Filistin’in ve Filistinlilerin mücadelesinin Türkiye ve âlemi İslam için ne kadar mühim olduğu son zamanlarda daha çok belirginleşmeye başladı. Kadim kent Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa, Ömer Mescidi ve Osmanlı’ya ait tarihi eserler bize Filistin’in ehemmiyetini anlatmaya kâfi derecedir. Lakin epeydir unuttuğumuz bu topraklarda oynan oyunları ve tarihimizi yeniden inkişaf etmek için, mefkûremizi yeniden gözden geçirmenin zamanı geldi geçiyor bile. Şimdi aşağıda iktibas edeceğimiz yazının hepimize yeni bir bakış açısı kazandırmasını temenni ediyorum.
1965 yılında, Türkiye ile Arap ülkeleri arasında dostluk ve münasebetleri pekiştirmek için gönderilen eski Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Albay Sadi Koçaş’ın anılarını aktardığı ?Atatürk’ten 12 Mart’a?? adlı kitabı çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Irak, Kuveyt, Ürdün, Suriye ve Lübnan’ı gezilerinde gittiği her yerde ?Türk-İsrail Münasebetleri? üzerine sorulan suallere muhatap olan Sadi Koçaş’ın verdiği tarihi cevabını, 1977 basımlı kitabının 3. cildinin 1478 ve 1480 sahifelerinden olduğu gibi iktibas ediyoruz;
Ziyaret ettiğimiz her memleketde sorulan ilk sual Türk-İsrail münasebetleri oldu. Hepsini cevaplandırmağa çalıştım. Fakat seyahatımızın son merhalesi olan Beyrut’da bu hususu, ?yani Türk-İsrail münasebetlerini?, İsrail meselesinin dünya siyasi tarihinde ortaya çıktığı ilk günden başlayarak zamanımıza kadar izah etmekde ve sizin vasıtanızla Arap umumi efkârına bir defa daha duyurmakta fayda mülahaza ediyorum.
Biliyorsunuz Filistin’de bir İsrail Devleti kurulması fikri ilk defa 1896 tarihinde ortaya atılmış ve o zaman bir Musevi Heyeti Osmanlı İmparatoru Sultan 2. Abdülhamid’e mürcaatla bütün Osmanlı borçlarının ödenmesi ve Osmanlı devletine de arzu ettikleri miktarda tazminat ödenmesi şartiyle kendilerine Filistin’de bir yurd verilmesini rica edilmişdi.
Bidayetde heyeti gayet iyi karşılayan Sultan 2. Abdülhamid bu isteği duyunca gayet sert bir şekilde ?Biz bu toprakları para ile almadık. Para ile de satmayız? diyerek heyeti huzurundan kovmuştur.
Siyonist örgütünün Abdülhamid’e düşmanlığının ve yıllarca dünyada aleyhinde propaganda yapmalarının nedenleri budur. Ama bu fikir Abdülhamid’e has değildi.
Aynı mevzuda, ikinci defa Osmanlı İmparatorluğu adına 1916’da Berlin’de bulunan Sadrıâzam Talât Paşa’ya müracaat edilmiş, Sadrıâzam konuyu Babâliye getirmiş ise de, aynı şekilde reddedilmiştir.
Heri iki teklifin yapıldığı tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu büyük mali sıkıntılar içinde idi. İkincisinde bilhassa Birinci Dünya Harbinin baskısı da vardı. Buna rağmen böyle bir teklifi kabul etmemişlerdir.
Daha sonra Savaşın neticesi az çok anlaşıldığı, özellikle Filistin’i savunamayacağımız kesin olarak belli olunca da bu toprakları Siyonist yöneticilere çok yüksek bedel karşılığında satabilirdik. Ama düşünmedik bile bunu. Biz toprak satmaya alışkın değildik.
1918’den sonra Filistin toprakları Osmanlı Devletinden ayrıldı. Türkiye Cumhuriyeti bu tarihten sonra 30 yıl, İngiltere idaresinde bulunan Filistin’de bile İsrail Devleti kurulması fikrine daima karşı olmuşdur.
1948’de, İkinci Dünya Harbi sonunda bu mevzu resmen ortaya çıktığı zaman Türkiye bir çok malî ve siyasî sıkıntı içinde ve yalnız başına kalmış olmasına rağmen, İsrail’in kurulması için yine oy vermemişdir. Ancak, oy vermememize rağmen İsrail kurulup Birleşmiş Milletlere üye olduktan sonra diplomatik alanda bu devleti tanıdık. Yani Türkiye İsrail’in kurucularından değildir. Kurulmasına yardım edenlerden de değildir. Ve İsrail’i diplomatik alanda tanıyan ilk devlet de değildir.
Diplomatik sahada tanımamızdan birkaç yıl sonra 1956’da İsrail Fransa ve İngiltere ile beraber Mısır’a, Süveyş Kanalına taarruz ettiği zaman Türkiye müttefiki olmalarına rağmen bu tutumdan dolayı Fransa ve İngiltere’yi protesto etmiş, bu devletlerin tayyarelerinin Türkiye semalarından geçmesine müsaade etmemiş; İsrail’i ise şiddetle protesto ederek ?taarruza devam ederse diplomatik münasebetlerini keseceğini? söylemiş ve derhal sefirini İsrail’den geri çağırmış, İsrail’in de sefirini geri almasını istemiştir. O tarihten beri 8 yıldır İsrail’de sefirimiz yoktur. İsrail’in de Türkiye’de sefiri yoktur.
Münasebetlerimiz teknik sahaya inhisar eden diplomatik bir formalite halinde ve asgari ölçüdedir. Ancak Türk-İsrail münasebetleri, belki Türkiye’nin Araplarla münasebetini bozmak gayesiyle, muhtelif kaynaklar tarafından büyütülmekte ve bu mevzuda büyük bir propaganda faaliyeti devam ettirilmektedir. Bu hususu müşahade ettiğimiz için son alarda evvelden kararlaştırılan bazı sosyal ve sportif temaslar bile iptal edilmişdir. Yani İsrail ile Türkiye’nin bu günkü münasebetleri asgari haddindedir.
Türk-İsrail münasebetleri hususunda söyleyeceğim son söz şudur: Türkiye bugüne hiçbir devrede İsrail’i kurmak isteyenlere ve kurulduktan sonra da Arap memleketleri ile mücadelesinde İsrail’e yardım etmemişdir. Şimdiden sonra da etmeyecekdir.
Türkiye’nin; Araylarla mücadelesinde İsrail’e yardım etmeme prensibi siyasî bir zaruretin neticesi değildir. Türk halkının ve Türkiye’nin Araplarla yüzlerce yıldan beri devam eden müşterek hayatının ve müşterek bağlarının neticesidir. Ve bu siyaset hiçbir devirde değişmeyecektir.?
Şimdi yukarıdaki açıklamayı, 1937 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün Filistin ile ilgili yaptığı açıklamalarla kıyaslayın.
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR