak İslam dünyasında. Amina Wadud’un imame olarak New York’ta Cuma namazı kıldırması bunun en bariz örneğidir.
Bugün Müslümanlara çok büyük vazifeler düşmekte. Çünkü bu yüzyıldaki insanların onlara çok mu, çok ihtiyaçları olacak. Peki, Müslümanlar bunun farkındalar mı? Zahiren olmaya bilirler lakin, yüce Allah kendi dinini destekleyecek insanları bulur çıkarır. Bugün Batı ontolojisi, epistemolojisi ve axiolojisi tamamen çökmüştür. Artık hiçbir şeyi anlamlandıramayan Batının, Müslümanlara ciddi manada ihtiyacı olduğu apaşikâr ortada. Müslümanlar bugün ilk Nihilistlerden sayılan Sofist Gorgias karşısında Sokrates ve Firavun karşısında Musa olmasını bilmelidirler.
Eğer Müslümanlar, bugün dünyanın akıp-gittiği bu gidişatına dur demezler ise, dünyanın en zengin ?G-8? ülkeleri nükleer silahlanmalarını sürdürecek, iklim değişikliği konusunda bir adım atılmayacak, işgaller sürecek ve böylece milyonlarca insan ölecek?
Yazımız epeyce uzadı. Aslında Mısırlı felsefe doktoru Abdulvahap el-Mesiri’nin postmodern düşüncenin Yahudi düşüncesi ve neo-conlar ile olan bağlantısı konusuna da girmek isterdim. Fakat yazımızı daha da uzatıp okuyucu arkadaşlarımız yormak istemedim. Ancak bu konuyu daha sonraki yazılarda ele alacağız.