Arkeoloji üzerinden yeni bir “din” inşası

Arkeoloji çağımızın önemli bilim dallarından biridir. Antik Yunanca’daki “arkhaios” (eski) ve “logos” (bilim) kelimelerinin birleşiminden oluşan arkeoloji, kısaca “Eskinin bilimi” demektir. Arkeologlar, antropologlar ve filologlar sayesinde kadim kavimler hakkında yeni şeyler öğrendiğimiz gibi, ölmüş birçok dilin yeniden canlandırıldığına şahitlik ettik. Zira bundandır ki, bugün dünyanın birçok yerinde arkeologların ve filologların ortaya çıkardığı yeni keşifler çerçevesinde tarih ve medeniyetler tarihi yeniden yazılıyor ve çiziliyor.

Ancak arkeologların, antropologların ve filologların inkar edilemez bu başarı ve keşiflerine rağmen bir yandan da tarihin en büyük tahrif, hırsızlık ve saptırmalarına da tanıklık ediyoruz. Batılılar tarafından, 1798’de Napoleon’un Mısır işgali ile başlayan antik eserlere ilgi, 200 yıldır aralıksız devam ediyor. Paris’teki Louvre, Londra’daki British Museum, Berlin’deki Pergamon, New York’taki Metropolitan vb.. birçok müze batının şarkın antik eserlerini sergilediği ganimet alanları haline geldi. Böylece şarkın hazineleri ve antik tarihi eserleri artık batının şaşalı müzelerinde turistlerin hayran bakışlarını süslüyor.

Ayrıca geçen yüzyılın birçok arkeoloğu ülkelerinin çıkarları için casusluk yapan ünlü isimlerden oluşuyordu. Hollywood’un Birinci Cihan Harbi’ndeki serüvenleri yüzünden “Arabistanlı Lawrence”a olarak adlandırdığı T. E. Lawrence Oxford eğitimli bir klasik dönem arkeoloğuydu. Sir Leonard Woolley ile Irak’ta İbrahim (as)’ın doğum yeri olan Ur kentinde kazılar yapmışlardı. İngilizler tarafından “Çöl Kraliçesi” olarak adlandırılan Gertrude Bell de bir casus idi. Mezopotamya’daki birçok arkeolojik faaliyete katıldığı gibi eşiyle de birlikte coğrafyamızın birçok eserini batının müzelerine katmış ve krallarına hediye etmişlerdi.

Ortadoğu’daki arkeolojik, antropolojik ve filolojik faaliyet beraberinde sosyal bilimleri etkisine altına alacak olan “Oryantalizm/Şarkiyatçılık”in doğuşunu sağladı. Batı’daki köklü müzeler de, oryantalist söylem üzerine inşa edildi. Bu suretle Batı, müzelerinde sergilediği tarihi eserleri, farklı kültürleri ve tarihleri paylaşmak için değil, genelde iktidar aracı olarak kullandı. Kabaca ifade etmek gerekirse, arkeoloji, antropoloji ve filoloji güç ve nüfuz için mücadele eden batı ülkelerine hizmet içindi genelde…

Bir kaç istisna dışında arkeoloji, antropoloji ve filolojinin öncüleri her zaman kendi kendi ülkelerinin ajanları olarak kadim uygurlıkların hazinelerini çalan birer sanat avcısı olduğu inkar edilemez bir hakikat. Arkeologlar ve filologlar, geçtiğimiz yüzyılın büyük bir bölümünde önce dilbilim oyunları oynayıp sonra da daha yakın zamanda arkeolojik kalıntıları inceleyerek üstün gayret gösterdiyse de, tarihi çarpıtmak için de kullandıkları çok bariz bir şekilde ortada.

Son çeyrek asırdır da arkeologların yeni başka oyunlarına tanıklık ediyoruz. Irak’ta, Mısır’da veya Bilad-ı Şam topraklarında kadim uygalıklar üzerine araştırma yapan arkeologlar, başta İncil ve Tevrat’ı ve son yıllarda da Kur’an’daki tarihi hakikatleri çarpıtmak için ele geçirdikleri tabletleri ya da tarihi eserleri yanlış okumalara tabi tutarak Müslüman halkları Kur’da hakkında şüpheye düşürmek için yine bildik casusluk oyunları icra etmektedirler. Bunun başını ise özellikle cizvitlerin ülkesi Hollanda’daki belirli araştırma merkezleri çekiyor. “Kutsal Kitap Arkeolojisi” adı altında yapılan araştırmalar üzerinden ya peygambeler tarihi inkar ediliyor ya da peygamler babilin, sümerlerin veya Mısır’ın kralları olarak gösterilmeye çalışılıyor. Hakikatte bunu yeni bir “din” inşası olarak da okuyabiliriz.

Geçen yüzyılda bilim miti putlaştırılmış ve “bilime inanıyorum” diyenler bilim ile dini iki zıt kutup olarak zihne kazımaya çalışmıştı. Şimdilerde ise “Bilim Putu”nun çökmesiyle birlikte son yıllarda bu kez “arkeolojiye inanıyorum” diyenler arkeoloji ile dini iki zıt kutup olarak insan muhayyilesine işlemeye devam ediyor. Bazı arkeologların son yıllarda Tevrat ve İncil okumaları üzerinden peygamberlere ve nübüvvete getirdikleri eleştiriler bu kez Iraklı Dr. Haz’al el-Macidi, Mısırlı Ahmed Osman vb.. isimler üzerinden İslam tarihine de yöneltiliyor. Tarihi eser okumalarının ve tablet okumalarının nasıl çarpıtıldığı yazımızın konusu olmadığı için girmiyor. Fakat geniş bir okumaya tabi tuttuğunuzda bu batılı casusların neler yapmak istediğini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.

Hasılı kelam, arkeoloji, antropolji ve filoloji post-modern zamanların çağdaş insanın muhayyilesini oluşturan önemli bilim dalları olarak önümüze çıkıyor. Bu bilimler sayesinde insanoğlu, Mısırlılar, Babilliler, Fenikeliler, Assurlular, Persler, Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar, Hititler, Mikenler, Kenanlılar, Kıbrıslılar, Filistler, İnkalar, Aztekler vb.. daha bir çok kavmin tarihi konusunda birçok şey öğrendi. Fakat bütün bunlara rağmen arkeologların ve filologların casusluk faaliyetlerini ve oynadıkları tahrif rollerini de asla unutmamalı. İslam dünyası artık kendi arkeoloji, antropoloji ve filoloji ordularını yetiştirmeli. Müslüman halkların İslam ile bağını zayıflatmak için İslam öncesi kadim medeniyetleri ve halkları yüceltenlere karşı yeni bir tarih ve medeniyet okuması ortaya koymalıyız…

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV