Sedir Ağacından Titanic Faciasına Lübnan

Çok kadim bir medeniyetler kavşağı olan beyaz karlar ülkesi Lübnan, geçmişten bugüne hep huzuru arayıp durdu. Kavimlerin geçiş hattı üzerinde olduğundan birçok ırkı ve dini mezhebi içinde barındırdı. Çekici güzelliğiyle herkesin büyük ilgisini görürken, zamanla çekilmez ve geçimsiz bir kavganın beşiği oldu. Dalgaların sakin olduğu günlerde huzura, hırçın olduğu günlerde ise kaosa ve yıkıma tanıklık etti. Tarih boyunca hep gel-gitlerin arasında oraya buraya savrulup durdu.

Akdeniz kıyısındaki bu şirin ülkenin tepeleri bir zamanlar, bugün bayrağındaki sembolü temsil eden sedir ağaçları ile doluydu. Lübnan sedirlerinin boyları ve düzgün biçimleri bütün kadim medeniyetler arasında çok ünlüydü. Mezopotamya devletleri ve imparatorlukları yapı malzemesi olarak bu ağaca büyük değer veriyorlardı. Bundan dolayı bölgenin denetimini elinde tutmak ya da bölge yöneticileriyle ticaret yapmak büyük bir üstünlük olarak değerlendiriliyordu. Sedir ağaçları daha sonra Fenike ticaretinin başlıca dayanaklarından biri haline geldi ve birçok bölgeye satılmaya başladı. Lübnan’ın ünlü sedirleri bugün, geçmiş günlerin simgesi olarak birkaç yerde korunan zavallı kalıntılar haline gelene dek kesildi.

Kadim birçok medeniyetin tahakkümü altına giren Lübnan, miladi 7. asırda Müslümanların kontrolüne geçti. Tam huzuru yakaladım derken Haçlı Seferlerinin odak noktası oldu. Bölgenin Katolik Hıristiyanları olan Maruniler, Avrupa devletleri ile yakın ilişkilere girdi. Haçlı seferleri sırasında Marunilerin yaptıkları hizmetlere ve verdikleri desteklere karşılık, Fransa Kralı 1250 tarihinde onlara bir Charte verdi. Dört yüzyıl sonra 16. Lui bir hatt-ı hümayunla Lübnan’daki Marunileri himayesi altına aldığını gösterdi. Napolyon Bonapart’ın Suriye seferinin ardından Fransa’nın bölgeye ilgi daha da arttı. Marunilerle zaman içerisinde geleneksel yakınlıklarını pekiştirmelerine vesile oldu.

16. yüzyıl başında Osmanlı hâkimiyetine geçen Lübnan, I. Dünya Savaşı’na kadar 400 yıl süreyle Osmanlılar tarafından idare edildi. Osmanlıların yürüttükleri genel politikaları doğrultusunda oldukça özerk bir yönetime sahip olarak tüm din ve kültürlerin serbestçe icra edildiği bu dönemde, ülkenin en güçlü iki mezhebi Dürziler ve Maruniler olmuştur.

18. yüzyıla yaklaşıldıkça Lübnan’daki geleneksel Dürzi üstünlüğü, azalmaya başladı. Her şeyden önce Dürzi aileler arasında kanlı çekişmeler gerek sayı gerek ekonomik yönden Dürzilerin gücünü azaltmıştı. Avrupa ülkeleri ve Roma kilisesi ile yakın ilişkiler kuran Maruniler ise, bundan istifade ederek bölgede üstünlük sağlamaya çalıştı. Eğitime büyük önem veren Maruni din adamları, bilgi ve tecrübelerini Lübnan’da açılan okullarda ve kolejlerde kullanarak yeni yetişen Hıristiyan nesillerin ülkedeki diğer etnik gruplara nazaran daha iyi bir şekilde eğitilmesini sağladı. Bu suretle bu okullarda eğitilen Maruniler, kısa zamanda ülkenin çeşitli teknik ve siyasi mevkilerinden söz sahibi durumuna geldi. Siyasi, ekonomik ve kültürel bütün bu faktörler 18. ve 19. Yüzyıllarda Dürzilerin geleneksel üstünlüklerinin yavaş yavaş Marunilere geçmesine neden oldu.

Maruniler ve Dürziler arasında 19. Yüzyılda kızışan rekabet 1840 ve 1860’larda bir nevi iç savaşa dönüştü. Osmanlılar, Lübnan’da sorunu çözmek için ilk önce Osmanlı Valisine bağlı iki kaymakamlı bir idari yapı oluşturdu. Ancak, bu idari örgütlenme de başarılı olmadı. Daha sonra Avrupa ülkelerinin baskısıyla Osmanlı denetimi altındaki Lübnan’da yeni bir siyasi yapı oluşturuldu. 9 Haziran 1861 tarihinde, İngiltere, Fransa, Rusya, İtalyan, Avusturya, Prusya ve Osmanlı arasında İstanbul’da bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Lübnan, kendi içinde Beyrut, Sayda, Trablusşam ve Beka olmak üzere 4 bölgeye ayrılıyordu. Lübnan, imzacı devletlerin de rızası alınmak suretiyle Osmanlı’nın atayacağı ve Mutasarrıf adı verilen Osmanlı vatandaşı bir Hıristiyan-Katolik tarafından yönetilecekti. Mutasarrıfın altında 4 Maruni, 3 Dürzi, 2 Grek Ortodoks, 1 Grek Katolik, 1 Sünni ve 1 Şii’den oluşacak 12 kişilik bir konsey olacaktı. Lübnan, idari yönden de 7 kaymakamlığa, onun altında ilçeler ve nihayet köylere bölünüyordu. Her köy kendisini yönetecek bir köy şeyhi seçecek, bu şeyhler de 12 kişilik Konseyin seçiminde oy kullanacaklardı.

Göç edebiyatı ve Titanic Faciası

Maruni-Dürzi çatışmaları sırasında binlerce Lübnanlı başta Kuzey ve Güney Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerine göç etti. Göç edenlerin içerisinde eğitimli insanlar da vardı. Bu kişiler gittikleri yerde Lübnan’a duydukları özlemlerini şiirlerine ve romanlarına aksettirdiler. Böylece Edebu’l Mehcer (Göç Edebiyatı) adı verilen yeni bir akım oluştu. Bu edebiyatın en önemli temsilcileri olarak en ön sıralarda Halil Cibran, Emin er-Reyhani ve Mihail Nuayme gösterilir.

Birinci Dünya Harbi öncesinde ve sonrasında Lübnan’da yaşanan kıtlık ve iç çatışmalardan dolayı ülke ikinci büyük göçünü verdi. Bu dönemde de binlerce Lübnanlı Amerika’daki yakınlarının yanına ya da dünyanın farklı bölgelerine dağıldı. 1912 yılında ünlü Titanic gemisi battığında gemide 123 Lübnanlı göçmen de bulunuyordu. Lübnanlı aileler bugün, ABD’ye açtıkları tazminat davasının neticesini beklemektedir.

Fransız-Maruni ittifakı ve Sykes-Picot antlaşması

Lübnan’da 1861 yılında başlayan Mutasarrıflık idaresi döneminin en önemli özelliği süratli bir ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmenin kendisini göstermesi idi. İç çatışma ve sorunlar nisbi bir durgunluğa girerek ülkenin özellikle Avrupa ile ilişkileri hızlı bir gelişme kaydetti. Bu dönemde Maruni dostu ve koruyucusu olan Fransa, Lübnan’da 19. Yüzyıl sonlarında gelişen Hıristiyan milliyetçiliği fikrini destekledi. Nitekim ilerde, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devleti parçalanınca Lübnan’da Fransız manda rejiminin kurulmasında Maruni-Fransız dayanışmasının büyük rolü olacaktı. Fransa ve İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot antlaşması ile Suriye ve Lübnan Fransa’ya verildi.

1920’lerde ve 1930’larda Lübnan’daki din ve mezhepler bölgede cereyan eden milliyetçilik akımlarından çeşitli şekillerde etkilenerek nihayette bu kavramı Bağımsız Lübnan olarak yorumladılar ve bu dönemde birleşerek Fransa’ya karşı mücadele ettiler. İkinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz ve Fransızlar arasındaki çeşitli olaylar bağımsızlık hareketlerine zemin hazırladı: Lübnan’da bir ulusal antlaşma ile artık ülkenin başkanının bir Maruni, başbakanın Sünni, millet meclisi başkanın da Şii olacağı kararlaştırıldı. Lübnan halkından gelen baskılara dayanamayan Fransa 26 Kasım 1941 tarihinde Lübnan’a bağımsızlık vereceğini ilan etti ve 1943 yılında Lübnan bağımsız bir Cumhuriyet oldu.

Lübnan’ın siyasi sistemi Milli Misak’a (1943) ve Taif Anlaşması’na (1989) dayanmakta. Buna göre; cumhurbaşkanının Maruni, başbakanın Sünni, meclis başkanının Şii, meclis başkan yardımcısıyla başbakan yardımcısının Ortodoks olması gerekmekte. Taif Anlaşması ile siyasi gücün, farklı dinî cemaatler arasındaki dağılımı yeniden düzenlenmiş; bu bağlamda 99’dan 128’e çıkarılan milletvekili sayısının Hıristiyan ve Müslümanlar arasında eşit paylaşımı kararlaştırılmıştı (daha önce Hıristiyanlar lehine 6/5 oranında idi).

Filistinli Mültecilerin Bitmeyen Dramı

1948 yılında batılı devletlerin desteğiyle bölgede İsrail devletinin kurulmasıyla, binlerce Filistinli topraklarından göç ettirilmek zorunda bırakıldı. Çoğu Filistinli Ürdün ve Lübnan’a göç etti. 1967 savaşından sonra da büyük bir Filistinli topluluk Lübnan’a göç etti. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) dâhil birçok Filistinli örgütün temeli Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında atıldı.

