Arkeoloji çağımızın önemli bilim dallarından biridir. Antik Yunanca’daki “arkhaios” (eski) ve “logos” (bilim) kelimelerinin birleşiminden oluşan arkeoloji, kısaca “Eskinin bilimi” demektir. Arkeologlar, antropologlar ve filologlar sayesinde kadim kavimler hakkında yeni şeyler öğrendiğimiz gibi, ölmüş birçok dilin yeniden canlandırıldığına şahitlik ettik. Zira bundandır ki, bugün dünyanın birçok yerinde arkeologların ve filologların ortaya çıkardığı yeni keşifler çerçevesinde tarih ve medeniyetler tarihi yeniden yazılıyor ve çiziliyor.
Ancak arkeologların, antropologların ve filologların inkar edilemez bu başarı ve keşiflerine rağmen bir yandan da tarihin en büyük tahrif, hırsızlık ve saptırmalarına da tanıklık ediyoruz. Batılılar tarafından, 1798’de Napoleon’un Mısır işgali ile başlayan antik eserlere ilgi, 200 yıldır aralıksız devam ediyor. Paris’teki Louvre, Londra’daki British Museum, Berlin’deki Pergamon, New York’taki Metropolitan vb.. birçok müze batının şarkın antik eserlerini sergilediği ganimet alanları haline geldi. Böylece şarkın hazineleri ve antik tarihi eserleri artık batının şaşalı müzelerinde turistlerin hayran bakışlarını süslüyor.
Ayrıca geçen yüzyılın birçok arkeoloğu ülkelerinin çıkarları için casusluk yapan ünlü isimlerden oluşuyordu. Hollywood’un Birinci Cihan Harbi’ndeki serüvenleri yüzünden “Arabistanlı Lawrence”a olarak adlandırdığı T. E. Lawrence Oxford eğitimli bir klasik dönem arkeoloğuydu. Sir Leonard Woolley ile Irak’ta İbrahim (as)’ın doğum yeri olan Ur kentinde kazılar yapmışlardı. İngilizler tarafından “Çöl Kraliçesi” olarak adlandırılan Gertrude Bell de bir casus idi. Mezopotamya’daki birçok arkeolojik faaliyete katıldığı gibi eşiyle de birlikte coğrafyamızın birçok eserini batının müzelerine katmış ve krallarına hediye etmişlerdi.
Ortadoğu’daki arkeolojik, antropolojik ve filolojik faaliyet beraberinde sosyal bilimleri etkisine altına alacak olan “Oryantalizm/Şarkiyatçılık”in doğuşunu sağladı. Batı’daki köklü müzeler de, oryantalist söylem üzerine inşa edildi. Bu suretle Batı, müzelerinde sergilediği tarihi eserleri, farklı kültürleri ve tarihleri paylaşmak için değil, genelde iktidar aracı olarak kullandı. Kabaca ifade etmek gerekirse, arkeoloji, antropoloji ve filoloji güç ve nüfuz için mücadele eden batı ülkelerine hizmet içindi genelde…
Bir kaç istisna dışında arkeoloji, antropoloji ve filolojinin öncüleri her zaman kendi kendi ülkelerinin ajanları olarak kadim uygurlıkların hazinelerini çalan birer sanat avcısı olduğu inkar edilemez bir hakikat. Arkeologlar ve filologlar, geçtiğimiz yüzyılın büyük bir bölümünde önce dilbilim oyunları oynayıp sonra da daha yakın zamanda arkeolojik kalıntıları inceleyerek üstün gayret gösterdiyse de, tarihi çarpıtmak için de kullandıkları çok bariz bir şekilde ortada.
Son çeyrek asırdır da arkeologların yeni başka oyunlarına tanıklık ediyoruz. Irak’ta, Mısır’da veya Bilad-ı Şam topraklarında kadim uygalıklar üzerine araştırma yapan arkeologlar, başta İncil ve Tevrat’ı ve son yıllarda da Kur’an’daki tarihi hakikatleri çarpıtmak için ele geçirdikleri tabletleri ya da tarihi eserleri yanlış okumalara tabi tutarak Müslüman halkları Kur’da hakkında şüpheye düşürmek için yine bildik casusluk oyunları icra etmektedirler. Bunun başını ise özellikle cizvitlerin ülkesi Hollanda’daki belirli araştırma merkezleri çekiyor. “Kutsal Kitap Arkeolojisi” adı altında yapılan araştırmalar üzerinden ya peygambeler tarihi inkar ediliyor ya da peygamler babilin, sümerlerin veya Mısır’ın kralları olarak gösterilmeye çalışılıyor. Hakikatte bunu yeni bir “din” inşası olarak da okuyabiliriz.
Geçen yüzyılda bilim miti putlaştırılmış ve “bilime inanıyorum” diyenler bilim ile dini iki zıt kutup olarak zihne kazımaya çalışmıştı. Şimdilerde ise “Bilim Putu”nun çökmesiyle birlikte son yıllarda bu kez “arkeolojiye inanıyorum” diyenler arkeoloji ile dini iki zıt kutup olarak insan muhayyilesine işlemeye devam ediyor. Bazı arkeologların son yıllarda Tevrat ve İncil okumaları üzerinden peygamberlere ve nübüvvete getirdikleri eleştiriler bu kez Iraklı Dr. Haz’al el-Macidi, Mısırlı Ahmed Osman vb.. isimler üzerinden İslam tarihine de yöneltiliyor. Tarihi eser okumalarının ve tablet okumalarının nasıl çarpıtıldığı yazımızın konusu olmadığı için girmiyor. Fakat geniş bir okumaya tabi tuttuğunuzda bu batılı casusların neler yapmak istediğini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.
Hasılı kelam, arkeoloji, antropolji ve filoloji post-modern zamanların çağdaş insanın muhayyilesini oluşturan önemli bilim dalları olarak önümüze çıkıyor. Bu bilimler sayesinde insanoğlu, Mısırlılar, Babilliler, Fenikeliler, Assurlular, Persler, Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar, Hititler, Mikenler, Kenanlılar, Kıbrıslılar, Filistler, İnkalar, Aztekler vb.. daha bir çok kavmin tarihi konusunda birçok şey öğrendi. Fakat bütün bunlara rağmen arkeologların ve filologların casusluk faaliyetlerini ve oynadıkları tahrif rollerini de asla unutmamalı. İslam dünyası artık kendi arkeoloji, antropoloji ve filoloji ordularını yetiştirmeli. Müslüman halkların İslam ile bağını zayıflatmak için İslam öncesi kadim medeniyetleri ve halkları yüceltenlere karşı yeni bir tarih ve medeniyet okuması ortaya koymalıyız…
Sudan’da birkaç gündür Milli Ordu ile darbe girişiminde bulunan Hızlı Destek Kuvvetleri arasındaki çatışmalar devam ediyor. Çatışmalarda onlarca kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin de yaralandığı ifade ediliyor. Sudan Ordusu’nun başında General Abdülfettah el-Burhan, Hızlı Destek Kuvvetleri’nin liderliğini ise komutan Hımidti (Muhammed Hamdan Dagalo) bulunuyor. Sudan ordusu, 2019 yılında ülkeyi 30 yıl yöneten Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i, Darfur bölgesinde silahlı bir milis güç olarak ortaya çıkan ve daha sonra Hızlı Destek Kuvvetleri olarak ordu içinde bir birime dönüşen grup ile birlikte devirmişti. Beşir’i devirmek için ittifak kuran iki komutan bugün birbirleriyle çatışıyor.
Abdülfettah el-Burhan, ordu, güvenlik, istihbarat servisleri ve birleşik polis güçleri dahil olmak üzere ordunun ve silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Son imzalanan anlaşmaya göre, Hızlı Destek Kuvvetleri bu silahlı kuvvetlerden biridir, ancak özel bir statüye sahiptir. Hızlı Destek Kuvvetleri genel anlamda daha çok Sudan ordusuna veya silahlı kuvvetlerine paralel bir ordu gibidir ve özel ayrıcalıklara, bağımsız mali kaynaklara ve bağımsız siyasi ilişkilere sahiptir. Genellikle komutanlarının ordununkinden farklı olduğunu ve özel bir statüye sahip olduklarını söylerler. Sayıları, son zamanlarda bariz bir şekilde arttı ve neredeyse güçleri sayı bakımından ordu ile aynı seviyeye yaklaştı. Silahlanmaları ise hafif ve orta düzeydedir.
Rusya ile ilişkilerini geliştirdikten sonra kendilerine bir zırhlı kuvvet ve bir hava kuvveti eklemeye çalıştılar. Öyle ki Hızlı Destek Kuvvetleri’nin lideri Hımidti’nin son Türkiye ziyareti sırasında Ankara’dan insansız hava aracı satın almaya çalıştığı ama Türkiye’nin bunu reddettiği belirtiliyor. Genel olarak ordu ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasındaki sorunlar eskidir ve bu kuvvetlerin ordunun aleyhine güçlendiği gerekçesiyle orduda birçok iç sorun ortaya çıktı. Geçen Aralık ayındaki çerçeve anlaşmadan sonra olaylar gelişti. Bu kapsamda Ordu, hızlı destek kuvvetlerinin iki yılı geçmemek üzere desteklenebileceğini teyit eden belgeler ve çok yönlü bir plan sunmuştu.
Hızlı Destek Kuvvetleri, bu dönemde entegrasyonun gerçekleşemeyeceğini ve silahlı kuvvetlere entegrasyon sürecini tamamlamak için on yıla ihtiyaç olduğunu savunuyordu. Alman uyruklu olan BM Sudan Temsilcisi Volker Perthes de Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri ve Hızlı Destek Kuvvetleri ile anlaşarak, bunun beş ila altı yıllık bir süre içinde mümkün olduğuna dair bir planı sundu. Bu sorunun kaynağı aslında, Özgürlük ve Değişim Bildirgesi güçlerinin uluslararası elçi ile işbirliği içinde farklı bir bakış açısına sahip olmasıdır. Onlara göre, mevcut ordunun komuta kademesi derin devletin kendisidir ve önceki rejimin bir uzantısıdır dolayısıyla durum bu şekilde devam ettirilemez.
Bunun yanı sıra Darfur’da Abdulvahid Muhammed Nur ve Güney Kurdufan’da Abdülaziz el-Hilu başta olmak üzere Cuba Barış Antlaşması’nı imzalayan ve imzalamayan silahlı hareketlerin güçlerinden ve Hızlı Destek kuvvetlerinden oluşan yeni bir Sudan ordusu oluşturulması talep ediyorlardı. Bu durum sonunda orduyu kızdırdı ve Kuzey Eyaletindeki Marawi Havalimanına makineli tüfeklerle donatılmış yaklaşık 100 aracın gönderilmesi üzerine arka arkaya büyük olaylar gelişti. Hızlı Destek Kuvvetlerinin burada bulunması için hiçbir neden yoktur çünkü Marawi Havalimanı aslında Mısır ve Sudan arasındaki askeri işbirliğinin en önemli merkezlerden biridir. Silahlı Kuvvetlerdeki Müşterek Harekat’tan izin almadan Marawi Havalimanı çevresine konuşlandılar ve bu çok büyük bir gerilim yarattı. Daha sonra yüzlerce tank, önceki Cuma günü gizlice hareket ederek Hartum Eyaletine girdi ve burada bulunan onlarca Hızlı Destek noktasına katıldı. Bu, Hızlı Destek Kuvvetlerinin iktidarı ele geçirmek üzere olduğuna dair tam bir istihbarat sinyali verdi ve ardından Sudan’da olaylar başladı.
Sudan ordusu Hava Kuvvetlerini kullanarak, Hızlı Destek Kuvvetlerinin Hartum Eyaletindeki tüm karargahlarını vurarak tamamen yok etti ve ardından iletişim sistemlerini vurdu. Bunun sonucunda Hızlı Destek Kuvvetleri tüm saha komutanlıkları ile iletişimini kaybetti ve haliyle karargahlarına giden destekler kesildi. Tahminlere göre, Hızlı Destek Kuvvetleri büyük bir darbe aldı. Ordu, Hartum eyaletindeki durumu kontrol ediyor ve dün akşamdan önce ana operasyonları fiilen tamamladı. Şu anda eyalet içindeki operasyonlardan geriye kalanlar sadece tarama operasyonlarıdır ve Hızlı Destek Kuvvetlerinin manevi bir zafer elde etme çabasıdır.
Sudan ordusunun tüm güçleriyle zaferin ilk adımlarını sağladığı çok açık, ancak şimdi asıl mesele Hartum eyaletinde değil. Hızlı Destek Kuvvetlerinin ana gücünü barındıran ve büyük bir yerel desteğe sahip olduğu Darfur eyaletinde süreç ordu için daha zor olacak. Bu nedenle Hımidti ve kardeşlerinin şehirlere değil Darfur kırsalına gitmelerini bekliyorum çünkü şehirler başta Mini Arko Minavi ve Cibril İbrahim olmak üzere orduyla ittifak halindeki silahlı hareketler tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla, kırsala giderek saflarını yeniden düzenlemeye çalışacaktır. Böylece Darfur krizi tekrar geri dönecektir ama bu kez daha organize ve daha eğitimli güçlerin varlığıyla.
Sudan ordusunun, kendisinden ve istihbarat servisinden görevlendirilen subaylar aracılığıyla Hızlı Destek Kuvvetleri’nin iç sistemine sızmayı başardığı belirtiliyor. Bu subaylar emir aldıklarında güçlerinin çoğunu yanlarına alarak geri çekildiler bu sayede Hartum eyaleti içindeki Hızlı Destek Kuvvetleri fiili olarak çözülmüş oldu. Ama halen Hımidti’nin ailesi olan Dagalo ailesi ile doğrudan bağlara sahip Hızlı Destek Kuvvetleri’he yakın subaylardan oluşan altyapı veya sağlam yapı bulunuyor. Bunlar operasyonları yönetiyorlar ama şu anda çok zayıflar. Hızlı Destek Kuvvetleri’nin faaliyet merkezi bundan sonra Darfur’da olacak. Ordunun o bölgedeki aşiret liderlerini kontrol etmek için aldığı tedbirler var. Bunların başında Cancavid güçleri geliyor. Cancavid güçleri Hımidti’nin başlangıç noktasıdır ancak daha sonra onlara karşı gelerek Sudan Güvenlik Servisi ile birlikte Hızlı Destek Kuvvetlerini kurdu. Şu anda bu liderlerin başında Şeyh Musa Hilal var o yüzden Hımidti ve aşiretinin etki alanlarında muhtemelen onlar egemen olacaklarıdır.
Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan, küresel güçlerin hep hedefinde oldu. 2011 yılında BM’nin oyunları ile ülkenin güneyinde ayrı bir devlet kuruldu. Şimdi de ülkenin Kuzeyi’ni bölmeye yönelik girişimlerin olduğu çok bariz bir şekilde görülüyor. Olayların ileride nereye evrileceğini hepimizi göreceğiz…
Her Ramazan olduğu gibi, bu Ramazan ayında da İsrail işgal güçleri Mescid-i Aksa’yı postalları ile kirletti. İsrail’den güç bulan ırkçı Hindistan yönetimi de Müslüman mabedlerine yönelik saldırılarını sürdüyor. Nereden bakarsanız bakın bu suçun asıl müsebbibleri birinci derecede Müslümanlar, ikinci derecede ise mabedlere yönelik bu saldırılara sessiz kalan uluslararası kurumlardır. Her Ramazan ayında İslam aleminin manevi ortam içinde iken buna alıştırılması ise tarifi namümkün bir hâl arzediyor.
Kudüs yine bir Ramazan ayında, Hz. Ömer (ra) döneminde, Müslümanların kontrolüne geçmişti. Hz. Ömer (ra) döneminde Müslümanlar Fars topraklarını, Irak’ı, Suriye’yi, Anadolu’nun bir kısmını ve Mısır’ı aldıktan sonra Kudüs’e yönelmişlerdi. Kudüs Patriği Sophronios, Kudüs’ü kuşatan Müslümanların komutanı Ebu Ubeyde b. Cerrah’dan adil bir yönetici olarak duydukları Halife Hz. Ömer’in Kudüs’e gelmesi halinde Kudüs’ün anahtarlarını ona teslim edeceğini haber verdi. Ebu Ubeyde, Medine’de olan Halife Hz. Ömer (ra)’a haberi ulaştırdı. Halife Ömer (ra) konuyu Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra) ile istişare etti. Şura heyeti Hz. Ali’nin gitmesi yönünde açıkladığı reye destek verdi. Böylece Hz. Ömer (ra) yerine Hz. Ali (ra)’ı vekil bırakarak Şam üzerinden Kudüs’e doğru yola çıktı. Çünkü Kudüs önemliydi, Allah resulü (sav) bütün sahabilerine orayı işaret etmişti.
Halife Hz. Ömer (ra) Cabiye’den Kudüs’e kadar giderken, kölesiyle nöbetleşe deveye biniyorlardı. Hz. Ömer (ra) Kudüs’e yürüyerek girdi, kölesi ise siyah deve üzerindeydi. Başında sarık veya kalensüve (takke vs) yoktu. Saçı döküldüğü için güneş altında kafası parlıyordu. Pamuklu bir gömleği vardı. Eskimiş ve yan tarafları yırtılmıştı… Kudüs ahalisinin reisiyle görüşmeden önce gömleğini çıkardı, yıkadı ve yamaladı. Bunun üzerine sahabilerden biri ona: “Sen Müslümanların liderisin. Bu beldede sana deveye binmek yakışmaz. Şayet bundan başka bir şey giyseydin ve bir ata binmiş olsaydın bu Rumları daha çok etkilerdi” dedi. Hz. Ömer (ra) bunun üzerine şöyle dedi: “Allah (cc) bizi İslam ile aziz kıldı. Allah’I bırakıp O’nun yerine başka bir şey aramayız.”
Hz. Peygamber (sav)’in Kudüs özlemini bilen 4 bin sahabi de Kudüs fethini görmek için orada idi. Hatta sahabilerin çoğu Allah Resulü (sav) döneminde Kudüs’ün Mekke’den önce fethedileceğini düşünüyordu. Ancak Kudüs’ün fethi Hz. Ömer’in halifeliği döneminde gerçekleşti. 4 bin sahabi Hz. Ömer (ra) ile birlikte Kudüs’e girdi. Kudüs Patriği Sophronios bir heyet ile birlikte Hz. Ömer (ra)’i karşıladı. Tarihler Nisan 637 yılını gösteriyordu. Kudüs’ün barış ismine “Daru’s Selam” uygun bir fetih oldu. Ünlü Müslüman tarihçi Belazuri bu fetih için “Kolay bir fetih oldu” ifadesini kullanmıştır. Ehli Kitap mensubu tarihçiler de Hz. Ömer’in Kudüs fethini tarihin en barışçıl ve adil fethi olarak adlandırmışlardı.
Patrik Sophronios, Hz. Ömer (ra)’e Kudüs’ın anahtarlarını bizzat teslim etti. Böylece Kudüs, Hz. Ömer’in (ra) anahtarlarını teslim aldığı tek şehir oldu. Hz. Ömer Kudüs halkıyla sulh yaptı ve orada bunu kağıda geçirdi. Tarihe “Ömer Ahidnamesi” olarak geçen bu belgede yazılanlardan bazısı şöyle idi: “Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah’ın kulu, Mü’minlerin emiri Ömer’in Kudüs halkına vermiş olduğu emandır. Bu, onların canları, malları, kiliseleri, haçları, hastaları, sağlamları ve diğer dindaşları için verilmiştir. Kiliseleri Müslümanlarca kullanılmayacak ve müştemilatı da dahil yıkılmayacaktır. Kiliselerden ve arsalarından, Hıristiyanların haçlarından ve mallarından hiçbir şey eksiltilmeyecktir. Din değiştirmeleri için baskı yapılmayacak, hiçbiri bu uğurda zarara uğratılmayacaktır…”
Hz. Ömer’in Ahidnamesi, Müslümanlar için gayrimüslimlerle ilgilenmek için ideal bir model olarak günümüze kadar geçerli oldu. Tarihteki ilk dini özgürlükler belgesi olarak da anılır. Patrik Sophronios, ahdi aldı, baktı ve ağlayarak şöyle dedi: “Ey Ömer, vallahi biz senin emin ve adil olduğunu biliyorduk. Senin devletin işgalci bir devlet değildir. Bu yüzden yıllarla birlikte yok olmayacak ve adalet onu koruyacak ve ölümsüzlüğünü garanti edecektir.” Patrik, “Ömer Ahidnamesini” abanoz bir kutuya koydu ve sakladı. Bugün o ahidname halen Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’nde muhafaza edilmektedir.
Hz. Ömer (ra) Fars topraklarının, Irak’ın, Şam’ın ve Mısır’ın fethine gitmedi. Ancak Filistin, Kudüs’ün fethine katıldı. Çünkü Filistin ve Aksa’nın önemini biliyordu. Onun beraberinde oraya giden sahabiler de, Mescidi Aksa’nın Müslümanların iki kıbleden ilki ve üçüncü haremi şerifi olduğunu biliyorlardı. Kudüs şehrinin anahtarlarını alan ve Hıristiyanların hayatlarını ve dini ritüellerini güvence altına alan Hz. Ömer, patrik Sophronios’un öncülüğünde binlerce sahabi ile birlikte Kudüs sokaklarını dolaştı.
Müminlerin Emiri Kudüs’te bulunduğu sırada Mescid-i Aksa’yı aramış, bulamayınca Patrik Sophronios’a Mescidi Aksa’nın yerini sormuştu. Patrik, Mescid-i Aksa’nın olduğu yerin pislik ve çöp yeri olarak kullanıldığı anlattı. Hz. Ömer, Mescid-i Aksa’nın olduğu yere varınca, derhal kolları sıvadı, mescidi temizlemeye ve süpürmeye başladı. Onu gören sahabiler de kolları sıvayıp Mescidi Aksa’yı temizlemeye koyuldu. Müslümanları izleyen şehir halkı da sahabilere temizlik konusunda yardım etti. Hz. Ömer önce Hz. Peygamberin miraca çıktığı Kubbetü’s Sahre’yi temizledi. Orada iki rekât namaz kıldı. İlk rekâtta Sad suresini okudu. Secde ayetine gelince Davud (as) gibi secde etti. İkinci rekatta ise baş tarafından İsra olayından, Allah’ın Filistin topraklarını bereketli kılmasından, Yahudilerin iki defa bozgunculuk yapcağından ve müminlerin onlara galip geleceğinden bahseden İsra suresini okudu. Bugün Hz. Ömer’in ilk namaz kıldığı bu yerde inşa edilen camiye “Ömer Camii” denilmektedir.
Bir gün sonra Hz. Ömer (ra) binlerce Sahabi ile birlikte Mescidi Aksa’da Cuma namazını eda etmek için biraraya geldi. Hz. Ömer (ra), sahabiler içinde buluna Hz. Bilal (ra)’i işaret ederek: “Kalk Ey Bilal, bize ezan oku” dedi. Bilal, “Ey Mü’minlerin emiri, ben Allah Resulü (sav)’den sonra ezan okumayacağıma dair yemin ettim…” diye cevap verdi. Hz. Ömer, “Ey Bilal, burada ezan okuman Allah resulünü sevindirir… Kalk ve Ezan oku. Eğer Resulullah aramızda olsa idi sana ezan okumanı emrederdi” dedi. Bilal bunun üzerine ayağa kalktı ve ezan okudu. Muhammedun Resulullah’a vardığında Hz. Ömer ve bütün sahabiler ağlamaya başladı. Hem Müslümanlar ağladı hem de Kudüs’te Müslümanları izleyen Ehl-i Kitap’tan insanlar gözyaşlarına boğuldu. Sonra Ömer (ra) oraya bir mescid yapılmasını emretti ve ahşaptan bugün Kıble Camii olarak anılan yere 3000 kişinin namaz kılabileceği bir mescid yapıldı.
Hz. Ömer (ra) Kudüs’te birkaç gün kaldı. Kudüs’ten ayrılmadan önce Peygamber kokulu bu toparakları son kez temaşa ederek gezdi ve Müslümanlara bir hutbe irad etti: “Ey İslam ehli! Şüphesiz ki Allahu Teâlâ size olan vaadini yerine getirdi. Sizi düşmanlarınıza galip getirdi. Sizi bu ülkelere varis kıldı. Sizi yeryüzünün hakimleri yaptı. Nankörlük etmeyin ve Allah’ın kitabına sık sıkıya sarılınız.” Hz. uzun süren veda konuşmasının ardından sahabilerin içini bir hüzün kapladı. Sahabilerin birçok Hz. Ömer’e gelip, Hz. Peygamberin müjdelediği bu kutsal şehirde yaşamak ve vefat etmek istediklerini belirtti. Hz. Ömer, Kudüs’te yaşamak isteyenler izin verdi ve diğer sahabilerlerle birlikte son kez Kudüs’e bakarak Medine’ye doğru yola çıktı…
Hz. Ömer’den sonra Kudüs’ü idare eden Müslüman yöneticiler, Hz. Ömer’in ahidnâmesine sıkı sıkıya bağlı kaldı. Selâhaddin Eyyûbi, 1187 tarihinde Kudüs’ü uzun süren mücadelelerden sonra Haçlılardan aldığında şehirde bulunan gayrimüslimlere asla dokunmadı. Osmanlı padişahları da Hz. Ömer (ra)’in ahidnâmesine bağlı kalarak bu çok farklı etnik ve dini yapıya sahip bölgeyi huzur içerisinde yönettiler. Ancak tarih bize Sasanilerin buraya fethettiğinde binlerce insanı kıyımda geçirdiğini, Bizanslıların ve Haçlıların Kudüs’e girdiklerinde taş üste taş bırakmadıklarını, Yahudilerin de Kudüs’ü aldıklarında neler yaptığını 70 yıldır bütün dünya gün be gün müşahade etmektedir.
Kudüs Müslümanların gölgesinde barışı tattı. Çünkü Yahudiler, Hz. İsa (as)’yı ve Hz. Muhammed (sav)’i peygamber olarak kabul etmedikleri için hem Hristiyanlara hem de Müslümanlara zulmediyor yıllarca. Hıristiyanlar da Hz. Muhammed (sav)’i peygamber olarak kabul etmedikleri gibi Yahudileri de Hz. İsa’nın katlinden sorumlu tuttukları için Kudüs’ü aldıklarında hep zulmettiler. Bundan dolayı bugün Kudüs’ü barış içinde yönetebilecek tek din Müslümanlardır. Müslümanların da bu hakikati yüksek sesle bütün dünyaya duyurmaları gerekmektedir.
Ancak gelin görün ki, Müslümanlar Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettiği 15 Nisan 637 ve Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ü fethettiği 2 Ekim 1187 gününü anmaktan acizler. Halbuki Müslüman dünya, Hz. Ömer (ra)’in Kudüs’ü fethettiği 15 Nisan’ı ve Selahaddin Eyyübi’nin fethettiği 2 Ekim gününü “Kudüs Günü” olarak ilan edebilirler. Müslüman ülkeler de bu günleri BM’de “Uluslararası Kudüs Barış Günü” olarak kabul ettirebilirler. Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettiği yıl Ramazana denk gelmişti, ilginç olan Hz. Ömer (ra)’ın fetih yılı bu yıl Ramazan ayına denk geldi. Umarım bu vesile ile İslam İşbirliği Teşkilatı (İKT) ve Müslüman ülkeler 15 Nisan’ı “Kudüs Günü” olarak bütün dünyaya duyururlar.
Küresel güçler neden İslam’ı istemiyor? Niçin İslamofobi’nin yaygınlaşması için çaba sarf ediyorlar? Müslüman dünyadaki gelenekçi-modernist, selefi-sufi, Sünni-Şii ve tarikat-cemaat kavgalarının büyümesi için neden milyonlarca dolar para harcıyorlar? Endonezya’dan Fas’a tarikatlar ve cemaatler içinde dışlayıcı ve tekfirci insanlara el altından, belirli şirketler üzerinden niçin sponsor oluyorlar? Bu küresel güç odaklarının hedefi nedir? Elbette birçok sebep zikredilebilir ancak gelin size Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar birçok aydın ve entelektüelin ittifak ettiği İslam’a açılan küresel savaşın ana mevzusu üzerinde duralım:
1- Dünyada uyuşturucu ticaretinin hacmi Interpol’e göre yılda 426 ila 652 milyar dolar değerindedir.
2- Dünya çapında alkollü içeceklerin pazarı 2020 yılı itibariyle 1,58 trilyon dolar olarak belirlenmiştir.
3- Dünyada silah ticaretinin hacmi yaklaşık 41 trilyon 142 milyar dolar değerindedir.
4- Dünyada fuhuş ticaretinin hacmi yılda yaklaşık 500 milyar dolar değerindedir.
5- Dünya göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretinin hacmi 400 milyar dolar değerindedir.
6- Dünyada kumar oyunlarının hacmi yılda yaklaşık 110 milyar dolar değerindedir.
7- Dünyada altın ticaretinin hacmi 19,3 trilyon dolar civarındadır.
8- Dünya küresel oyun sektörünün ticaret hacmi 2021 verilerine göre 180,3 milyar doların üstündedir.
Bunların üstüne bir de sinema ve animasyon filmleri için harcanan trilyonlarca dolar değerindeki parayı da katın, İslam’ı neden istemediklerini anladınız mı?
Bunlar üzerinden dünyada bir kültür oluşturuyorlar. İslam âlemi başta olmak üzere bütün dünyanın bu kültürü kabul etmesi için de trilyonlarca dolar harcıyorlar. Kabul etmediğinizde de baskı ve tehditlerle yıldırmaya çalışıyorlar.
Yıllık piyasa değeri trilyon dolarları bulan ve insanı mahvetmeye çalışan bu küresel ticaretin karşısında durduğu için İslam’ı istemiyorlar.
Bu ticaret, büyük ülkelerin başkanları, hükümetleri ve istihbarat servisleri tarafından da destekleniyor. Uluslararası şirketler üzerinden bunun ticareti yürütülüyor. Birçok ülkede küçük mafya örgütlerine; el altından derneklere, vakıflara, dinî cemaatlere, tarikatlara dünyanın her yerinde milyarlarca dolar aktarılıyor.
Her yıl milyonlarca insan dünya genelinde uyuşturucu, alkol, fuhuş, silah ve kumar mafyası tarafından esir alınıyor. Tatil köyleri, eğlence merkezleri, oteller ve kriz bölgelerinde kadınları ve erkekleri ağlarına düşürüyorlar. İslam, süper güçlerin ekonomilerinin can damarı olan bu küresel ticaret mafyasına savaş açıyor. Trilyonlarca dolar değerindeki bu küresel ticarete İslam çomak sokuyor.
Peki, hâl böyleyken süper güçlerin, hükümetlerin ve uluslararası mafyanın arkasında durduğu bu küresel şirketlerin, İslam’a karşı çıkmadan onu hoş karşılayıp önüne kırmızı halı mı sereceğini düşünüyorsunuz? Dünyanın her yerinde neden İslam’ı karalamak için medyada ve sinemada milyarlarca dolar harcadıklarını anlıyor musunuz?
İşte bu nedenle, varlıklarını tehdit eden İslam’a karşı savaş açmaları gerekiyor. Bu küresel mafya, İslam’ı karalamak ve ona terörizm damgasını vurmak için global medya organlarını satın alarak onları bu konudaki en önemli araç hâline getirdi. Bu sayede dünya, İslam ve terörizmi aynı madalyonun iki ayrı yüzü olarak görmeye başladı. Bununla birlikte dünya çapında İslamofobi olarak bilinen korkuluk ile insanların kalbine kök saldılar.
Dünya genelinde İslam’ın terörü temsil ettiğini yaydılar ve İslam’ı terörizm olarak damgalayan birçok film ürettiler. Uluslararası mafyanın medyası tarafından ortaya atılan bu yalana bütün dünya inandı ve herkes tek ses olarak, “İslam aşırılıktır, terörizmdir” dedi. Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmekle eşdeğer olduğunu söyleyen İslam, onlara göre bir aşırılık dini hâline geldi!
Bunun için de bir kısım Müslümanı parayla satın alıp milyarlarca dolar karşılığında kendilerine sözcü yaptılar. Müslüman ülkelerin gazetecileri İslam’ı suçlar oldu. Yönetmenleri ve yazarları İslam’ı suçlayan filmler yaptı ve kitaplar yazdı. Yine küresel çetenin satın altığı birkaç alçağı göstererek 2 milyar Müslüman’ı itham altında bıraktılar.
Müslümanlar ise birbirlerini suçlar hâle geldiği gibi neredeyse İslam’ı da suçlar hâle geldi. Herkes suçu o veya bu cemaate-tarikata atıyor. Zavallılar, küresel mafyanın milyarca dolarının figüranı olduğunu göremiyor. Eğer bağnazlık gözünüzü ve kalbinizi köreltmediyse, o zaman gözlerinizi ve kalplerinizi açarak dinleyin. Sizi Allah’ın sözünden, kitabından nasıl da ustaca uzaklaştırdıklarını görün artık. İslam’ı terör ile nasıl özdeştirir hâle getirdiklerini ve kalplerinizi ona inandırmakta ne kadar da maharetli olduklarını görün! “Siyasal İslam” veya “İslamî terörizm” ile mücadele adı altında Müslüman ülkeleri ne hâle getirdiklerine bir bakın!
Bu küresel ticaret mafyasının İslam’a karşı açılan savaşı elbette devam edecektir. Kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına her yıl milyonlarca Müslüman’ı desiseleri ile İslam’dan uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Herkes bir şekliyle onların açtığı dünya cenneti vaadiyle incinmiş biri olarak İslam’ı ve Müslümanları suçlayıp İslam’dan uzak duracak… Bu arada aydınlarımız felsefe yapadursun, cemaatlerimiz ve tarikatlarımız de birbirleriyle uğraşadursun ki şeytanlar da ortalıkta o paraların verdiği rahatlıkla cirit atabilsin…
Günaydın pırıl pırıl gün, günaydın seher vakti, günaydın öten kuşlar, günaydın rengarenk çiçekler, günaydın billur gibi akan dere, günaydın mis gibi kokan tabiat… Cennette hafif ve tatlı esen rüzgarlar misali ılgıt ılgıt esiyor sabah yeli. Çiylerle raksediyor güneşin ilk ışınları. Seher vaktindeki bu tatlılık, susuzluk sonrası tatlı suyu yudumlamanın hoşluğunu bırakıyor insanın dimağında. Bahar aylarında gece gökyüzü de, bir yıldızlar şölenine dönüşür. İşte bundandır ki, mevsimler arasında ilkbahar bir başka güzeldir. Rubaîleri ile tanınmış dünyaca ünlü şairlerimizden Ömer Hayyam, baharın gelişin şöyle betimliyor:
“Güzel bir gün; hava ne sıcak, ne soğuk.
Yağmur gül bahçesinin tozunu alıyor.
Bülbül sarı güle hal diliyle
Feryat ediyor, diyor ki: İçmek gerek!”
İlkbahar hayatın dirilişidir. Bahar uzun bir kış uykusu sonrası tabiatın yeniden canlanışıdır. Hemen her yerde bir hareketlilik başlar. Diriliş sesi yükselir dört bir yandan. Bahar mevsimi, tazelik ve canlılık, sevinç ve heyecan bahşeder alemi hayavanata, nebâtâta ve cemadâta. Yaşlılar ise baharda adeta yeniden vücut buluyormuş gibi azalarının artan şikayetlerinden müşteki. Halbuki kış ile birlikte yorulan ve soğuyan iskeletlerine bahar havası ve güneşinin dokunuşu ile birlikte vücudun kendini yeniden gençliğe hazırlayış çabasıdır bu…
İlkbahar cennetin dünyadaki izdüşümüdür. Bahar cennetin insan mühayyilesinde yeniden vücut bulmasıdır. Soğuk ve zulmetin gitmesi, etrafın gül, gelincik, lâle, sünbül, nergis çiçekleriyle süslenerek adeta cennet bahçesine dönmesi; suların çoğalarak akarsuların coşkun akması, sabâ rüzgârının can bağışlaması, yeryüzüne bir letâfet gelmesi; yeme, içme, gezmenin vakti olması insana cenneti hatırlatır. İnsanoğlunun ilk babası Adem (as)’in cennetten çıkarılmasının üzerinden binlerce yıl geçti. Fakat insanoğlu, baharla birlikte cennetten çıkarılışına hep hüzünlenir. Her insanın dünyanın belirli yerlerini, özellikle ruhunun sükun edeceğin mekanlar olarak görmesi garip değil mi? Acaba baharın güzelliği, Adem ve Havva validemizden beri insanoğlunun hayalindeki cennetin, insan ruhundaki yansıması olabilir mi?
İlkbahar çocuklaşmaktır. İlkbahar çocuksu ruha dönüştür. Çünkü ruhunuz çocuksu bir ruha, neşeye ve eğlenceye sahip değilse tabiatın güzelliğini idrak edemezsiniz. Çocuksu bir bakışa ve haya gücüne sahip değilseniz denizlerin, gökyüzünün ve yeryüzünün ihtişamını müşahede edemezsiniz. O bakıştır ki, küçük bir evi saraya dönüştürür. O ruh güzelliğidir ki, her tabii olanda bir cemali görür. İlkbaharda insan ruhu bal arıları misali yeryüzünün tüm güzelliklerini içine ilmek ilmek dokur.
İlkbahar insanın kendini keşfidir. Çünkü baharla anlam kazanır hayat. Tabiatın zenginliğini keşfeden insan hakikatte kendi künhüne varır. Dünyası çiçeklerle dolar. Çiçekler anlamları, renkleri ve ilhamıyla insanı büyüler. Bahar aylarında zihnini boşaltmalı insan. İçini çiçekler, çimler, bitkiler, ağaçlar, su, gündüzün berraklığı ve gecenin yıldızları ile doldurmalı. İşte! O zaman, dünya kapısını açar insana.
İlkbahar yenilenmedir. Mevsimlerin değişimi bir mekandan başka bir mekana taşınmak gibidir. En çok ilkbaharda hissedilen mevsim değişikliği, insan vücudunda hem fizikî hem de ruhî birtakım değişikliklere sebep olur. Bundandır ki, bahar geldiğinde yaşanan bitkinliğe “bahar yorgunluğu” deriz veya bunu “bahar başıma vurdu” şeklinde izah ederiz. İlkbaharda insanların vücutlarına zindelik yayılır. Vücutlarda kan deveran edip bir değişim yaşar. Beyne kanın fazla hücumundan insan dimağı temizlenir ve yenilenir.
İlkbalar şarkılar mevsimidir. Baharla birlikte her taraftan melodiler yükselir. Sanki doğa büyük bir senfoni orkestrası gibi kendi şarkılarını söyler: Kuş cıvıltıları, kuzu melemeleri, çocuk ağlayışları, efil efil esen rüzgarın tınısı, toprağı yarıp gökyüzüne yükselen çiçeklerin hışırtısı ve cağlayanların coşkulu sedası. Bu müthiş tabiat orkestrasına bir de meltimsi rüzgarın dünyanın engine dağlarından topladığı çiçek ıtırlarının metropolü, şehri, kasabayı ve köyü sarması büyüler. Arif Sami Toker tarafından bestelenen şair Nedim’e ait “Erişti nev-bahar eyyâmı” şiiri şu sözlerle başlar:
Şenlik vakti geldi, lâle bahçesinin gözü pırıl pırıl parlıyor.)
İlkbahar şiir mevsimidir. Şairler bu aylarda yoğun bir ilham akışı yaşar. Tabiat bütün güzelliğini şairin önüne serer. Tıpkı ressamın veya fotoğrafçının önünde duran müthiş bir manzara gibi. Rengarenk çiçekler, istiare ve mecazları ile doldurulmuş ince latif sözler gibidir. İki mavinin, deniz ve gökyüzünün kıyısında yeryüzü bir başka görünür şaire. İnsan denizi ve gökyüzünü izlerken kendini ilahi bir resmin karşısında bulur. Şair Abdülhak Hamid Tarhan’ın Hindistan’ta kaleme aldığı “Külbe-yi İştiyak” adlı şiirinde şöyle der:
“Çemendir, bahrdır, kûh-sârdır, sûbh-ı rebîîdir,
Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir.”
(Çemendir, denizdir, dağdır, ilkbahar sabahıdır,
Bu yerlerde doğanların bir şair olması pek tabiidir.)
İlkbahar tabitanı yeniden doğumudur. Baharla hayat yeniden başlar. Yeni bir diriliş muştusu püskürtür insanın ruhuna. Çünkü gökyüzü ile yeryüzü yeniden kucaklaşmıştır. Bu birleşme sonrası yağmurlar başlar, çiçekler açar ve tabiat adeta yeniden doğar. Mevlana hazretleri der ki; “İlahi sır gereğince her şey çift yaratılmıştır. Yeryüzü dişidir, gökyüzü erkektir. Yeryüzünün dudakları kuruduğunda, gökyüzü ona su ve nem gönderir. Yeryüzü ile gökyüzünün aşkından hayat denen çocuk doğar. İşte sen, o aşkın çocuğusun…”
Mevlana’nın bu misalindeki “yeryüzü” kelimesi, Arapçada “arz” diye geçer. Arz, gramer bakımından dişil bir sözcüktür. Arapçada kelimeler ya eril (müennes) ya da dişildir(müzekker). Gökyüzü kelimesi yani sema eril bir sözcüktür. Mevlana buradan hareketle “bunlar ilahi sır gereğince bu şekilde yaratılmıştır” der. Mevlana hazretleri diriliş ayı baharın gelişini bir şiirinde de şöyle anlatır:
Bakarım tabiat başlar büyük işine:
Bulutlar gelir uzaktan
katar katar, küme küme.
Bulutlar sular ovaları.
Bulutlar yürür dağlara doğru.
Uyanır açar gözlerini yeryüzü.
Gökler çalar davulunu.
Dalların gönlüne çeker gülün özü
en güzel kokusunu baharın.
Tohumun gönlü başlar vermeye tohum.
Ağaç durmadan söyler, döker içini.
İlkbahar tabiata yolculuktur. İnsan bu aylarda tabiatı temaşayı sever. Bu aylarda seyr-u sefer halinde olmayı arzular. Çünkü şehirde hayat, porselende su içmek gibidir. Tabiatta hayat, parlak kristal bir bardakta su içmek gibidir. Kişi şehirde kendini insanoğlunun eserleri arasında bulur. Bir emeğin, mücadelenin ve çatışmanın ruhu yansır cidara. Ama tabiatta ise cemal ve ilahi mucizeler arasında bulur insan kendini. Burada ise insanın ruhunu lezzet, mutluluk ve azamet kaplar. Ömer Hayyam bir Rubaisinde bu yolculuğu şöylece tavsif eder:
“Bahar vaktidir; kalk çıkalım etrafı temaşaya,
Bir dahaki bahara kadar güven olmaz günlere.
Gönüldeki gam pasını siler gül rengi mey,
İyi dinle, böyle dedi bana temiz yaratılışlı bir bey.”
İlkbahar aşk ayıdır.Güneş ışınları insana bir bahar çıkarır, kalbin ışıkları ise insana başka bir bahar getirir. Bütün bu olumlu özellikleriyle bahar, insanların mutlu olmalarını ve yaşama sevinci duymalarını sağlar. Âşıkların sevdâları artar, huzur ve sükûnları elden gider. Delilkanlılık kabına sığmaz olmuştur. Divan edebiyatımızın şairlerinden Râmî bir beyitinde şunları not düşer:
“Bahâr eyyâmıdur servün yine sevdâsı depreşmiş
‘Aceb mi pâyine bend itseler zencîr-i enhârı.”
(Bahar mevsimi geldiği için servi ağacının sevdâsı yeniden ortaya çıkmış, bu sebeple onu zapt etmek için ayağına eğer nehir zincirlerini vursalar, bunda şaşılacak bir şey yoktur.)
Divan edebiyatı şairlerinden Nev’î de, baharın aşk ve delilik mevsimi olduğu şu mısralarıyla anlatır:
“Hep bu fasl içre imiş mes’ele-i ‘ışk u cünûn
Gûş kıl nüsha-i gülden okusun anı hezâr.”
(Aşk ve delilik meselesi hep bu mevsim içindeymiş. Kulak ver! Bülbül onu gül kitabından okusun.”
İlkbahar neşe ve mutluluktur. Çocuk gibi sevinir insan içten içe. Sanki uzun bir yolculuk sonrası annesine kavuşan bir çocuk misali mesuttur. Her mahalleden ayrı şarkılar yükselir. Yağmur sonrası güneşin açmasıyla semada oluşan gökkuşağındaki renkler yeryüzünde de oluşur. Rengarenk çiçekler sarar sarmalar dünyayı. Bu renk cümbüşü insanın içine türlü türlü güzelliklerle dokunur. 17. asırda yaşamış olan Divan edebiyatımızın şairlerinden Nef’i, bahar neşesini anlattığı kasidesine şöyle başlar:
Esti nesîm-i nev-bahâr
Açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz
Sâkî meded sun Câm-ı Cem.
(İlkbahar rüzgârı esti,
Sabahleyin güller açıldı
Bizim de gönlümüz açılsın,
Saki, Cemşid’in kadehini sun.)
Gül devri ayş eyyâmıdır
Zevk u safâ hengâmıdır
Âşıkların bayramıdır
Bu mevsim-i ferhunde-dem.
(Gül devri, yeme içme günleridir,
Zevk ve safa zamanıdır,
Aşıkların bayramıdır,
Bu mübarek mevsim.)
İlkbahar ölümden uyanıştır. Tabiat yaşadığı bir ölüm sonrası yeniden uyanır. Toprak canlanır ve meyvelerini verir. Yüce Allah kitabında şöyle buyurur: “Biliniz ki Allah, yere, kuruduktan sonra taze can verir, aklınız ersin diye size ayetleri beyan ettik.” (Hadid/17) Yine başka bir ayette zülcelâl-i vel-ikrâm şöyle buyurur: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor.” (Rum/50) Bahar ölümden sonra yeniden diriliştir. Hayat hayattır. İnsan sabırla bazı şeylerin semeresini alır. Eğer tabiatı ifsad etmez ise doğa insana daima hediyeler ile gelir. Her bahar ağacı ve çiçeği, bir mühendislik harikasıdır. Üstad Sezai Karakoç “Monna Rosa” adlı ünlü şiirinde bir dizesi şöyle başlar:
Yağmurdan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir şarkımızda da bahar ve ölüm şöyle anlatılır:
“Baharın gülleri açtı âh yine mahzûndur bu gönlüm
Etrafa neş’eler saçtı beyhûde geçti bu ömrüm.”
İlkbahar çeşitliliktir, güzelliktir. Sözlüklerder bahar sözcüğünün birçok manası vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Çiçek, yaprak, sarı gül, güzel olan, bir puthane adı, süslenmiş ev, beyaz papatya, portakal çiçeği ve cennet. Bilindiği üzere, genellikle methiye amaçlı yazılan ve nesip bölümlerinde bahar tasvirlerinin yapıldığı kasidelere “Bahariyye” adı verilmiştir. Baharı tanımlamak bir tabir kullanılır. Mesela baharın ilk aylarını veya nisan ayını anlatmak için “ürdibehişt” (cennet gibi) tabiri ve ilkbahar yeli için de “Nesim-i nevbahar” tabiri yaygındır. Üstad Sezai Karakoç “Pişmanlık ve Çileler” adlı şiirinde baharı şu güzel kelimelerle tavsif eder:
Şark insanının mecazî dili birdir. Kendini tabiattaki güzelliklerle anlatır. Kutsal kitaplardaki cennet -ki kelime anlamı bahçe demektir- ile özdeşleştirir dünyasını. Dünyadaki cennet mânâsında kullanılan gülistan ve bostanlarda, güzellikleri temaşa ve rayihaları teşemmüm eder. Asırlar boyu aynı coğrafyada yaşayan, birbirine yakın kültürel unsurlardan beslenen Arap, Fars, Türk, Kürt ve Urdu şairler; benzer kavramlara farklı yaklaşımlar sergileyerek bu edebiyatın zenginleşmesini sağlamıştır. Ortak edebiyatımız, güzelliği övüp tasvir eder. Güzelliğin en belirgin olduğu yerler ise bostanlar ve gülistanlardır. Çünkü bu mekânda hayaller genişler ve o hayalhanenin içi güzelliklerle ve kelimelerle dolar. Şairler ve yazarlar bu mekânlarda zihinlerine üşüşenleri kaleme dökerler.
“Bahçe’de Felsefe” kitabının yazarı Damon Young, geçmişten bugüne bahçede felsefe üreten filozoflardan bahsettikten sonra insan ve bahçe ilişkisini şöyle anlatır: “İnsanın doğayla olan özel ilişkisi bahçede sergilenir. Bahçe, insanın fiziksel ve zihinsel olarak doğayla nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. Normalde saklı kalan veya unutulan doğa-insan birlikteliği bahçede çarpıcı bir şekilde görünür hâle gelir; bir gösteriye, bir sergiye, bir sunuma dönüşür. Aristoteles’in ifadesiyle, bu ezelî ilişki bahçede ete kemiğe bürünür. Bahçe, insanın doğayla fiziksel ve zihinsel dayanışmasının sergilendiği yerdir. Bahçe, insanlaştırılmış evreni görünür ve anlaşılır kılar; bu görünen, hissedilen ve üzerinde düşünülen bir birlikteliktir.”.
Divan edebiyatı şairleri, mutasavvıflar ve filozoflar, gülistandan ve bostandan aldıkları ilham ile eserlerini kaleme almışlardır. 12. yüzyılda yaşamış dahi insan Şirazlı Sa’di’nin sadece Şark edebiyatının değil tüm dünya edebiyatlarının ölmez yapıtları arasında gösterilen “Bostan ve Gülistan” adlı iki şaheserinde gezdiği coğrafyalardaki bostan ve gülistanlardan topladığı güzellikleri eserlerinde lisanı ile arz etmiştir. Bostan, Farsça’da “çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer ve kokular ülkesi” mânâsına gelmektedir. Gülistan ise Farsça’da “gül bahçesi, güllük ve güller ülkesi” mânâlarına gelmektedir.
Kadim dünyanın farklı bölgelerinde seyr ü sefer eden “Bostan ve Gülistan”ın sahibi Sa’di, gezdiği coğrafyalarda değişik renklerde, farklı lisanlarda, dinlerde ve muhtelif kültürlerdeki insanlarla tanışmış, kaleme aldığı eserlerde de ırk ve renk ayrımı yapmaksızın tüm insanlığa seslenmiştir. Gülistan’ı İngilizceye tercüme eden İngiliz şair ve gazeteci Edwin Arnold, Sa’di hakkında şunları kaleme alır: “1191’de yani Avrupa’nın büsbütün cehalet ve taassubun karanlığı içinde yuvarlandığı bir tarihte Sa’di’nin Gülistan gibi bir kitap yazmış olması cidden hayretengizdir.”.
İranlı büyük şair Şa’di Şirazî’nin şu an Newyork’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının duvarında yazılı olan ve insanlık âlemini tarif eden şu güzel şiiri bakın nasıl evrensel bir anlam taşıyor:
“Beni âdem aza-yı yek-digerend Ki der-âferineş zi-yek gevherend Çü uzvi be-derd âvered ruzigar Diger uzuvhâ ra nemaned karar To ki ez mihneti digeran bi ğami Ne şayed ki named nehend ademi”
Türkçesi:
İnsanlar birbirlerinin organları mesabesindedir, Çünkü yaratılışları itibariyle aynı cevherdendirler. Günün birinde bu organlardan biri hastalanırsa, Diğer organların da huzuru kalmaz, onlar da rahatsız olur. Eğer sıkıntı ve çilelerinden gamlanıp kederlenmiyorsan, Sana âdem oğlu demek yaraşmaz.
İngilizcesi:
The children of Adam are limbs to each other, having been created of one essence and soul, If one member is afflicted with pain, The other members uneasy remain. If you have no sympathy for human pain, The title ‘human’ you cannot claim.
Sa’di Şirâzî’nin on altı dile de çevrilen ve 1945’te güyâ dünya barışını, güvenliğini korumak ve milletler arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüt olan BM binasına da asılan satırları, hakikatte İslâm öğretisinin bizatihi kendisiydi. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Maide suresi 32. ayette şöyle buyuruyor: “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”. Hz. Peygamber (sav) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktaydı: “İnananlar, birbirini sevmek, birbirine acımak ve birbirini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve hastalığa dûçar olur.”.
Künyesi Müşerrefüddin Muslih bin Abdullah olan Şeyh Sa’di Şirazî, 1191’de İran’a bağlı Şiraz şehrinde dünyaya geldi. Gençliğinde Fars topraklarında hüküm süren Türkmen kökenli Atabey Sa’d bin Zengi’nin himayesinde kaldığı için “Sa’di” mahlasını almıştır. İlk eğitimini babasından sonra dedesinden alan Sa’di, tedrisatını Bağdat’ta bulunan meşhur Nizamiye Medresesi’nde Sühreverdi ve Ebülferec bin Cevzi gibi üstadların gözetiminde tamamladı. Sonra Başta Hemedan ve Horasan olmak üzere, uzun yıllar Hindistan, Çin, Kaşgar, Belh, Gazne, Pencap, Semerkant, Buhara gibi doğu ülkelerini gezdi. Bir süre Mekke, Şam ve Kuzey Afrika’da ikamet etti. Mısır ve Habeşistan’da yaşadı. 30 yıl muhtelif eşkal ve kisvelerde bu coğrafyalarda gezdikten sonra, 50 yaşındayken Şiraz’a avdet etti.
Eserlerini tetkik eden kimse Sa’di’yi bazen yakıcı Arabistan çölleri arasında kervanlar peşinde, bazen Kaşgar medresesinde gramer uzmanları ile münakaşada, bazen Trablus hendeklerinde Yahudilerle birlikte taş ve toprak taşımada ve bazen Sumenat’ın Hindu ibadethanesinde Hindistan dinlerinin gizemlerini araştırmak ile uğraştığını görür. Halbuki İran’ın büyük şairlerinin çoğu yalnızlığı ve gözlerden ırak hayatlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdi. Firdevsî Tus’ta güzel bahçeli bir evde, Hayyam Nişabur’da, Hafız Şiraz’da ve Mevlânâ da Konya’da yaşadı. Sa’di’nin ise toplumsal ve hareketli bir hayatı vardı. Hem sosyaldi hem hayatın sıcak soğuğunu tatmıştı hem eşsiz bir şairdi hem de dünya görmüş bir adamdı. Bir şiirinde şöyle der:
“Dünyanın en uzak noktasını gezdim, Herkes ile düştüm kalktım, Her köşeden bir fayda elde ettim, Her bir harmandan bir salkım derdim.”
Elli yaşından sonra eserlerini kaleme alan Sa’di’nin bize ulaşan 16 kitap ve 6 risalesi bulunmaktadır. Farsça yazdığı eserlerinde Arapça beyit ve ibareler kullandı. Hatta kaside tarzında Arapça şiirler yazdı. Eserleri, Bostan ve Gülistan’dan başka Arabî ve Farisî kasidelerden, mersiyelerden, gazeliyyat-ı kadimeden, tayyibat, bedayi ve havatim namlarıyla maruf olan eş’ar mecmualarından ve bunlardan başka birçok rubaiyyat, kıtaat, eş’ar-ı müteferrika, hezelliyat vesaireden mürekkeptir. Feridüddin Attar’ınkinin tarzında yazılmış bir Pendnamesi de vardır. Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Hintçe, Habeşçe ve Latince de bildiği kaydedilir.
Fars edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Sa’di Şirazî, aynı zamanda bir ahlâk öğretmeni olarak da tanınmıştır. Moğol istilası döneminde İslâm coğrafyasının büyük bir bölümünün içerisinde bulunduğu sıkıntıları, dağınıklığı, kederleri, halkın yaşamakta olduğu çok zor şartları bizzat müşahede eden Sa’di; yazdığı kitaplarda bunun sebeplerini irdelemiş ve yöneticilerden halka kadar herkese hikâyeler ve şiirlerle adeta dersler vermiştir. Bostan ve Gülistan kitaplarında, merhamet, şefkat, adalet, insaf, cömertlik, ihsan, tevazu, rıza, teslimiyet, gençlik, aşk, tevbe, doğru yol, kanaat, susma ve sohbet adabı gibi birçok başlığa çarpıcı örnekler ve onun devamında dersler vermektedir.
Bugün yine işgaller altında darmadağınık yaşayan, perişan bir görünüm arz eden ve büyük İslâm ahlâkı sloganlarına rağmen toplumsal ahlâkî sorunlar içinde bocalayan İslâm ümmetinin Sa’di gibi pir-i fanilere çok çok ihtiyacı var. İşte bundandır ki, Sa’di’nin kitapları Tanca’dan Cakarta’ya tüm İslâm medreselerinde asırlardır okutuluyor. Sa’di’nin kitapları Osmanlı medreselerinde neredeyse zorunluydu. Kitapları Osmanlı edipleri ve ulemasının hepsini etkilemişti. Mehmet Akif Ersoy¸ Sa’di’den bahsederken “Azim” adlı şiirinin başında “Hem lisan hem de bulduğu konular itibariyle Fars şairlerinin en büyüğü” olarak gördüğü Sâdî’yi¸ “Bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli” olarak görür ve onu “Üstâd-ı İrfân” diye anar. Zira Sa’di¸ ona “insanlığa hizmet etme yolunu gösteren adam”dır. Ziya Paşa da “Harabat” adlı şiirinde Sa’di’ye olan takdirlerini şöyle dile getirir:
“Bir kimse okursa Bûstan’ı Anlar o zaman nedir cihanı.”
Uzun yıllar süren bu seyahatlerinde gördüklerini, duyduklarını, bizzat yaşadıklarını bir araya topladı ve kendisinden sonra gelecek olanlara çok değerli, ibret, öğüt ve hayat tecrübesi dolu veciz eserler bıraktı. Kalp gözlerini açarak gezmiş olan Sa’di, bu yüzden olayları değişik bir açıdan izleme imkanı bulmuştu. Her zerrenin hakikati gösteren bir ayna, her yaprağın marifet kitabının bir sayfası olduğunu gözlemledi. Yine aynı gözle bizzat içerisinde yaşadığı toplumu, o toplumu oluşturan bireyleri, yönetenleri ve yönetilenleri dikkat ve ibret dolu bakışlarla inceledi. Çıkardığı sonuçları, çok değerli tecrübeleriyle harmanlayarak kendisinden sonra gelecek olanlara, kuracaklarını umduğu barış ve huzur toplumlarının oluşmasında belki faydalı olur amacıyla armağan etti.
İşgallerin ve bölünmüşlüğün Müslüman toplumlarda meydana getirdiği yozlaşmayı çok iyi gören Sa’di, halkın artık yüce Allah’tan değil, insanlardan korktuklarını ve “Allah ne der?” yerine “Halk ne der?” demeye başladıklarını görür, ince ve zarif üslubuyla bunu çok iyi iğneler. İbret dolu hikâyelerinden birkaç örnek:
1- “Babamla teheccüd namazına kalkmıştık. Dışarı baktım, bizden başka kalkan yoktu. ‘Keşke onlar da kalksaydı.’ dedim. Babam dedi ki: ‘Keşke sen de kalkmasaydın.’. ‘Peki neden?’ dedim. ‘Sahibine üzüntü veren günah, gurur veren ibadetten hayırlıdır.’ dedi.”
2- “Adamın biri, filanca kişinin arkasından gıybet ederek dil uzatmaya başladı. Orada bulunan aziz bilge, bu sözleri duyunca ona öğüt verdi: ‘Yanımda onun bunun kötülüklerini sayıp beni de kendi hakkında kötü düşüncelere sevk etme. Tut ki, o adamın itibarı eksildi ama bu eksilen itibar, senin derecene eklenmeyecek ki!”
3- “Sarhoş Moğollar’ın meclisinde bulunan müritlerden biri, çalgıcıların defleriyle çenklerini parçalamış. Bunun üzerine sarhoşlar, adamın üzerine abanıp çengin teller gibi saçını çekmiş, defe vurur gibi suratını tokatlamışlar. Mürit, yediği değneklerin ve tokatların acısından o gece hiç uyuyamamış. Ertesi gün piri, ona nasihat etmiş: ‘Güzel kardeşim; eğer yüzünün def gibi yaralanmasını istemiyorsan, başını çenk gibi aşağıda tutmalısın.”
4- “Abitlerden biri, latife olsun diye bir çocuğa bakıp gülümsemişti. Halvette oturan diğer abitler onu ayıplayıp çekiştirmeye başladılar. Hadise bununla kalmadı, durumu hemen gönül sahibi şeyhlerine de yetiştirdiler. Şeyh, onları sabırla dinledi ve öğüt verici bir dille şunları söyledi: ‘Perişan dostunuzun bir daha ayıbını açığa vurmayın. Latife, haram; gıybet, helal değildir.”
5- “Bağdat şehrinde bir gün şöyle bir haber duyulmuş. Şehre gelen bir dervişin duası kabul oluyormuş. Bunu duyan Bağdat valisi¸ onu yanına çağırmış ve demiş ki: ‘Benim hakkımda hayırlı bir dua et.’. Derviş¸ valinin çok zalim olduğunu biliyormuş. Bu yüzden şöyle bir dua etmiş: ‘Ey Allah’ım! Bu adamın canını hemen al.’. Vali, dervişe: ‘Bu ne biçim bir duadır.’ diye bağırmış. Derviş demiş ki: ‘Sen benden hayırlı bir dua istemedin mi?’. “Evet.” demiş vali. Derviş de bunun üzerine, “Öyleyse hayırlı olan senin ölmendir. Böylece hem sen yeni zulümler yapma imkânını kaybedersin. Hem de halk senin zulmünden kurtulmuş olur. Sen zalim bir adamsın. Yaşamandansa ölmen daha hayırlıdır. Ben onun için böyle bir dua ettim.’ demiş.”
Sa’di’nin eserleri tam anlamıyla birer hikmet denizidir. İşte onlardan bazı örnekler: “İnsan ruhunu iki şey karartır: Susulacak yerde konuşmak ve konuşulacak yerde susmak.”¸ “Ne kadar okursan oku; bir bilgine yakışır şekilde davranmadığın sürece¸ cahilsin.”, “Gönlünün dertli olmasını istemezsen¸ dertli gönülleri dertlerinden kurtar.”¸ “Üç şey sürekli kalmaz; ticaretsiz mal¸ tekrarsız bilgi¸ cesaretsiz iktidar.”¸ “Halkın bahçesinden padişah bir elma yerse¸ adamları ağacı kökünden sökerler.”¸ “Kendi ahlâkını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir.”¸ “Kurdun kafasını halkın koyunlarını paraladıktan sonra değil¸ önce kesmek gerekir.”.
Sa’di Şirazî’nin gazelleri de çok meşhurdur. Nimet Yıldırım Hoca’nın tercüme ettiği bir gazelinde Sa’di ona ayrılık acısı yaşatan sevgilisine şöyle seslenir:
“Geldin, eyvah ne kadar aşık ve perişan idim. Bırakıp gittiğinde cansız bir resim idim. Ne seni unutup da oturdum suskun suskun Senin vasıflarını düşüne düşüne hayran kaldım. Oturmadım bir gece bile sensiz gül bahçesi eteğinde, Ne de çölde muğilan dikeniydim. Diriltiyordu beni dem be dem vuslat umudu, Yoksa gözlerinden uzakta hicrandan ölürdüm. Esenin desteğinle Halil gibi sıkıntı ateşinde Sanki çimenlikteki lale ve reyhan gibiydim. Ola ki bir getirir seher yeli bir nefes kokunu, Bütün gece sabah öten kuşu bekler dururdum. Ayrılığının sıkıntısından Sa’di hep şöyle der dururdu: Tutmadın sözünü, ben ise hep sözümde dururdum.”
Sa’di’nin eserlerinin iki tarafı vardır, biri duygusal yönü ki şanı zirvesindeyken benzersizdir; diğeri de bilge nasihatler içeren ahlâkî tarafı ki onda da eşsizdir. Hem nesir (düz yazı) hem de nazım (şiir) üstadıdır. Sevgi ve aşk hâllerini çok iyi anlatır. İngiliz Doğubilimci Edward Granville Brown, Sa’di’nin çok yönlü yeteneğine vurgu yaparak onun eserlerinin her zevke uygun konular içerdiğini, olayların en incesinden en kabasına kadar biliyor oluşunu şöyle ifade eder: “Öyle bir bakışa sahiptir ki, onun sayfalarını incelediğimizde çok duygusal konulara rastlayabiliriz. Bir taraftan Eckhart Tolle’ye denk düşüyor ve bir başka yönden ise Cesare Borgia’ye çok benziyor.”.
İranlı düşünür Abdulhüseyn Zerrinkub haklı olarak şöyle der: “Sönmüş ve unutulmuş külünün üstünü örttüğü bu yedi yüz yıllık dünyada (Sa’di’nin dünyası), hâlâ her şey canlı ve hareketlidir. Hem çölün suskunluğunu hem devenin ağır hareketini onda görmek mümkün ve hem de aşığın kalp ateşinin sesini. Evinin köşesinde sevdiceğinin elinden güzel bir şerbet alıyor ve o Sa’di’den başkası değil.”. İranlı ünlü düşünür Daryuş Şayegan da Sa’di’nin eserleri hakkında şunları not düşer: “Sa’di’yi bu dünyanın sınırlarında görürsek, anlarız ki Sa’di’nin öğretileri onun düşünceleriyle iç içedir ve ahlâkî sistemi iki amacın peşindedir; birinde insanı öyle bir eğitmek istiyor ki hayatın gündelik zorluklarından korunabilsin ve egemen güçlerden korusun, ikincisi aşka ve bilinmeyen dünyalara bambaşka bir pencere açmasıdır.”.
Sa’di’nin söylemlerinin çoğu mizahla dolu hoş bir dildedir ve dar bakışlılar bu yüzden onu beğenmezler. “Nasihatü’l-Mülûk” (Hükümdarlara Öğütler) adlı kitabında da yöneticilere ve etrafındaki insanlara bugün bile hâlen ibret alınacak nasihatlarda bulunur.
Sa’di Şirâzî insanı tarif ederken “İnsan yek katre hunest, hezar endişe.”, yani, “İnsan, içinde bin endişe taşıyan bir damla kandır.” der. İnsan gam ve telaşlarından sıyrıldığı zaman huzura erer. İster yalnız olsun ister toplulukla birlikte. Tıbbın babası olarak adlandırılan İyonyalı hekim Hipokrat da, “Kalbe zarar veren iki şey vardır: Gam ve kaygı. Gam uyku getirir; kaygı ise uyutmaz.” demiştir.
Ortadoğu acıların diyârıdır. Şarkılarına ağıtlar hâkimdir. Şiirleri, ister âdil ister zâlim olsun; krallara övgülerle doludur. Kışın evlerin bacasından hüzün dumanları yükselir. Topraklarının her katresinde kan ve gözyaşları vardır. Onun içindir ki yağan her yağmur sonrası insanın içine ferahlık veren bir toprak kokusu vardır. Çünkü şehitlerin ve mazlum halkların gözyaşları bahar esintisi yayar. Coğrafyamda elem (acı) ve emel (umut) aynı kelimelerden türetilmiştir. Arapçada buna kelimelerin inkılap etmesi deriz. İşte bundandır ki, umut acıdan doğar coğrafyamda. Her umudun ve müjdenin ta derinlerine nüfuz ettiğinizde bir acı bulursunuz.
Şair Ferman Karaçam, “Seni de vururlar bir gün ey acı” adlı şiirinde bunu şu dizelerle ne güzel anlatır:
“Kolları ve bacakları budanmış delikanlıları Boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları Gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları İçindeki bu Çocukları
Gelişmiş laboratuvarlarınızda dikkatle inceleyin Ve bir gün Gül bahçesine dönecek Bunu böyle bilin/ ve Unutmayın…
Seni de vururlar bir gün ey acı Uçuşup durduğun kanatlarından Sazın sözün türkülerin tükenir Ellerin koynunda kalakalırsın.’
Anadolu’da arabeskin sevilmesinin de belki de bir yönü bundandır. Bu ay vizyona giren “Müslüm” filmi, coğrafyamın insanlarının ferdi acılarına parmak basıyor. Arabesk müziğin Müslüm Babası, gerçek adıyla Müslüm Akbaş, “Acı Yıllar”, “Acı Hatıralar” ve “Ayrılık acı bir şey” şarkıları ile hayranlarının acı hayatlarına göndermeler yapar. Hüzün kokan sesinden Müslüm Baba, acı acı şarkılar söyler. Mazlumlar, onun sesinde kendilerini bulur. Müslüm Baba, güneşe kurşun sıkanların şehrinde acıların çocuklarına “Yakarsa dünyayı mazlumlar yakar” der. Tıpkı Arap coğrafyasının hüzün, keder, gam ve acılarını melodileştiren sanatçıları gibi.
Filozoflar, “acı kutsal bir yaradır” der. Çünkü insanı huzurlu dünyasından koparır ve dayanılmaz olana zorlar. Bedende silinmez değişiklikler gerçekleştiren dönüştürücü bir güçtür acı. İnsanoğlu bazen çocukluğunda acıyla karşılaşır ama genelde acı; gençlik kimliğinin parçalanması ile acemi insanı eski tutsaklıklarının ötesine götürür ve ona dünyayla yeni bir ilişkinin yollarını açar. Acı, aceminin yıkılmaması için, yakıcı bir kutsallık deneyimidir. Acı sözleşmeyi onaylayan damgadır. Sıkıntılarını aşmanın verdiği duygular içinde güçlenmiş yeni bir insan dünyaya getirir. İfade edilmesi çok zor olan bu deneyim artık geride kalmış o eski çocuğu veya genç insanı yok eder ve yeni insanın doğumuna eşlik eder. Sokrates, zevk ve acı diyalektiği sorununu tartıştığı dostlarına acının da bir erdeminin olduğunu söyler.
Fransız cerrah Rene Leriche’i sağlığı; “organların sessizliği içinde yaşama” diye tanımlar. Fransız filozof Georges Canguilhem de sağlığı “insanın bedenin farkında olmaması” olarak tanımlar. Böylelikle şöyle diyebiliriz: Acı insanın bedenin farkında olmasıdır. Acı bazen insanı isyankâr bir bedene hapseder. İştah yitimi, yaşamdan tiksinme, alınganlık, bitkinlik, tembellik, uykusuzluk ve sonra sıkıntılar korteji eşlik eder acıya ve hiçbir şeyi ihmal etmeden tüm yaşamı renklendirir. Bilinç, tanımakta zorlandığı ama varlığını kendisine empoze eden bir bedenin sınırları içine hapsolur. Franz Kafka’nın “insan bedeninin korkunç sınırları” dediği de budur belki.
Toplumlar acı üzerinden tanımlar kendilerini. Sözgelimi eski zaman Hristiyan’ı acısını, bağışlayarak ‘İsa’nın kurban edilmesi dolayısıyla yükümlü olduğu’ borcunu öder. Bu durumda çekilen her acı, bir sevgi kanıtı, bir ibadettir. Tıpkı Şii Müslümanların Kerbela’yı andıklarında yaptıkları gibi. Müslümanlar ve Hristiyanlar için bu dünya geçicidir, bir geçiş yeridir ve kendi içinde bir amaç değildir. Peygamberler acı çekti ama umudu vaat ettiler. Eyüp (as) acı çekti ama şifanın yollarını öğretti. Tasavvuf da dünyayı bir acı yeri olarak görür. Hinduizm, Canizm ve Budizm gibi Doğu dinlerinde de acı metafizikleri içinde yer alır. Anirudha şöyle der: “Beden acıdır çünkü acının yeridir; duyular, objeler, algılar acıdır çünkü acıya götürürler; zevk de acıdır çünkü arkasından acı gelir.”
Bu coğrafyada acı hiçbir zaman eksik olmadı. Kadim dönemlerde iktidarın gücünü ve karşı konulmazlığını göstermek için insanlar, kılıç darbelerinin ve giyotinlerin önüne veya kadim Roma’da olduğu gibi arenalarda aç aslanların önüne atılırdı. Aradan asırlar geçmesine rağmen yaşadığımız 21. yüzyılda bile bu coğrafyada katliamlar hiç eksik olmadı. Irak’ta Ebu Gureyb cezaevinden Suriye’deki kimyasal saldırılara, Rabia katliamından Filistin’deki İsrail saldırılarına kadar her yıl yeni zulümlere tanıklık etti coğrafyamın mazlumları. Rabia meydanında mazlumlarla sohbet ettim. Gazze’de bombaların altında Filistinlilerin acısına müşahede ettim. Irak’ın Ebu Gureyb ve Suriye’de Esed’in zindanlarında ölen mazlumların fotoğraflarını gören ilk gazetecilerden biriydim. Her olay sonrası bu coğrafyanın bir ferdi olarak ciddi bunalımlar yaşadım. Fakat mazlumların duaları ve halleriydi beni ayakta tutan.
Gine gam yükünün kervanı geldi Çekemem bu derdi (de yavrum) bölek seninle Eremem lokman’a çaresiz kaldım Çekemem bu derdi (de yavrum) bölek seninle
Coğrafyamda milyonlarca insan sadist grupların arasına hapsedildi. Bir yanda sadist diktatörler diğer yanda DAİŞ gibi sadist örgütler. Kandan ve işkenceden beslenen vampirler sürüsü, sosyal eşitsizlik ve adaletsizliklerini gizlemek için zulme başvururlar. Onların dünyasında insan yaşamında “kötülüğün sıradanlığı”na şahitlik edersiniz. Zorlamak, aşağılamak ya da yok etmek amacıyla ötekine acı çektirmek sanatının tükenmez yollarına vâkıftırlar. Bu bağlamda çektirilen acı tercih edilen araç, hatta öteki üstündeki iktidar arketipidir.
Kimileri de bazı durumlarda acıyı tercih eder, yüceltir ve onu lezzetli bir yemek, tükenmez bir zevk kaynağı gibi görür. Mazoşist paradoksal bir tavır içinde fizik, bütünlüğü tehlikeye düşürebilecek bir zevk peşindedir: Sopa, dayak, kırbaç, yara, kan vb. “Acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar” diyor Freud. Acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadist bir karşılığı vardır. Ama mazoşist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker. Bu sadist diktatör ve örgütler ve aveneleri olan mazoşistlere zulümlerini ikrar ve itiraf ettirmektir acı acı elem veren.
Bugün artık bir trajediye dönüşen umutsuzluk, çaresizlik, delilik ve hatta ölümlerden kurtulma zamânı gelmedi mi coğrafyamın?!!. İki yüz yıldır devam eden işgaller, sömürüler, diktatörler ve terör örgütleri. 2 asır sonra bize bugünlerde dünyevi umutları olmayan, umutsuzlar, yaşamın getirdiği korkular karşısında aklını yitirenler kaldı. Alman Şair ve filozof Friedrich Schiller “An die Freunde” şirinde, “Und der Lebende hat recht / Canlı olan haklıdır” dizesini haykırmıştı. Bizler ise bugün ölülerden kurtulamadığımız gibi yaşayanların da hakkını da yeterince savunamıyoruz. Geriye bizi varlıklarıyla rahatsız eden ve dogmaya göre gömülen ölülerden daha çok rahatsız etmeyi sürdüren sağlar kaldı.
Tüm acılara, belalara, haydutlara, acımasız vahşilere karşı hakikati haykıracak, hayalleri güçlü, gemilerini yakmış, tüm dönüş yollarını Tarık bin Ziyad’ın ordusu gibi yasaklamış güçlü insanlara ihtiyacı var coğrafyamın. Fransız edebiyat kuramcısı Maurice Blanchot, “Acıyla düşünmeyi öğren” der. Bir başka deyişle insanın çektiği acılarla mücadele etmek ve onları yok etmek için birliğe ihtiyaç var. Kötülüklerin envanterini çıkarmaya gerek yok.
Bunun için idealleri olan, özgürlük âşıklarına ihtiyacı var coğrafyamın. Büyük insanlar cesaretle dile getirir hakikatleri… Büyük olmayanlar ise içlerinde saklı tutar hakikatleri… Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabında Yılan Ölümü Vadisi’ne kaçan çirkin insanı ve Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabındaki yeraltındaki adamı merhamet arıyor… İnsanlara umudu anlatmalı. Latince bir söz bu hali ne güzel özetliyor: “Fiat justitia, pereat mundus / Adalet gerçekleşsin de varsın dünya yansın.”
Şair Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Cila, Kül ve Kefen” adlı şiirindeki şu dizelerle özetliyordu acının coğrafyamdaki halini:
“Nerde kaldı şimdi dünyanın derin, yaralı bir azâsı gibi kendini Eyyub’a benzetmek için sahte sabır taşlarına çarpanlar başlarını…”
Şark’ın “Lisanü’l-gayb”ı, “Tercümanü’l-esrar”ı, “Hoda-yi Şi’r”i, Hâce lakaplı büyük üstad. “Âb-ı hayat” tadındaki gazelleri ile Şark’ta Fuzûli, Bâki, Nedim, Nef’i, Nâbi, Hayâli, Neşâti, Şeyh Gâlip, Ahmet Paşa, Muhammed İkbal, Mehmet Âkif Ersoy, Ahmet Şevki ve Yahya Kemal gibi şuarâyı büyüleyen deha mühayyile. Garb’ın dahi, beyinlerine nüfuz eden yüce Rind. Dîvânı, 17. yüzyılda İngilizce, Fransızca, Almanca, Latince gibi Batı dillerine çevrildiğinde edebiyat mahfillerinde geniş yankılar uyandıran efsâne pir. Alman Şâir Goethe’nin, “West-Östlicher Divan” (Batı-Doğu Divanı) adlı eseri ondan ilham ile kaleme aldığı yiğit serazad. Osmanlı ve Hind sultanları, devlet ricali, medrese âlimleri ve ediplerinin şiirlerine meftun oldukları divânı ezberlemek için yarıştıkları gönüllerin sâkisi. Nice insanlar, şiirlerini tercüme ve şerh eylemek için sa’y ü gayret eyledi.
Derd-i derunların, çeşm-i giryanların, pinhan sırlarını âyân eden bu nişane-i serazatı ilk tanımam lise yıllarında bir yaz tatili döneminde gittiğim medresede Emsile, Bina ve Maksud dersleri sonrası hocalarımızın bir köşeye çekilip, onun divanından şiirler ve gazeller okurken ah-ü figan etmeleri, derin bir hasret çekmeleri ve gözyaşları döktükleri zamana denk gelir. Medresedeki arkadaşlarla, hocalarımızın Farsçasından okuyup derinden derine hüzne gark oldukları bu kitabı konuşur ve onları büyüleyen bu sırlı kitap üzerine sohbet ederdik. Ama bir türlü bu kitabın medrese âlimlerini her okuyuşunda aynı coşkuyla nasıl etkilediğine akıl erdiremezdik. Ta ki, yıllar sonra Arapça ve Farsça’yı tâlim ettikten sonra medrese hocalarımızın bu büyülü divanı ellerine aldıklarında neden ah-ü figan ettiklerini anlayana dek.
Ders aldığımız dönemlerde 60’ında olan ve bugün 80’ine dayanmış bu medrese hocalarımdan biri ile birkaç yıl önce tedavi için geldiği İstanbul’da bir vesile ile yeniden biraraya geldik. Şarktan garbtan ve medreselerin hal-i pür melalinden sohbet ettikten sonra sözü yine o büyülü divana getirmiş ve “Hocam Hâfız’ın divanını okurken hüzün girdabına dalmanız beni geçmişte çok etkilemişti. Divanda sizi etkileyen neydi? Orada neyi buluyordunuz?” diye sordum. Kar beyazlığındaki pamuk gibi uzun sakallarına yeniden gözyaşı damladı ve “Bak evlat!” diyerek başladı nehir gibi akan sözlerine. Edebi açıklamalar ile deyişlerini süslüyor, Mevlana ve Yunus’tan örnekler veriyordu. Sonradan sıra artık pinhan sırrına gelmişti ve dedi ki: “Herkesin gençlik yıllarında aşkı olur ya. İşte o divanın her sahifesini okuduğumda sevdiğim o gül yüzlü melek görünürdü bana. Kendimi tutumaz, ah-ü figan eder ve hüzünlere gark olurdum. Gizliden gizliye Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve Müslüm Baba’yı dinlerdim. Lakin onlar bile Hâfız kadar derdime merhem olamazlardı. Sine sine yanardık. Tabiplerde bile bu sevda ateşinin devası yoktur. Bu sevda fikrini ne başımızdan atabiliyorduk ne de geceleri yatabiliyorduk. Anası bana yâr olarak görmedi yârimi. 2 yıllık aşkımızı hiçe sayan Nemrut’un kızı da hiçbir şey söylemeden çekip gitti. Zengin bir ağa ile evlendi. Esrar işi ile uğraşan ağa bir kavgada öldürüldü. Malı talan edildi. 3 çocuk ile tek başına kalan kadın da, per perişan bir halde bir gece ansızın öldü. Ölümünden birkaç ay sonra bir gece mezarına gittim. Yasinler ve dualar okudum, kabrine bir gül bırakıp gözyaşları ile ayrıldım. Sonra anladım ki, meğer sevdiğim o değilmiş, içimdeki aşka ve kelimelere meftun olmuşum ben.”
AŞK İTİKÂFI: KÜLBE-İ AHZAN
Hâfız’ın şiirlerini okuyan kim olursa olsun, eğer geçmişte yaşadığı bir firak ve hicran var ise mutlaka o aşk acısını içinde hisseder. Zira rivayetlere göre Hâfız’ın da sevdiği ve ulaşamadığı bir sevgilisi varmış: adı Şah Nebat’mış. Şah Nebat’ı çok seven Hâfız, onunla haftada birkaç gün Şiraz’daki Rüknabad ırmağının kenarında medrese öncesi buluşurmuş. Fakat daha sonra kızın ailesi Nebat’ı Şiraz’a vermeyi redder. Nebat da ailesi istemediği için Hâfız’dan uzaklaşır ve onunla bir daha buluşmaz. Hâfız’ın sevgilisiyle iki yıllık anıları, ayrılık acısı ve bu hicranın onda yarattığı yıkımı gazellerinde kolaylıkla müşahede edebiliriz. Bir gazelinde şöyle anlatır acısını:
“Öyle bir aşk derdi çektim ki sorma
Öyle bir hicran zehri tattım ki sorma
Dolaştım dünyayı da sonunda
Öyle bir dilber seçtim ki sorma
Kapısının toprağının arzusuyla
Gözlerimden öyle yaş akıyor ki sorma
Sensiz kendi yoksul kulübemde
Öyle çileler çektim ki sorma.”
Hâfız, ayrılığı sonrası haberler gönderir, araya aracılar koyar fakat Şah Nebat’tan yine haber gelmez. Zor ve sancılı günler geçirir. Bir mecnuna döner adeta.
“Epey oldu sevgili bir haber göndermedi
Bir selam yazmadı, bir kelam göndermedi.
Yüz mektup gönderdim de o süvarilerin şahı
Bir ulak koşturtmadı, bir selam göndermedi.
Aklı kaçıp gitmiş vahşi sıfatlı bana
Ahu gidişli keklik sekişli bir elçi göndermedi.
Kerametten, makamlardan o kadar dem vurdum da
Bana hiçbir makamdan hiç haber göndermedi.”
Hâfız bu ayrılık, firkat ve vuslat acısından o kadar acı çeker ki, bunu bir beytinde şöyle anlatır:
“Bu sevdadan delireceğim galiba, gece sabahlara kadar
Ay ile konuşuyor, peri görüyordum rüyamda.
Firakından yanıyorum bırak cefayı
Hicran bize bela oldu Rabbim döndür belayı.”
Neşesi kalmayan ve hicranın verdiği hüzünle ruhunun üzerinden acıdan kurtulmak için kendini “Baba Kohi” türbesine kapatan Hâfız, 40 gün boyunca Allah’a dualar eder, niyazda bulunur ve gözyaşlarına boğulur.
“Dün gece gözyaşı seliyle uykunun yolunu kesiyordum
Yüzünün hatırasıyla suya resimler çiziyordum.
Haftalarca girdiği külbe-i ahzan’ında hep bir ümitle bekler. Şah Nebat belki döner diye, belki mesaj gönderir diye… Fakat ne gelen vardır, ne de giden…
“Gel ki hasta gönle yeniden takat gelsin
Gel ki ölü bedene yeniden ruh girsin.
Vuslatının fethi yeniden açar belki
Gel, gözlerimi öyle kapattı ki firkatin
Gönül aynasının karşısına neyi tutsam
Aynadan yansır sadece senin güzelliğin.
Gel ki Hâfız’ın güzel gönül bülbülü
Ümitle şiir söylesin elif ve müjde için
Ey korunağın habercisi, Allah seni korusun
Merhaba, merhaba, gel, gel…”
Bu acıdan, kurtulmak için bol bol dualar eden, Kur’an okuyan ve niyazda bulunan Hâfız bir gazelinde bir duasını şöyle anlatır:
“Rabbim, bir sebep yarat da yârim semaletle
Geri gelsin de kurtarsın melametten beni.
Bugün senin elindeyim bir merhamet et
Yarın toprak olunca pişmanlık gözyaşından ne fayda.”
Aşk itikâfında yaptığı niyazlar, dualara rağmen acısı dinmez. Her yerde Nebat hanımın güzel cemalini görmeye başlar:
“Namazda kaşının kıvrımı aklıma geldi
Öyle bir hal oldu ki mihrab feryada geldi.
Şimdi sabır, cesaret ve düşünce bekleme benden
Gördüğün bütün o tahammül rüzgârla gitti.”
Sonra gördüğü bir rüyayla sakinleşir ve girdiği “Külbe-i Ahzan/ Hüzünler Kulübesi”nden veya 40 günlük “aşk itikâfı”ndan çıkar. Külbe-i Ahzan divan edebiyatımızın yanı sıra Arabi ve Farisi edebiyatta da çok kullanılır. Arap şairler daha çok, “Beytu’l Ahzan” (Hüzünler Evi) tabirini kullanır. Klasik edebiyatımıza da şu isimlerle akseder; “beytü’l-hazen”, “beyt-i ahzan” ve “külbe-i ahzan”. Bu kelimenin de hikâyesi şöyle anlatılır: Hz. Yakup (as)’un oğlu Yusuf (as)’tan ayrılması onu perişan etmiştir ve Hz. Yakup gece gündüz ağlamaktadır, halk bu durumdan rahatsız olur ve Yakup’un diğer oğullarına şikâyet ederler. Yakup’un oğulları da şehir dışında ufak bir kulübe inşa eder ve babalarına “baba ağlamaklığın geldiği zaman bu kulübeye git ağla zira halk rahatsız olmakta sık sık ağlamandan” derler. Üzüntü ve acı içinde Hz. Yakup (as) da bu kulübeye gider, sabır ve tevekkülle Allah’a sığınır, Hz. Yusuf’un hasretiyle ağlarmış ve gözlerini de bu kulübede kaybettiği belirtilir. Divan edebiyatında daha sonra “külbe-i ahzan” dünya sıkıntısına maruz kalmanın yanı sıra aşk firkati ve hicranı yaşayanlar için kullanılmıştır.
yüzyıl divan şairlerimizden Fuzuli “Ay eylediğim serv-i hıramanın içindir” adlı gazelinde şöyle der:
“Vaiz bize dün duzahı vasf etti Fuzuli,
Ol vasf senin külbe-i ahzanın içindir.”
(Fuzuli! Vaiz dün bize cehennemin nasıl olduğunu anlattı. O anlattıkları, senin hüzün yuvası olan kulübenin haline uymaktadır.”
1957 yılında hayatını kaybeden ünlü tarihçi, müzeci ve mutasavvıf İbnülemin Mahmut Kemal de, İstanbul’un işgali sırasında konağından, kıymetli arşivini bırakarak, çıkarıldığı dönemde yazdığı bir mısrasında, hüzünler kulübesini şöyle kullanır:
“Zevk-bahşa beyt-i firdevside eylerken karar
Bir temelsiz külbe-i ahzana muhtaç ettiler.”
yüzyılda yaşamış olan Divan edebiyatı şairlerinden Neşati de bir şiirinde “külbe-i ahzanı” şöyle kullanmıştır:
“Ye’se gark etti felek külbe-i ahzanı bile
(Felek külbe-i ahzanı bile hüzünlere boğdu. Ateşim cehennemdeki ateşi bile bastırdı, gözyaşımın coşup çok şiddetle akması bile ateşimi söndüremez.)
Külbe-i ahzanın geçtiği ve tekrar tekrar okumaktan okumaktan bıkılmayacak bir Hâfız-ı Şirazi gazeli:
“Yitik Yusuf döner gelir Kenan diyarına, üzülme!
Hüzünler kulübesi döner bir gün gülistana, üzülme!
Ey kederli gönül! Düzelir halin, karamsar olma
Bu derbeder başın, kavuşur yine huzura, üzülme!
Ömrünün baharı gitmezse, yine konarsan çimenlik tahtına
Güllerden bir şemsiye tutarsın başına, ey güzel nağmeli bülbül, üzülme!
Feleğin çarkı dönmediyse iki gün istediği gibi,
Böyle olmayacak ya daima, devran değişir yine, üzülme!
Sakın ümitsiz olma, gaybın sırrına vâkıf değilsin,
Perdenin arkasında gizli oyunlar var, oyuna üzülme!
Gönlüm, yokluk seli varlığımın temelini kökünden yıkıp götürse de,
Mademki kaptanın Nuh’tur, dert etme tufanı, üzülme!
Çölde Kâbe’ye varmak iştiyakıyla yürüyeceksen eğer,
Deve dikenlerinin ayağına batmasına üzülme!
Her ne kadar menzil tehlike dolu, hedef uzak olsa da,
Hiçbir yol yoktur ki, mutlaka bir sonu olmasın, üzülme!
Bizim yardan ayrılmış halimizi ve rakibin verdiği eziyeti,
Cümlesini, insanı halden hale sokan Allah bilir, üzülme!
Ey Hâfız, fakirlik ve halvet köşesinde, karanlık gecelerde,
Virdin dua ve Kur’an dersi ise üzülme!”
40 gün kaldığı külbe-i ahzanında yaptığı dualar ve Kur’an’ı Kerim’den okuduğu ayetler ve sureler Hâfız’ın gönlünü inşirah eder ve hicran acısından büyük oranda kurtulur. Son gece rüyasında Hz. Ali (ra)’yi görür. Hz. Ali ona semavi yemeklerden ikram eder ve kalbini sukünete erdirir. Böylece Hâfız haftalarca girdiği hüzünler kulübesinden çıkar. Son geceyi bir gazelinde şöyle anlatır:
“Dün seher vakti beni üzüntüden kurtardılar
Gecenin karanlığında bana ölümsüzlük suyu içirdiler.
Hüda’nın zatından gelen ışığın parıltısıyla kendimden geçirdiler,
Tanrı sıfatlarının tecelli kadehinden bana bade sundular.
Ne mübarek bir seher, ne kutlu bir geceydi,
O Kadir gecesinde bana bu beratı verdiler.
Bundan böyle, işte yüzüm, işte sevgilinin cemalini gösteren ayna,
Onda bana Tanrı zatının tecelli edeceği haberini verdiler.
Murâdıma erip mutlu oldumsa, ne var bunda şaşılacak?
Hak ettim bunu; zekât olarak bana verdiler.
Hatıf bana o gün devlet müjdesi verdi,
Bu devleti cevre cefaya sabrettim diye verdiler.
Sözlerimden dökülen bunca balla şeker,
Sabrıma ecir olarak o Şah Nebat dalından verdiler.
Hâfız’ın himmeti ve seher vakti ibadet edenlerin nefesleri sayesinde
Beni günlerin getirdiği hüzün zincirinden kurtardılar.”
Şah Nebat’ın ondan ayrılık sonrası nefret eder şekilde bahsetmesini de önemsemeyen Hâfız, gelen müjde sonrası artık bunların değerinin olmadığını söyler ve şunları not düşer:
“Müjde geldi: “Hüzün günleri böyle kalmayacak.
Öyle kalmadığı gibi, böyle de kalmayacak.”
Sevgilinin gözünde küçüldüm küçülmesine ama
Rakip de hep böyle itibarlı kalmayacak.”
Hâfız bu ayrılık/firkat sonrası iki yıl Şah Nebat ile yaşadıklarını ve hicranın verdiği hüzünleri kimseye anlatmaz.
“Kalem dilinin firkati anlatmaya yok niyeti
Yoksa sana şerh ederdim firkat hikâyesini
Yazık ömrümün süresi vuslat ümidiyle
Bitti de ayrılık bir türlü sona ermedi.
İftihardan göklere değen başımı
Doğrulara ant olsun, koydum ayrılık eşiğine.
Şimdi ne çare, gam denizinde sabır kayığım
Ayrılık fırtınasından düştü bir girdap içine.”
Hâfız-ı Şirazi’nin “Külbe-i Ahzan / Hüzünler Kulübesi”nden çıktıktan uzun zaman sonra bir başka kadın ile evlendiği belirtilir. Ancak bazı rivayetler Hâfız’ın Şah Nebat’a daha sonra kavuştuğunu diğer bazı rivayetlerde ise Şah Nebat’ın Seylan adasından bir Budist ile evlendiği ve daha sonra çok zelil ve fakir hayata maruz kaldığı ifade edilir.
ŞİRAZ’DAKİ ÂB-I HAYAT
İşte medrese hocalarını, koca edipleri ve büyük sultanları büyüleyen bu serazad pir, Şirazlı Hâfız idi. 1317-1390 yılları arasında yaşamış İran’ın Şiraz şehrinde doğdu. Üç kardeşin en küçüğüydü. Babasının ölümünden sonra kardeşler dağıldı. Asıl adı Şemsettin Muhammed olan Hâfız, annesiyle birlikte Şiraz’da kaldı. Geçim sıkıntısı çektiklerinden fırıncılık yaptı, vakit buldukça civardaki medreseye gitti; bu arada Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek “Hâfız” oldu. Hâfız olduğunu bir beytinde şöyle ifade eder: “Hâfız gibi on dört rivayete göre Kur’an’ı ezbere okusan da faydasız. Feryadına ancak erişir, aşk!”
İlk gençlik yıllarında şiir denemelerine başlayan Hâfız, zaman içinde şiirdeki gücünü gösterdi; devrin padişahları ve vezirleri tarafından desteklenip himaye edilen biri oldu. Şiraz dışından birçok davet aldıysa da, Şiraz yakınlarındaki Yezd şehri dışında başka yere gitmedi. Şiraz’ı şiirlerinde ebedileştiren Hâfız, birçok şiirinde Şiraz şehrinin havasını ve tabiatını övdü.
“Ne hoştur Şiraz’ın benzersiz konumu
Hüda’mız, yok olmaktan sen onu koru.
Rüknabad’ı Rabbim yüz kez koru
Hızır ömür verir berrak suyu.”
Hâfız’ın Şiirlerinin yanı sıra Şiraz halkı arasında çok sevilmesinin nedenlerinden biri de, ihtiyaç sahiplerinin ve fakirlerinin hep yanında durmasıydı. Elinden gelen ne varsa fakir fukara için harcardı. Bundan dolayı çoğu zaman parasız kalırdı.
Allah’tan korkana kolaylık verir Allah
Aklına gelmedik yerden rızık verir ona.
Hâfız, katlanıver gece gündüz sıkıntıya
Bir gün –nasıl olsa- ereceksin muradına.
Hâfız devrinde sık sık yaşanan siyasi çalkalantılarla beraber, yöneticilere karşı riya ve ikiyüzlülük artmış, devlet makamları ehliyetsiz ve kifayetsiz insanların eline geçmişti. İnsanların riyakârlıkta yarıştıkları ve Sultan’ın gözüne girmek için yalan dolan ve hile hurdayla iş yapmalarına kızan Hâfız, hocaların asıl konulara değinmek yerine fakirlerin küçük eşyalara veya dertli insanların meyhanede mey içmelerine takılmalarına sert tepki verir. Riyadan, ikiyüzlülükten asla hoşlanmayan Hâfız, bundan dolayı dalkavuk, ikiyüzlü hocaları ve taassup ehli zahitleri sık sık eleştirirdi. Zahit eleştirisi sahtekârları eleştirmek için kullanır. Hâfız’a göre Zahit, kaba, softa, ham yobaz, zahirperest, görünüşe bakar, mürai ve insanları cennet ve cehennemle korkutur. Rind ise, Zahit’in zıttı âşıktır, kalenderdir, açık sözlüdür, açık yüreklidir, batına bakar, insanları zahiri görünüşlerine göre değerlendirmez, zahiren ehli meyhane ehlidir ve ehli harabattır. Hâfız şöyle der:
“Görünüşe bakan zahit anlamaz bizim halimizden,
Hakkımızda ne derse desin; iğrenilecek durumumuz yok.”
Divan edebiyatımızda da “zahit” kavramı Hâfız’ın benzeri şekilde kullanılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair ve çevirmen Koca Ragıp Paşa da bir şiirinde şöyle der
(Yemeye düşkün olan kimse tecelli zevkinden ne anlar? Zahit cennetten ancak yemek-içmek anlar, cenneti o tatlarla anlatır.)
yüzyılda yaşamış olan Şair Nesimi de Zahid’i bir beytinde şöyle anlatır:
“Zahidin bir parmağın kessen dönüp Hakk’tan kaçar,
Gör bu miskin âşığı, serapa soyarlar ağlamaz.”
yüzyılda yaşamış olan ünlü divan şairimiz Bağdatlı Ruhi de şöyle anlatır zahiti:
“Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der,
Dün mektebe vardı bugün üstad olayım der.”
(Cahile bak ki daha dün ilim irfan sahibi olayım diye geldi mektebe, bugün hemen üstad olayım diyor.)
Hâfız-ı Şirazi, dini şöhret vesilesi kılan vaizlere de çok sert çıkar. Çünkü onların şöhret ve para için dinin hakikatlerini söyleyemediklerini ve gizlediklerini söyler. Fakirin küçük bir şey çalmasına, dertli insanın mey içmesine din adamlarının çok kafa takıp asıl büyük hakikatleri gizlemelerine ve münafıklık yapmalarına rest çeker:
Şehir vaizine bu sözü söyletmek o kadar kolay mı hiç?
İkiyüzlülük eden hilekâr insan Müslüman olur mu hiç?
Rintlik et, kerem sahibi ol. İçmek hüner değil.
Bak, hayvan da içmez; ama insan mı hiç?
Feyiz alacak adamda tertemiz cevher olmalı,
Yoksa her taştan, çamurdan inci, mercan çıkar mı hiç?
Keyfine bak gönül, İsm-i a’zam işini yapar,
Hile hurdayla şeytan Müslüman olur mu hiç?
Başka bir gazelde de şunları mırıldanır:
Ey temiz yaratılışlı zahit, rintleri ayıplama,
Çünkü başkalarının günahı yazılmayacak sana.
İyiysem de kötüysem de, git, kendine bak sen,
Kim ne ekerse, onu biçecektir işin sonunda.
İster ayık ister sarhoş, herkes yâre taliptir,
Her yer aşk evidir, ister mescit ister havra.
Tanrının ezeli lütfundan ümitsiz kılma beni,
Ne bilirsin kim iyi, kim kötü, perdenin ardında.
Yine bir başka gazelinde vaizlere ve hocalara şöyle seslenir:
“Vaizler mihrapta, minberde böyle görünürler ama
Yalnız kaldılar mı, başka şey ederler.
Bir problemim var; meclisteki bilgine sor bakalım,
Tövbe edin buyuranlar niçin az tövbe ederler.
Yoksa sorgu sual gününe inanmazlar da mı?
Tanrı hakkında yalan yanlış işler çevirirler?”
Kur’an’ı Kerim’i kendi çıkarları ve hevesleri için yorumlayanları da kınayan ve bundan makam, rüşvet ve şöhret umanları da şu beytiyle eleştirir:
Hâfız; mey iç, rintçe yaşa, mutlu ol amma
Başkaları gibi Kur’an’ı riya, tezvir tuzağı yapma.
Rızkı verenin Hüda olduğunu ve bundan dolayı hakikatini gizlememek gerektiğini birçok gazelinden farklı beyitlerle şöyle anlatır:
Yoksul biri ince manalı bir söz etti şahın meclisinde
Rızkımı veren Hüdaydı, hangi sofraya oturdum ise.
Fakirliğin, kanaatin şerefini yerle bir etmeyiz biz
Söyle padişaha; önceden takdir edilmiş rızkımız var.
Hâfız, fakr ile kanaat tozunu yüzünden yıkama
Bu toprak kimyagerlik sanatından çok yarar sana.
ŞARKIN HOMEROS’U
Hâfız, 1390 yılında Şiraz’da vefat etti. Mezarı bugün Hâfıziye denilen küllliyenin merkezindedir. Tasavvuf, fıkıh gibi dini ilimlerin yanı sıra başta Arap edebiyatının belağat, sarf ve nahif olmak üzere, edebiyat kültürünü de çok iyi almış olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Birçok Arap şairinin divanını okumuştur. Zemahşeri’nin Keşşaf adlı tefsirini, Beydavi’nin Tevaliu’l Envar, Sekkaki’nin el-Miftah’ını sık sık okuduğu belirtilir.
Bunun dışında eserlerinde, döneminin musikisi ve çeşitli sanatları hakkında bilgi edindiğine ve iyi satranç oynadığına dair bilgilere de rastlanmaktadır. Keskin zekâsı, okuduğu gazellerle herkesi hayrete düşüren kişiliğiyle toplumları etkilemeyi başarmış olan Hâfız Şirazi, İran sınırlarını aşan bir üne sahip.
“Hâfız Divanı” Osmanlı’dan bugüne Mesnevi, Bostan ve Gülistan’la birlikte en çok okutulan Farsça eserlerdendir. Bütün Doğu şairlerinde olduğu gibi Hâfız’ın şiirlerinde de Yunani aşk görülür. Övgüden hoşlanmayan Hâfız, bir iki kasidesi müstesna, caize almak için kaside söylemedi. Gazellerinde övdüklerini de öylesine övdü. Çok karışık bir devirde yaşayan, pek çok zulme ve haksızlığa şahit olan şair, üzüntüsünü unutmak için şaraba başvurur.
Hâfız’ın Divan’daki ilk gazeli şöyle başlar:
Ela ya eyyuhessaki! Edir ke’sen ve navilha
Ki aşk asan numud evvel, veli uftad muşkilha.
“Ey Saki! Döndür kadehi, sun bana ve meclistekilere;
Zira aşk ilkin kolay göründü, fakat sonra çıktı güçlükler.
Seher yeli bir misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin zülfünü açınca,
Saçların kıvrımlarından ne kanlara boyandı yürekler.
Sevgilinin konağında, nasıl dinlenebilir, nasıl eğlenilebilirim?
“Yükleri bağlayın” diye feryat edip durmakta ziller.
Pir-i muğan, sana seccadeyi şaraba boya derse, dediğini yap,
Çünkü yolcu/salik konakların yolunu yordamını bilir.
Gece karanlık, dalga korkusu ve dehşetli bir girdap var
Nerden bilir halimizi hafif yükleriyle sahil yolcuları.
Arzularıma esir olarak yaptığım her iş sonunda adımı kötüye çıkardı,
Bir sır nasıl gizli kalır ki onunla kurulurken meclisler.
Huzur istiyorsan Hâfız, kaybolma onun gözünden,
Kavuştunsa sevdiğine, sat anasını dünyanın!”
Hâfız-ı Şirazi’nin gazellerindeki bu ilk gazel üzerine onlarca şerhler yazıldı. Birçok kişi benzerini taklide kalktı. Hatta mutasavvıflar da kendi meşreplerince bu gazeli birçok kez şerh etti.
İslam öncesi zamanlarda Yunanlılar bir işe başlarken, o işe ait Rab’lerinden yardım isterlerdi. Yunanlıların en büyük şairi Homeros, İlyada’yı ilk defa söylerken şiir ilahesinden yardım talep etti. Güya şairlere şiir kuvveti şiir ilahesinin feyziyle hâsıl olur imiş gibi, Homeros’tan sonra gelmiş şairler de bu inanışın tesiriyle mi yahut “poema” yazar iken İlyada’ya taklit arzusuyla mı, şiirlerine ilyada gibi yardım beytiyle başlamışlar, hatta Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da o adet bazı şairlerde devam etmiştir.
Cahiliye zamanlarında Araplarda ise, şiire başlarken teşbib usulü, yani güzel, hoş bir kadını methetmek veya sevgilinin diyarlarını dile getirmek yaygın bir usuldü. İslam geldikten sonra yazılmış kasidelerin çoğu da teşbib usulüyle yazılmaya başlamıştır. Hemen hemen her Mevlid ayında okunan İmam Buseyri’nin “Kaside-i Bürde”si de bunun en güzel örneklerinden biridir:
Selem’deki dostlarını mı hatırladın da,
Kanlı gözyaşı dökmektesin!
Yoksa Kazime tarafından bir rüzgâr mı esti?
Yahut karanlık bir gecede İzam Dağı’ndan bir şimşek mi çaktı?
Gözlerine ne oldu böyle “ağlama artık!” dedikçe coşuyor,
Kalb gözüne ne oldu ki: “yapma!” dedikçe hıçkırıklara boğuluyor.
Gönülden bağlanıp, çok sevip özleyen âşık, sanıyor mu ki kara sevda saklanır!
Aşığın kafa ve kalbi arasındaki bu fıtri tertib ve alevlenme oldukça…
Sende bu aşk olmasaydı harabelerde ağlayıp durmazdın,
Ban Ağacı ve “Âlem Dağı’nı” andıkça uykuyu terk etmezdin.
Gözyaşın ve hastalığın en iyi şahit iken,
Nasıl olur da aşk ve muhabbeti inkâr edersin?
Şu kabilden olsa gerek, galiba Hâfız-ı Şirazi, divanına başlarken sakiye seslenmiş ve “Aşk başta kolay göründü. Lakin sonuçta zorluklar çıktı” demiş. Her iş başta kolay görünür, fakat sonra her işin kendine göre şekli ortaya çıkar; her büyük iş için gayet çok hazırlıkların, tahammül, sebat, ehliyet gibi büyük kuvvetlerin lüzumu o işe başladıktan sonra herkese malum olur.
AŞK VE HÜZÜN KARDEŞTİRLER
“Öğütçü dedi ki: Aşkın ne hüneri var ki hüzünden öte?
Akıllım! Haydi işine! Hünerin var mı daha iyi?”
diyen Hâfız-ı Şirazi, birçok gazelinde aşk ile hüznün atbaşı gittiğini söyler. Aşka maruz kalanın hüzne de hazır olmasını öğüt verir. Aşk yolunda yüzlerce tehlike olduğunu belirten Hâfız, insanın bu fitne ve musibetlere sabretmesi gerektiğini belirtir. İnsanın çevre ve aile putunu yıkmadan hakiki aşkı yaşayamayacağını ifade eden Hâfız, kafeste esir kuş misali olunmaması gerektiğini kaydeder. Aşkta elif gibi dik durmalı, dal gibi bükünülmemeli diyen Hâfız, para ve makam için yaşanan ilişkilerin de aşk olmadığını belirtir. Hâfız, aşkı zifiri karanlık bir gecede, korkunç dalgalar ve büyük fırtınalara benzetir.
İşrakilik akımının kurucusu olan ünlü İslam filozofu Şehabeddin Sühreverdi, Tirmizi’de geçen “Allah’ın yarattıklarının ilki akıldır” hadisinden hareketle kaleme aldığı “Aşkın Hakikati” adlı eserinde “aşk ve hüzün” ilişkisini şöyle anlatır: “Bil ki Hakk’ın yarattığı ilk şey, “akıl” diye adlandırdığı parlak bir cevherdir. Hakk, bu cevhere üç sıfat bahşetti:
1-Hakk’ı tanıma
2-Kendini tanıma
3-Önceden olmayıp daha sonra var olma sıfatları idi.
Hakk’ı tanıma sıfatından “güzellik” meydana geldi, sonra ona “iyilik” denildi. Kendini tanıma sıfatından “aşk” ortaya çıktı, sonra ona “sevgi” denildi. Önceden yok olup sonra var olma sıfatından ise “hüzün” meydana geldi, ona da “keder” denildi
Bu üç sıfat birbirleriyle kardeş olup aynı kaynaktan meydana gelmişlerdir. Güzellik bu kardeşlerin en büyüğüdür. Güzellik kendisine baktı, kendisini gâyet iyi gördü, sevinip gülümsemesi sayesinde binlerce mukarreb (yakın) melek yaratıldı. Aşk ortanca kardeştir. Kendisi “güzellik” ile samimiydi. Gözünü ondan ayırmazdı, hep hizmetindeydi. “Güzellik” tebessüm edince heyecanlanıp muzdarip oldu. Hareket etmek istediğinde, en küçük kardeş olan “hüzün” kendisini Aşk’a astı. Bu sayede gökyüzü ve yeryüzü meydana geldi.
Önce Âdem’de kendini bulan bu üç kardeş daha sonra Kenan ve Mısır ilinde vücut buldu. Güzellik Yusuf’ta, aşk Züleyha’da ve hüzün de Yakup’ta ortaya çıktı. Güzelliğin isimlerinden biri “Cemal”, diğeri de “Kemal”dir. Hadis-i Şerif’te deniliyor ki: “Allah güzeldir. Güzeli sever.” Aşkın da dereceleri vardır: “Marifet” birinci, “Muhabbet” ikinci ve “Aşk” da üçüncü mertebedir.”
Kini ve nefreti bırakın bir hikâye yazın veya arayın…
Dünya büyük bir değişim yaşıyor. Bir zamanlar istikrarlı hatta değişmez görünen o eski dünya çöktü. Bugün küresel ve bölgesel güçlerin ekonomiye hâkimiyeti bile bu çöküntüyü engelleyemedi. Çöken dünya sisteminin yerine yenisi inşa edilinceye dek, ortalık kalın bir sis duvarı ile örülmüş durumda. Bu sis duvarları da içinde; keşmekeş, kargaşa, akıl karışıklığı, ümitsizlik, yarını okuyamama, endişe ve aşırı korkuyu barındırıyor.
Eski dünyanın çökmesiyle yeni bir çağ başlamış oldu. Bu yeniçağda, doğru tepki vermeyi başaramadığımız takdirde risklerle, ânı yakaladığımız takdirde de vaatlerle dolu bir hayat idame edeceğimiz bir hakikat. Yaşadığımız kopuşun ardında ortaya çıkacak yeni sistemlerin mevcut yönetimden daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacağı yeni bir hikâye anlatma yetimize bağlı. Bu da geçmişten ders çıkaran, bizi şimdiki zamana yerleştiren ve geleceği rehberlik edinen bir hikâye olmalı.
Dünya, 90’lı yılların başında çift kutuplu var-oluşun nihâyetine tanıklık etti. Ardından ABD’nin tek kutuplu dünya özlemi de 2008 ekonomik kriziyle suya düştü. Şimdilerde ise dünya, yeni küresel ve bölgesel güçlerin sancısını yaşıyor. Bu sancılı ve sis duvarları içinde dünya birçok krize gebe kaldı: Brexit, ABD’de Trump’ın iktidara gelişi, Hindistan’da Modi’nin seçimleri kazanması, Arap Baharı, Nijerya’da çatışmalar, uzayan Suriye savaşı, Ukrayna’ya Rusya müdahalesi, DAEŞ, vekâlet savaşları, istihbarat oyunları, şehirli militanlar, mafya grupları ve peşinden uzmanların dillerine pelesenk ettikleri üçüncü dünya savaşı tamtamları…
Dünya bir yanda yükselen milliyetçilik dalgasını konuşurken, öte yandan göçmenlerin sorunlarını tartışıyorken, ekonomik krizlerin ve tiksindirici eşitliklerin arka planında büyüyen milliyetçilik, nihilizm, anarşizm, deizm ve teröre tanıklık ettik. Dünya resmen ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri her alanda küresel bir iç savaş yaşıyor.
Soğuk savaşın bitimiyle gerçekte, 20. yüzyılın mirası olan düalizm de sona ermişti. Her alanda zıt kutuplar iflas etti: Sosyal demokrat ile neoliberaller gibi, komünizm ile kapitalizm gibi, radikal siyasetçiler ile ılımlı siyasetçiler gibi… Geçen yüzyılın bu ve buna benzer hikâyeleri, halen tedavülde olmasına rağmen günümüz sorunlarını çözmede yetersizdirler. Yerlerine yeni güçlü hikâyeler inşa edilmediği için eski hikâyelerin tesiri ile herkes yoluna devam ediyor. Hâlbuki olgular değişmiş ama zihinler değişmemiştir.
Bu sancılı ve sisli dönemde, herkes bir anda dış politika uzmanı oluverdi. Yeni dönemi anlamadan herkes eski hikâyeler üzerinden olayları değerlendirdi. Teoriler, iddialar havada uçuştu. Kahvehanelerde bile en çok dış politika tartışmaları izleniyordu. Dünyada bile olmayan sadece bizim TV’lere mahsus 4 saat veya daha fazla süren tartışma programları zihinleri daha karmaşık hale getirdi. Çünkü konunun uzmanları değil kulağına bir iki cümle fısıldananlar konuşuyordu ekranlarda. Ne TV’dekiler anlaşabiliyordu ne de halk tartışmalardan bir şey anlıyordu. Bugünlerde de herkes ekonomi uzmanı olmuş durumda. Eski ekonomik teoriler, endişe ve korku ekseninde herkes sonucu anlaşılmayan bir şeyler mırıldanıyor…
Kontrolden çıkmış bir dünya algısı, bizzat gezegeni kuşatma altına almış durumda. Her yere nüfuz etmiş bir panik var ki, bu Roma benzeri bir imparatorluktan kaynaklı merkezileştirilmiş korkuya da benzemiyor. Bu daha ziyade haber medyasının ürettiği, sosyal medyanın büyüttüğü herkesin başına her an her yerde her şey olabileceğine dair bir duygu. Lağım fareleri trolleri de aşan bir ağ bu.
Yeniçağı anlamak, geçen yüzyılda inşa edilen sistemi iyi anlamaktan geçiyor. Her ne kadar geçen yüzyıla benzemesine rağmen günümüz için tehlike daha büyük. Aşırı bireyciliğin küresel çağında, içinde bulunduğumuz açmaz, emsalsiz ve derin; tehlikeleri daha yaygın, daha az öngörülebilir. Gelinen nokta, çıkarcı bireylerin “ticari toplumunu” ilk defa kurumsallaştıran Adam Smith’in bile öngöremeyeceği biçimlerde evrenselleşti. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da (1848) yazdığı gibi, kederden ziyade coşku içinde modern dönem, serbestleşen dünya ekonomisiyle kökten değiştirilmiş “her türlü sabit, hızla dondurulmuş ilişkileri, geçirdikleri bir dizi tren kazası, kutsal önyargıları ve fikirleriyle ayakları yerden kesilmiş tek bir şeydi… KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞTI, KUTSAL OLAN HER ŞEY DÜNYEVİLEŞTİ.”
Bireyselliğin beraberinde getirdiği rekabet; küskünlük, hınç, öfke, kıskançlık ve aşağılama duygusunu beraberinde yükseltmiş ve bu da beraberinde muazzam bir biçimde nefreti körüklemiş, herkesin bir şekilde diğer herkese yönelik öfkesini katmerleştirmiştir. Bu ruh derinleştikçe sivil ve siyasi alanı zehirliyor. Sadece zehirlemekle kalmıyor, ayrıca bu öfke çağında dehşet veren görüntü ve sesler sürekli bir biçimde adeta üzerimize hücum ediyor.
İşte tüm bu olanlardan dolayı, bugün insanlık yeni bir hikâye peşinde. Herkes kulaklarını açmış “Kumu” (kalkın) bir sesin yankılanmasını beklemekte. Herkesi kuşatıcı, ihsanı ve merhameti bol bir hikâye duymak istiyor. Tutarlı ve istikrar kazandıran bir anlatının yokluğunda bu hikâyeler tepkisel, bölük pörçük ve istikrarsız olmaya devam edecek, her zaman tükenip gitme, düş kırıklığı yaratma riski taşıyacaktır.
Yeni bir hikâyeden, ama tepkisel ve muhalif değil de olumlu ve kuşatıcı bir hikâyeden yoksunsak hiçbir şey değişmez. Ama böyle bir hikâye ile her şey değişir. Çevresinde toplanıp seferber olabileceğimiz iyileştirici bir siyasi hikâye geliştirme arayışında, önce savunmak istediğimiz prensipleri ve değerleri tespit etmeliyiz. Çünkü anlattığımız hikâyeler, üstünde yükseldikleri inançları neşredeceklerdir.
Dünyanın hemen hemen her yüzyılda bir yaşadığı bu geçiş dönemlerinde toplumları bir Mehdi beklentisi tutar. Alman filozof ve sosyolog Karl Mannheim 1922’de, Birinci Cihan Harbi sonrası şunları söylüyordu: “İnsanlar her yerde bir Mesih bekliyorlar ve hava büyük küçük kâhinlerin vaatleriyle dopdolu…”
Hâsılı kelam, kehanette bulunmak ve Mehdi’nin yarın mı, bir yıl sonra mı, yüzyıl sonra mı, bin yıl sonra mı geleceğini beklemek yerine prensipleri olan içi dolu dolu bir hikâye üretmeliyiz. Eski klişe sözler üzerinden tartışmayı da bir an önce bırakmalıyız. Hani yetersizliğimizi de başkalarını eleştirerek örtmek üzerine üstümüze kimse yok. Çünkü ümitsizlik, hayal gücü tükendiğinde düştüğümüz bir durumdur. Şimdimizi ve yarınımızı betimleyecek hikâyelerden yoksun olduğumuzda ümit de solup gider. Siyasi, sosyal ve fikri yetersizlik, özünde hayal gücünün yetersizliğidir…
Yürümek, yeryüzünün en kutlu hareketi… İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli vasıf. Yürümek düşünmektir. Yürümek temâşâdır, nüzhettir, teferrüctür, tefekkürdür, teemmüldür, seyr-u seferdir. Yürümek bir edep, bir sanat, bir duruştur… Bazen bir kelam, bazen bir kalem, bazen de bir selamdır… Bir yürüyüştür hayat… Yürür ve yürüdükçe büyür… Güneş yürür, ay yürür, yıldızlar yürür, gezegenler yürür ve insan yürür…
İnsana “Kendini küçük görmeyi bırak, sen yürüyen evrensin…” diye seslenen Mevlana Celaleddin Rumi, “Yolu yürümeye başla. Başladıktan sonra yolun devamı görünecektir” der. Yani sadece ilk adımı at, gerisi gelecektir… Her yürüyüşün başında bir düş, bir tasarı, bir niyet vardır. Adımlarla başlar yürüyüş. Adım adım… Önce bir adımla başlar, sonra bir başka adım ve bir diğer adım daha derken, tıpkı davula vuruşların oluşturduğu ritim gibi biriken adımlar, yürüyüşün ritmini oluşturur. Yürüdükçe de dinden felsefeye, sanattan edebiyata ve siyasetten aşka her alanda fikirler üşüşür insanın zihnine. Yürümek, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir. İnsan bazen dinlenmek, bazen çalışmak ve bazen de keşif için yürür. Seher vaktinin ilk adımlarına eşlik eden yürüyüş, umudun ve düşüncenin adıdır. Akşam dinginliğine eşlik eden yürüyüş de, manevi huzurun ve doyumun keyifli anıdır. Gündüz yürüyüşünü yapamayan, bir gece yürüyüşü olan uykuya da hasret kalır.
Yürümenin tarihi insanlığın tarihidir. Yürümek insani bir özelliktir. İnsan türünün varlığı ayaklarla, yani yürümesiyle başlar. Tümüyle insana özgü bir yetenek olan dünyaya anlam vermek, dünyayı anlayarak ve başkalarıyla paylaşarak hareket etmek insan varlığının, milyonlarca yıl önce ayağa kalkmasıyla doğmuştur. İnsanlar bir yerden başka bir yere gidebilmek için yürümüşlerdir. Hicret, göç ve medeniyetlerin inşâsı insanın yürümesiyle vücut bulmuştur.
Yürümek bir sanattır. İnsanoğlu çocukluğunda, yürüme sanatında ustalaşana dek de sık sık hüsranla yere düşer. Düşmeyle cilveleşerek yürümeyi öğrenir. Önce vücutlarıyla öne doğru bir hamle yapar, sonra da bacaklarını o vücudun altında tutabilmek için koşturur. Böylece yürümeyi öğrenirler. Gecikmeli bir düşme olarak başlar yürüme ve düşüş de cennetten kovulup dünyaya düşmeye karşılık gelir. İnsan hayatının her merhalesinde de düşe kalka öğrenir, zorlukları aşar. Çocuklar gibi…
Yürümek dünyaya açılmaktır. Zamânı ve mekânı keşiftir. Yürümek ile ayaklarımızın altındaki zemini hissederiz ve sınırlarımızı keşfederiz… Yürüyüş zaman ve mekânın yeniden büyülenmesi konusunda son derece rahat bir yöntemdir. Sadece yaşanan ânı hissettiren bir iç zenginliğe ulaşma yoluyla geçici bir kendini bırakmadır. Yürüme insanda bir basitlik ve rahatlık duygusu canlandırır. Acele etmeden zamanın tadını çıkarma keyfi verir.
Yürümek bir isyandır. Gandhi ve Mao’nun yürüyüşü gibi… Çağdaş dünya bağlamında yürümek bir nostalji ya da direniş biçimini akla getirebilir. Yürüyüş, yürüyüşçünün özgürlük düzeyine göre farklı tonlarla bedeninin zaferidir. Gandhi ya da Mao gibi bazı siyasal muhalifler yaptıkları uzun yürüyüşlerle dünyayı sarsmışlardır. Politik hac yolculuğunun mucidi belki de Gandhi’dir: 1930’da gerçekleştirdiği 200 mil uzunluğundaki ünlü Tuz Yürüyüşü’nde kendisi ve ülkenin iç kesimlerinde yaşayan çok sayıda insan, İngiliz kanunlarını ve İngiliz vergilerini protesto etmek amacıyla kendi tuzlarını üretmek üzere denize yürümüşlerdi.
YÜRÜMEK ŞİFADIR
İnsan yürüyerek hüznünü giderir, kızgınlığını dindirir. Yürümek kaygı ve endişeden uzaklaştırır. Kısa bir gezinti biçiminde de olsa yürüyüş çağdaş toplumlarımızın telaşlı, stresli ve endişeli yaşamını tıkayan kaygılara geçici olarak ara verir. Yürümek dışarıda, “açık hava” dediğimiz yerde olmaktadır. Yürümek şehirli insanın mantığını, hatta en yaygın şartlanmışlıklarını bile ters-yüz eder.
Yürüyüş dünyayı duyumsamaya götürür. İnisiyatifi insana bırakan eksiksiz bir etkinliktir. Yürürken her canlıyla konuşur insan… Düşüncelere ve hayallere dalıp gider… Rastlaşmak, tanışmak, konuşmak, zamânın tadını çıkarmak, istediğin yerde durmak, istediğin gibi yola devam etmek… Düşünmenin ve yürümenin huzurlu mutluluğu. Amerikalı ünlü yazar Henry David Thoreau “Yürümek” adlı kitabında şöyle der: “İnanıyorum ki günde en az dört saat hatta kimi zaman dört saatten de fazla, her türlü maddi kaygılardan uzaklaşarak ormanlarda, dağlarda, tepelerde dolaşmazsam bedensel ve zihinsel sağlığımı koruyamam…”
Yürümek sağlıktır, şifadır. Dünyanın birçok yerinde yapılan araştırmalara göre, günlük yürüyüş yapmanın fiziksel ve psikolojik birçok faydası bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Zihinsel ve fiziksel zindeliği geliştirir, ürettiği serotonin ve endorfin hormonları morali düzeltir, hafıza kaybı problemini ve alzheimer riskini azaltır, stresten kurtulmanızı sağlar, kan dolaşımına yardımcı olur, kalp-damar hastalıkları riskini azaltır, kemiklerin kuvvetlenmesine yardımcı olur, dayanıklılığı artırır, uykusuzluğu azaltır, rahatlamaya yardımcı olur, bel ve boyun ağrılarını hafifletir, yaşlanma sürecini geciktirerek, genç görünüm sağlar.”
“Yürümek spor değildir” der Frasız felsefe profesörü Frederic Gros “Yürümenin Felsefesi” adlı kitabında: “Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meseledir. Yürümek ise bir ayağı diğerinin önüne atmak çocuk işidir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O halde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir.
Ormanlarda, yollarda ya da patikalarda yürümek dünyanın düzensizlikleri karşısında gittikçe artan sorumluluklarımızdan uzaklaştırmaz bizi, soluklanmamızı, duyularımızı keskinleştirmemizi, meraklarımızı yenilemimizi sağlar. Yürüyüş çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.”
YÜRÜMEK DÜŞÜNMEKTİR
Yürümek filozof-vâri bir eylemdir. Ayağın adımı, düşüncenin adımıdır. Bundandır ki, yeni bir düşünce, çoğunlukla, tabiatın zaten hep orada bulunan bir unsuruymuş gibi gelir bize; düşünmek, üretim değil de bir yolculuktur sanki. Belki de, yürümenin düşünürlere mahsus faydalarının kaynağı da budur. Yoluculuğun sürprizleri, özgürleştirmesi ve zihin açıcılığı bazen dünyayı değil mahalleyi dolaşırken de edinilebilir; yürüme, hem uzaklarda hem de yakınlarda yol alır. Yürümek insanın çevresindeki sınırını sonsuzca genişletmiş ve insanın beyninin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var oluruz. Bedenin, ruhun ve dünyanın sesini dinlemek… Sanki zihni harekete geçiren, hareketin kendisi olduğu kadar gözümüzün önünden geçip giden manzaralardır ve yürümeyi hem belirsiz hem de sonsuz ölçüde bereketli kılan da budur: Yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de varış noktasıdır.
Yürürken, beden ve zihin birlikte çalışır ve böylece, düşünmek neredeyse fiziksel, ritmik bir eyleme dönüşür. Dünyayı keşfetmek, düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir ve yürürken bu âlemlerin her ikisinde birden yol alırız.
Düşünmeyle yürüme arasındaki bağ Antik Yunan döneminde sıkça karşımıza çıkmasına rağmen Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi birçok dinde de yürümenin önemine geniş vurgu yapılmıştır. Antik dönem bilgeleri, derin düşüncelerin peşine ancak yürüyerek düştüklerini ifade eder. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığı ve öğrettiği belirtilir. Sokrates, Platon ve Aristoteles’ten önce Atina yaşamına hâkim olan Sofistler gezginlikleriyle ünlenmişlerdi. Aristo’nun okulunda yetişen filizoflara Peripatetikler veya Peripatetik ekol adı verilmiştir ve İngilizcede peripatetic kelimesi “uzun yürüyüşleri alışkanlık edinmiş kimse” anlamına gelir. Yani isimleri, düşünmeyi yürümeyle ilişkilendiriyor. Stoacılar da isimlerini stoa’dan, yürürken bir yandan da konuştukları, Stoacı düşünüşün metanetine en aykırı resimlerle bezeli Atina’daki sütunlu yoldan almışlardı.
İslam felsefesindeki Meşşailer de benzeri şekilde ad almışlardır. Arapça asıllı bir sözcük olan “Meşşai”, Arapça’da “yürüdü” anlamına gelen “meşa” fiilinden isim olarak, Grekçe’deki “peripatos” terimini karşılamak için üretilmiştir. Meşşaiye, kelime olarak yürüyücülük ve yürüyüşü alışkanlık etmek demektir. Aristotales derslerini gezinerek verdiği için, ona ve onunla birlikte yürüyenlere “peripatos” denilmiştir. Peripatetikler, yani Ariston’nun öğrencileri ve takipçileri de Aristotales’in yöntemine, bilimler, sınıflamasına, mantığına, fizikten metafiziğe yükselen felsefi sistemine bağlı kalmışlardır. Meşşaiyye, bir ıstılah olarak da genelde Aristo felsefesinin benimsenmesi, özelde de İslam Aristoculuğu demektir. Aristo’nun felsefesini benimsemiş olan İslam Filozoflarına da “meşşaiyyun” denilmektedir. İslam düşünce tarihine baktığımızda Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Bace ve İbn Rüşd gibi büyük filozofların bu ekole dahil edilebileceğini görmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken bu filozofların hiç birisi tam anlamı ile Aristocu olmamaşlardır. Aristo’dan etkilendikleri gibi Eflatun (Platon) ve Yeni-Eflatunculuktan da etkilenmişlerdir. Müslüman filozoflar, mantık sahasında daha çok Aristo düşüncesinden esinlenmiş olup ahlak, siyaset, metafizik gibi konularda da daha çok Eflatun’dan esinlenmişlerdir.
Çok sonraları, yürümekle felsefe yapmanın bağdaştırılması o derece yaygınlaştı ki, Orta Avrupa’da birçok yer ismine ilham verdi: Hegel’in yürüyüş yaptığı rivayet edilen Heidelberg’teki Philosophenweg (Filozof Yolu); Kant’ın günlük gezintileri sırasında yanından geçtiği Königsberg’deki Philosophen-damm (Filozof Barajı) ve Kierkegaard’nun sözünü ettiği Kopenhang’daki Filozofların Yolu.
Ünlü filozof Friedrich Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Günde 8 saat yürürdü. Yürürken çalışırdı. Notlar alırdı. Birçok kitabı yürürken yazmıştı. “Gezgin ve Gölgesi” adlı kitabı için şunları not düşer: “Birkaç satır dışında hepsi yolda düşünüldü ve kurşun kalemle altı küçük deftere karalandı.” Yine “Ecce Homo” adlı kitabında şunları not düşer: “Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir.”
Ünlü Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau için yürüyüş, özgürlük deneyimidir, tükenmez bir gözlem ve düş kaynağıdır. Rousseau “İtiraflar” adlı kitabında şöyle söylemişti: “Yalnızca yürürken derin düşüncelere dalabiliyorum. Durduğum zaman, düşüncelerim de duruyor; zihnim yalnızca bacaklarımla birlikte hareket ediyor.” Danimarkalı ünlü filozof Soren Kierkegaard da günlüklerinde ısrarla tüm eserlerini yürürken yazdığını ifade eder.
YÜRÜMEK İBADETTİR
Yüce Hâlık, ilk insanı yarattığında ona yürümeyi ve konuşmayı öğretti. Yeryüzüne gönderdiğinde de ona yürümesini emretti. Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi, onun üzerinde yürüyün…” (Mülk / 15) Bundan dolayı tüm Enbiyalar ve Resuller, tüm yeryüzünde, adım adım yürüdüler. İbrahim (as) Harran’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Mekke’ye yürüdü. İsa (as) da Kudüs civarını karış karış yürüdü. Son geceki yürüyüşünde ise Allah katına yükseltildi. Hz. Peygamber (sav)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gece yaptığı yürüyüşe “İsra” adı verildi yani “Gece Yürüyüşü”. Hicret de bir yürüyüştür… Üstad Sezai Karakoç “Hızırla Kırk Saat” kitabının 36. bölümünde Hz. Pegamber (sav)’in Mekke’den Medine’ye yürüyüşünü şu dizelerle özetliyordu:
“Ayet ayet sure sure yürüdüler
Mekke’den Medine’ye erdiler.”
Peygamberlerin izinde giden tâbileri, havariler ve sahabiler de aynı istikamet üzere hep yürüdüler. Âlimler, arifler, mutasavvıflar, dağlar, tepeler, vadiler ormanlar demeden diyar diyar yürüdüler. İbn Arabi, Abdülkadir Geylani, Bişr-i Hafi, Cüneydi Bağdadi, İbrahim Edhem, İmam Rabbani vb birçok âlim ve derviş Yüce Allah’ın görünen kitabını temâşa ede ede yürüdüler. Yürümek Peygamberlerin özelliğidir. Yürürken Peygamberler vahiy, âlimler ilham alır.
Müslüman âlimlerin ilim için yürüyüşlerine ve yolculuklarına “rıhle” adı verildi… Binlerce km mesafeyi yürüyerek ilim için aştılar. “Rıhle fi talebi’l-ilm”, “Rıhle li talebi’l-ilm” veya kısaca “er-Rıhle” şeklinde ifade edilen yolculukları hep ilim içindi. İlim yolculuklarının ilkini “çöl okulu” denilecek yerlere yapıyorlardı. Çöllerde Arapça lisanlarını geliştirmek için yürüyorlardı. Bedevi topluluklar ile hemhal oluyorlardı. Şehirli olmalarına rağmen, bu zor çöl koşullarında bir bedevi gibi yaşıyorlardı.
Yürümek ibadettir. Hacc yürüyüşü bir ibadettir. Kabenin etrafı, yürüyerek tavaf edilir. Hz. İbrahim (as) Yüce Allah’a duasında şunları söyler: “İnsanları Hacc’a çağır, yürüyerek sana gelsinler…” (Hacc / 27) “Yürümenin Tarihi” adlı kitabın yazarı Rebecca Solnit şunu der: “Eğer düşünmek tabiaatta din olsaydı, yürümek bunun en önemli ritüeli olurdu.”
Manevi bir yolculuk olan Hacc bir yürüme biçimidir. İslam’da olduğu gibi Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm gibi birçok dinde hacc ritüeli vardır. Hristiyanlıkta hacılar, dünyayı gezme fiilinin kaynağı olan “travail” kelimesindeki çalışma, eziyet çekme ve doğum sancısı anlamlarını çağrıştıran bir şekilde, çoğunlukla yolculuklarını zorlaştırmaya gayret ederler. Ortaçağdan bu yana, kimi Hıristiyan hacılar yalınayak veya ayakkabılarının içinde taşlarla ya da oruç tutarak veya çile çektiren giysiler içinde seyahat etmişlerdir. Hıristiyanlıkta Hac yolculukları, yola en dayanıklı olanlar için değil, en az dayanıklı olanlar içindir.
Namaz için camiye yürümenin büyük sevap olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (sav), yürürken yolda bulunan bir engeli; taş, kemik, diken vb gibi şeyleri kaldırıp atmanın da sadaka olduğunu belirtir. Bir hastayı ziyaret etmek için yürümek, bir hayra vesile olmak için yürümek, bir akrabayı veya yaşlıyı ziyaret etmek için yürümek de İslam’da önemli ibadetlerden biridir. Yolda kalmışa yardım etmek de en büyük sevaplardan biridir.
İNSAN YÜRÜYÜŞÜNDEN TANINIR
Yürümek insanı tanımak olduğu gibi, bir insanı da yürüyüşünden tanıyabilirsiniz. Kadim bilgeler “İnsan yürüyüştür” derler. Yürüyüşünden kim olduğunu bilebilirsiniz bir insanın. Kibirli mi – alçak gönüllü mü, asil mi – soysuz mu, paralı mı – cebi delik mi, katil mi – mâsum mu, gösterişli mi – sâde mi, onurlu mu – onursuz mu? Her insanın kendine ait bir yürüme tarzı vardır. Kimisi ritimli yürür, kimisi ellerini sallayarak yürür, kimisi sık adımlarla yürür, kimisi daha esnek ve yavaş yürür. Gençler ile yaşlıların, kadınlar ile erkeklerin yürüyüşleri arasında farklar vardır.
Hz. Lokman (as), oğlunun yürüyüşüne bile dikkat edip, ona şöyle yürümesini öğütlemektedir. “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Şüphesiz ki, Allah büyüklük taslayan ve övünen kimseleri hiç sevmez. Yürüyüşünde tabii ol!” (Lokman / 18) Lokman (as) oğluna bir kibir gösterişi şeklinde yürümemesini öğütlerken, ona en uygun yürüme tarzını da göstermiş oluyor. Bu yürüyüş, her türlü yapmacıktan uzak, tabii bir yürüyüş olacaktır. Ne, herhangi bir gurur ve kibir gösterişi içinde yürünecek, ne de, acizlik, takva yahut tevazu gösterişi içinde yürünecektir. Çünkü hiçbir şeyin sûni ve yapmacık olanı makbul değildir.
Hz. Lokman, oğluna yürüyüşle ilgili öğüdünü yaparken, Yüce Allah’ın büyüklük taslayan ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini hatırlatmak suretiyle onun bu kötü huydan uzak durmasını teşvik etmektedir. Çünkü kibir, kendini beğenme, bütün iyilikleri yok eden büyük bir âfettir. Nitekim Şeytan, kibri sebebiyle kafir olmuştur. Bu sebeble, Yüce Allah Kur’an’da mütekebbir ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini müteaddit yerlerde belirtmiş, Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Kalbinde zerre ağırlağınca kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, İman: 149)
Demek ki, insanın her türlü tavrı, hareketi ve konuşması kibirden uzak olması gerektiği gibi, yürüyüşü de kibirden vb kötü yürüyüş tarzlarından uzak olmalıdır. Bu konuda başka bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen elbette yeri yaramazsın, boyca da dağlara ulaşamazsın.” (İsra / 37) Yine başka bir ayette Yüce Allah, kendisine layık, örnek kullarının şöyle yürüdüğünü bildirir: “Rahmanın kulları ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler.” (Furkan / 63)
Yürüyüşte başkasını taklit de asla övülen bir davranış değildir. Karganın kekliğin yürüyüşünü taklit etmesi gibi bir haldir. Şeyh Sâdi Şirazi artık deyim haline gelen bir hikayesinde şöyle der: “Karga, keklik gibi yürümeye çalışmış. Keklik gibi yürüyememiş. Kendi yürüyüşünü de kaybetmiş…” Başkasını taklit insanı özünden koparır, orjinallikten uzaklaştırır. Zaten insanlar, saf bir insandan söz ederken “ayakları gibi aptal” demezler mi?
YÜRÜMEK BİR AŞKTIR GRADİVA
Yürümek bir aşktır. Bazen insan bir yürüyüşe âşık olur ve aşkını bir kadının yürüyüşünde bulur. Alman edebiyatının ünlü yazarlarından Wilhelm Jensen’in “Gradiva” adlı romanındaki hikâye gibi… Gradiva adlı romanda arkeolog Norbert Hanold başroldedir. Norbert, Roma’da bir koleksiyonda bir rölyef görür. Bu rölyefte yürüyen bir kız resmedilmiştir. Bu kız, günlük yaşamdan bir kızdır. Bir kraliçe ya da tanrıça değildir. Yirmili yaşlarda Romalı bir bâkire olduğunu düşünmüştür. Kabartma günlük yaşamın bir kesitinden alınmış gibidir. Kız, karşıdan karşıya geçerken elleriyle hafifçe pilili eteğini toplamıştır. Ayaklarında sandalet vardır, bir ayağı tümüyle yere basmıştır, öbür ayağının parmak uçları yere dokunmaktadır ama ayağını, tabanıyla topuğu zeminle neredeyse 90 derecelik bir açı oluşturacak şekilde yukarı doğru kaldırmıştır. Bu görünüm gravüre olağanüstü bir çekicilik ve gizem katmıştır. Rölyefteki doğallık ve sadelik o tür eserlerin yapıldığı zamanlarda pek de görülmeyen bir özelliktir. Norbert Hanold eserden, yaşadığı çağdan bir izlenim edinmiş gibidir. Norbert’i en çok etkileyen şey kızın yürüyüşüyle ilgilidir. Kızın sol adımını attığı sırada sağ ayağının yere doğru açısı Norbert’in dikkatini çeker. Bu özel adım atışla büyülenmiş gibidir. Bu rölyefin bir röprodüksiyonunu bulup odasına yerleştirir. Bu kıza latince “Gradiva” yani; “yürüyen güzel kız” adını verir. Norbert Hanold günlerini gecelerini bu rölyefe bakarak geçirmektedir. Gradiva’yı sık sık rüyalarında görmektedir. Düşlerinde Gradiva’nın yürüyüşünün ardına takılır.
Bir gün düşten uyanan Norbert yaşadığı şehrin sokaklarına camdan bakar. Bir anda o özel yürüyüşü gördüğü bir çift kadın bacağı fark ettiği zaman yatak kıyafetiyle kendini sokağa atar ancak kadını bulamaz. Artık ne zaman sokakta olsa, kadınların yürüyüşlerine ve ayaklarına bakıyor ve o Gradiva yürüyüşlü kadını bulmayı umut ediyordur. Norbert bir müddet sonra rüyalarının peşinde İtalya’nın Pompei şehrine gider. Burada Gradiva’yı arar durur. Aylarca rölyefteki Gradiva’yı arayan Norbert, burada ilk çocukluk aşkını bulur. Bir zooloji profesörü olan komşusu Richard Bertgang’ın kızı olan Zoë Bertgang, Norbert Hanold’un çocukluk aşkıdır. O zaman arkeolog Norbert’in Bertgang’dan bir tek ricası olur. “Bari bir kerecik olsun bu Gradiva rölyefindeki gibi yürür müsün?” der. Kız onu kırmaz. Aynı pozda yürür. Gerçekten de Gradiva kadar güzel yürümektedir. Ama bu kez ayağında eski Pompei sandaletleri değil, çağdaş İtalyan yapımı kum rengi ayakkabıları vardır.
Psikanalizin babası olarak tanınan Sigmund Freud’un, “Düşlerin Yorumu” adlı kitabı “Gradiva” romanı üzerine yazılan yorumlardır. Bu romanı, ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung, Freud’a 1906 yılında okuması için verdiği belirtilir. Gradiva, Freud’un bir edebiyat yapıtının ruhçözümsel yöntemle ele alınışının basılı ilk ve en kapsamlı örneğini oluşturur. Ünlü Fransız yönetmen Alain Robbe-Grillet de, Gradiva romanını filme çekmiştir.
Enderunlu Osman Vasfi’nin şu mısraları şarkın Gradivalarını ne güzel özetler:
“O gül-endam bir al şale bürünsün yürüsün,
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.”
ÇAĞDAŞ İNSAN YÜRÜMEYİ UNUTTU
Modern insan yürüyüşü unuttu. Yürüyen insandan mıhlanmış insana geçti. Günümüzde modern vâsıtalar, kentlerde tıkanıklıkara neden olmasına rağmen gündelik yaşamın bir parçasıdır. Bedeni milyonlarca insan için neredeyse gereksiz hale getirmiştir. İnsan oturan ya da hareket etmeyen bir varlık olmaya başlamıştır ve birçok insanın yaşamının yerini de protezler almıştır. Bugün insan bedeninin bir anormallik, düzeltilmesi gereken bir müsvedde gibi görülmesinde şaşırtıcı bir şey yoktur ve hatta kimileri bedenin saf dışı edilmesi gerektiğini bile düşünmektedir. Bireysel etkinlikler fiziksel enerjiden çok sinirsel enerji tüketirler. Beden, modernliğin karşısındaki bir engeldir. Zamânın ve yerin tadını çıkarma olan yürüyüş; bir kaçış, modernliğe bir naniktir.
Çağdaş insan; seyahat şirketleri veya ellerinde haritalar tek başlarına düşerler yollara. İnsanlar artık ya yılsonu tatillerinde ya hafta sonlarında ya da boş zamanlarında birkaç saat yürümektedir. Bazen uzun gezintiler ve doğa yürüyüşleri ile insanlar en kısa güzergâhları tanımaktadır. Unutmamalı ki, ayaklarımızın kökleri yoktur, ayaklarımız hareket etmek için yapılmıştır. Yürüyüş sırasında müzik dinleten kulaklıklar ya da cep telefonu konuşmaları yalnızlığa, sessizliğe ve bilinmeyenle karşılaşmalara karşı bir tampon görevi görüyor.
Günümüzde birçok insan ev, araba, spor salonu, ofis, mağaza gibi bir dizi iç mekânda, birbirinden kopuk halde yaşıyor. Oysa yürürken her şey birbirine bağlıdır çünkü iç mekânlarda nasıl var oluyorsak, onların arasında kalan dış mekânlarda da aynen öyle var oluruz. O zaman insan, sadece dış dünyaya karşı inşa edilmiş iç mekânlarda değil, tüm dünyada yaşamaya başlar.