Bağımsızlık sonrası kısa sürede toparlanan ve bölgenin en ihtişamlı ülkesi haline gelen Lübnan’da 1975 yılında iç savaş patlak verdi. Ülke tanınmaz hale geldi. 1976 yılında Lübnan’a güvenliği sağlamak için giren Suriye yönetimi ele geçirdi. Yine 1982 yılında kasap Ariel Şaron yönetimindeki İsrail ordusu Yasir Arafat ve FKÖ’yü yok etmek için ülkeye saldırdı. İsrail 1983 yılında bölgede çekildi ancak arkasında Sabra ve Şatilla gibi ünlü katliamları bırakıp çekilmek zorunda kaldı. İsrail Beyrut’tan ayrılmış olsa bile ülkedeki Hıristiyan grupları destekledi. İç savaş, farklı grupları finanse eden Suudi Arabistan’ın baskısıyla 1990’da sona erdi.

İç savaş sonrası yeniden huzur bulmaya çalışan Lübnan’da 2005 yılında Lübnan başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi ile yeniden bölgede patlamaya hazır bir bomba olduğunu gösterdi. Irak’ı işgal eden ABD, olayın arkasında Suriye’nin olduğunu iddia etti. Ardından ABD ve Fransa tarafından sunulan 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı Suriye’ye birliklerini Lübnan’dan çekmesini istedi. Suriye’de ilerleyen haftalarda bölgeden askerlerini çekti. Temmuz 2006 yılında İsrail, Lübnan’ı çok şiddetli bir şekilde bombaladı. Ancak Hizbullah grubu İsrail’e karşı güçlü bir mukavemet gösterdi ve İsrail’i püskürttü.

İslami gruplar ve Lübnan

Lübnan’ın geçmişten bugüne jeo-stratejik ve jeo-politik konumu gereği hem batı hem de bölge ülkelerinin çekim merkezi haline geldi. Batının tanımladığı Ortadoğu bölgesinin ortasında yer alan ve küçük bir adaya benzeyen Lübnan’daki tüm dini gruplar ve kavimler dışarıdan aldıkları destekle bugün ciddi manada örgütlü durumdalar. İstihbaratçılar ve ajanlar de için bir laboratuar olan Lübnan’da Mossad ve CIA başta olmak üzere birçok ülkenin istihbarat örgütleri cirit atmaktadır. Bahreyn’den sonra bölgenin en küçük ülkesi olan Lübnan, 10.500 kilometre karelik alanı ile hem Batı hem de bölge ülkeleri açısından hassas bir noktada duruyor. Sınır boylarının kısalığı ve yüz ölçümünün darlığı nedeniyle önemli stratejik noktaların birbirine yakın olması bu ülkeyi iki yüz yıla yakındır diken üzerinde yürütmektedir.

Lübnan’daki asıl unsurları oluşturan Hıristiyan, Dürzi, Sünni ve Şiiler de kendi içlerinde farklı farklı gruplara ayrılmaktadırlar. Örneğin Hıristiyan Lübnanlılar on iki kiliseye bölünmüşlerdir; Maruniler, Vatika’na bağlı olanlar, Ortodoks Rumlar gibi Dürzilerde kendi içlerinde farklı kabilelere bölünmüşlerdir. Bunlar arasında en güçlü olanlardan biri de Canbolat ailesidir.

Şii ve Sünni İslami gruplar da kendi içlerinde gruplara bölünmüşlerdir. Örneğin Sünni gruplar kendi aralarında cemaatler başta olmak üzere selefi ve sufi gruplara bölünmüşlerdir. Belli başlı Sünni grupların başında şunlar gelmektedir; Cemaatu’l İslamiyye (Lübnan İhvanı Müslimin Hareketi), İslami Eylem Cephesi, Tevhid Hareketi, El Lika el-İslami el-Mustakil, Hidayet ve İhsan Cemiyeti ve diğerleri. Bölgedeki hemen her ülkenin desteklediği bir grup veya cemaat bulunmaktadır.

Sonuç olarak geriye dönüp baktığımızda, Lübnan’da hâlâ huzurlu bir ortamın yakalanmamasının ardında, tamamen uluslararası güçlerin ve bölge ülkelerinin çıkar savaşının en büyük etken olduğunu görüyoruz. Ülkedeki Hıristiyan, Dürzi ve Müslüman tüm gruplar hemen hemen dışarıdan aldıkları destekle ile projelerini devam ettirmektedir. Bundan dolayı ilk kavgası sedir ağacı ile başlayan Lübnan’ın gelecekte bir huzuru yakalaması zor görünmektedir.

Eğer Lübnan gerçek manada bir huzuru arıyorsa, öncelikle 1920’ler Fransızların dayattığı modelden kurtulmalıdır. Ardından ülkedeki tüm gruplar dışarıya olan bağlarını kesmelidir. Böylece kolay yutulur bir pasta olmadıklarını göstermelidirler. Yoksa bu ülkede kaos ve karışıklığın seçimlerle sona ereceğini beklemek safdillik olur.

Kısacası, bir bardak suda fırtınalar koparan 8 Mart ve 14 Mart ittifaklarının bu seçimdeki parlak sloganları ve zafer naraları yine bir işe yaramayacaktır. Çünkü küçük bir devlet içindeki taifeci ve mezhepçi devletçilikler beraberinde bunalımdan başka bir şey getirmez.

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV