Hâfız-ı Şirazi ile Hüzünler Kulübesi’nde

Şark’ın “Lisanü’l-gayb”ı, “Tercümanü’l-esrar”ı, “Hoda-yi Şi’r”i, Hâce lakaplı büyük üstad. “Âb-ı hayat” tadındaki gazelleri ile Şark’ta Fuzûli, Bâki, Nedim, Nef’i, Nâbi, Hayâli, Neşâti, Şeyh Gâlip, Ahmet Paşa, Muhammed İkbal, Mehmet Âkif Ersoy, Ahmet Şevki ve Yahya Kemal gibi şuarâyı büyüleyen deha mühayyile. Garb’ın dahi, beyinlerine nüfuz eden yüce Rind. Dîvânı, 17. yüzyılda İngilizce, Fransızca, Almanca, Latince gibi Batı dillerine çevrildiğinde edebiyat mahfillerinde geniş yankılar uyandıran efsâne pir. Alman Şâir Goethe’nin, “West-Östlicher Divan” (Batı-Doğu Divanı) adlı eseri ondan ilham ile kaleme aldığı yiğit serazad. Osmanlı ve Hind sultanları, devlet ricali, medrese âlimleri ve ediplerinin şiirlerine meftun oldukları divânı ezberlemek için yarıştıkları gönüllerin sâkisi. Nice insanlar, şiirlerini tercüme ve şerh eylemek için sa’y ü gayret eyledi.

Derd-i derunların, çeşm-i giryanların, pinhan sırlarını âyân eden bu nişane-i serazatı ilk tanımam lise yıllarında bir yaz tatili döneminde gittiğim medresede Emsile, Bina ve Maksud dersleri sonrası hocalarımızın bir köşeye çekilip, onun divanından şiirler ve gazeller okurken ah-ü figan etmeleri, derin bir hasret çekmeleri ve gözyaşları döktükleri zamana denk gelir. Medresedeki arkadaşlarla, hocalarımızın Farsçasından okuyup derinden derine hüzne gark oldukları bu kitabı konuşur ve onları büyüleyen bu sırlı kitap üzerine sohbet ederdik. Ama bir türlü bu kitabın medrese âlimlerini her okuyuşunda aynı coşkuyla nasıl etkilediğine akıl erdiremezdik. Ta ki, yıllar sonra Arapça ve Farsça’yı tâlim ettikten sonra medrese hocalarımızın bu büyülü divanı ellerine aldıklarında neden ah-ü figan ettiklerini anlayana dek.

Ders aldığımız dönemlerde 60’ında olan ve bugün 80’ine dayanmış bu medrese hocalarımdan biri ile birkaç yıl önce tedavi için geldiği İstanbul’da bir vesile ile yeniden biraraya geldik. Şarktan garbtan ve medreselerin hal-i pür melalinden sohbet ettikten sonra sözü yine o büyülü divana getirmiş ve “Hocam Hâfız’ın divanını okurken hüzün girdabına dalmanız beni geçmişte çok etkilemişti. Divanda sizi etkileyen neydi? Orada neyi buluyordunuz?” diye sordum. Kar beyazlığındaki pamuk gibi uzun sakallarına yeniden gözyaşı damladı ve “Bak evlat!” diyerek başladı nehir gibi akan sözlerine. Edebi açıklamalar ile deyişlerini süslüyor, Mevlana ve Yunus’tan örnekler veriyordu. Sonradan sıra artık pinhan sırrına gelmişti ve dedi ki: “Herkesin gençlik yıllarında aşkı olur ya. İşte o divanın her sahifesini okuduğumda sevdiğim o gül yüzlü melek görünürdü bana. Kendimi tutumaz, ah-ü figan eder ve hüzünlere gark olurdum. Gizliden gizliye Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve Müslüm Baba’yı dinlerdim. Lakin onlar bile Hâfız kadar derdime merhem olamazlardı. Sine sine yanardık. Tabiplerde bile bu sevda ateşinin devası yoktur. Bu sevda fikrini ne başımızdan atabiliyorduk ne de geceleri yatabiliyorduk. Anası bana yâr olarak görmedi yârimi. 2 yıllık aşkımızı hiçe sayan Nemrut’un kızı da hiçbir şey söylemeden çekip gitti. Zengin bir ağa ile evlendi. Esrar işi ile uğraşan ağa bir kavgada öldürüldü. Malı talan edildi. 3 çocuk ile tek başına kalan kadın da, per perişan bir halde bir gece ansızın öldü. Ölümünden birkaç ay sonra bir gece mezarına gittim. Yasinler ve dualar okudum, kabrine bir gül bırakıp gözyaşları ile ayrıldım. Sonra anladım ki, meğer sevdiğim o değilmiş, içimdeki aşka ve kelimelere meftun olmuşum ben.”

AŞK İTİKÂFI: KÜLBE-İ AHZAN

Hâfız’ın şiirlerini okuyan kim olursa olsun, eğer geçmişte yaşadığı bir firak ve hicran var ise mutlaka o aşk acısını içinde hisseder. Zira rivayetlere göre Hâfız’ın da sevdiği ve ulaşamadığı bir sevgilisi varmış: adı Şah Nebat’mış. Şah Nebat’ı çok seven Hâfız, onunla haftada birkaç gün Şiraz’daki Rüknabad ırmağının kenarında medrese öncesi buluşurmuş. Fakat daha sonra kızın ailesi Nebat’ı Şiraz’a vermeyi redder. Nebat da ailesi istemediği için Hâfız’dan uzaklaşır ve onunla bir daha buluşmaz. Hâfız’ın sevgilisiyle iki yıllık anıları, ayrılık acısı ve bu hicranın onda yarattığı yıkımı gazellerinde kolaylıkla müşahede edebiliriz. Bir gazelinde şöyle anlatır acısını:

“Öyle bir aşk derdi çektim ki sorma
Öyle bir hicran zehri tattım ki sorma

Dolaştım dünyayı da sonunda
Öyle bir dilber seçtim ki sorma

Kapısının toprağının arzusuyla
Gözlerimden öyle yaş akıyor ki sorma

Sensiz kendi yoksul kulübemde
Öyle çileler çektim ki sorma.”

Hâfız, ayrılığı sonrası haberler gönderir, araya aracılar koyar fakat Şah Nebat’tan yine haber gelmez. Zor ve sancılı günler geçirir. Bir mecnuna döner adeta.

“Epey oldu sevgili bir haber göndermedi
Bir selam yazmadı, bir kelam göndermedi.

Yüz mektup gönderdim de o süvarilerin şahı
Bir ulak koşturtmadı, bir selam göndermedi.

Aklı kaçıp gitmiş vahşi sıfatlı bana
Ahu gidişli keklik sekişli bir elçi göndermedi.

Kerametten, makamlardan o kadar dem vurdum da
Bana hiçbir makamdan hiç haber göndermedi.”

Hâfız bu ayrılık, firkat ve vuslat acısından o kadar acı çeker ki, bunu bir beytinde şöyle anlatır:

“Bu sevdadan delireceğim galiba, gece sabahlara kadar
Ay ile konuşuyor, peri görüyordum rüyamda.

Firakından yanıyorum bırak cefayı
Hicran bize bela oldu Rabbim döndür belayı.”

Neşesi kalmayan ve hicranın verdiği hüzünle ruhunun üzerinden acıdan kurtulmak için kendini “Baba Kohi” türbesine kapatan Hâfız, 40 gün boyunca Allah’a dualar eder, niyazda bulunur ve gözyaşlarına boğulur.

“Dün gece gözyaşı seliyle uykunun yolunu kesiyordum
Yüzünün hatırasıyla suya resimler çiziyordum.

Yârin kaşı gözümde canlanıyordu, yanıktı hırkam
Mihrap köşesini anıp kadehi yudumluyordum.

Söz dalından kanatlanan her fikir kuşunu
Perçeminle tuzak kurup yeniden avlıyordum.

Sevgilinin yüzü beliriyordu gözümde
Uzaktan kamerin yanağına öpücük konduruyordum.

Haftalarca girdiği külbe-i ahzan’ında hep bir ümitle bekler. Şah Nebat belki döner diye, belki mesaj gönderir diye… Fakat ne gelen vardır, ne de giden…

“Gel ki hasta gönle yeniden takat gelsin
Gel ki ölü bedene yeniden ruh girsin.

Vuslatının fethi yeniden açar belki
Gel, gözlerimi öyle kapattı ki firkatin

Gönül aynasının karşısına neyi tutsam
Aynadan yansır sadece senin güzelliğin.

Gel ki Hâfız’ın güzel gönül bülbülü
Ümitle şiir söylesin elif ve müjde için

Ey korunağın habercisi, Allah seni korusun
Merhaba, merhaba, gel, gel…”

Bu acıdan, kurtulmak için bol bol dualar eden, Kur’an okuyan ve niyazda bulunan Hâfız bir gazelinde bir duasını şöyle anlatır:

“Rabbim, bir sebep yarat da yârim semaletle
Geri gelsin de kurtarsın melametten beni.

Bugün senin elindeyim bir merhamet et
Yarın toprak olunca pişmanlık gözyaşından ne fayda.”

Aşk itikâfında yaptığı niyazlar, dualara rağmen acısı dinmez. Her yerde Nebat hanımın güzel cemalini görmeye başlar:

“Namazda kaşının kıvrımı aklıma geldi
Öyle bir hal oldu ki mihrab feryada geldi.

Şimdi sabır, cesaret ve düşünce bekleme benden
Gördüğün bütün o tahammül rüzgârla gitti.”

Sonra gördüğü bir rüyayla sakinleşir ve girdiği “Külbe-i Ahzan/ Hüzünler Kulübesi”nden veya 40 günlük “aşk itikâfı”ndan çıkar. Külbe-i Ahzan divan edebiyatımızın yanı sıra Arabi ve Farisi edebiyatta da çok kullanılır. Arap şairler daha çok, “Beytu’l Ahzan” (Hüzünler Evi) tabirini kullanır. Klasik edebiyatımıza da şu isimlerle akseder; “beytü’l-hazen”, “beyt-i ahzan” ve “külbe-i ahzan”. Bu kelimenin de hikâyesi şöyle anlatılır: Hz. Yakup (as)’un oğlu Yusuf (as)’tan ayrılması onu perişan etmiştir ve Hz. Yakup gece gündüz ağlamaktadır, halk bu durumdan rahatsız olur ve Yakup’un diğer oğullarına şikâyet ederler. Yakup’un oğulları da şehir dışında ufak bir kulübe inşa eder ve babalarına “baba ağlamaklığın geldiği zaman bu kulübeye git ağla zira halk rahatsız olmakta sık sık ağlamandan” derler. Üzüntü ve acı içinde Hz. Yakup (as) da bu kulübeye gider, sabır ve tevekkülle Allah’a sığınır, Hz. Yusuf’un hasretiyle ağlarmış ve gözlerini de bu kulübede kaybettiği belirtilir. Divan edebiyatında daha sonra “külbe-i ahzan” dünya sıkıntısına maruz kalmanın yanı sıra aşk firkati ve hicranı yaşayanlar için kullanılmıştır.

yüzyıl divan şairlerimizden Fuzuli “Ay eylediğim serv-i hıramanın içindir” adlı gazelinde şöyle der:

“Vaiz bize dün duzahı vasf etti Fuzuli,
Ol vasf senin külbe-i ahzanın içindir.”

(Fuzuli! Vaiz dün bize cehennemin nasıl olduğunu anlattı. O anlattıkları, senin hüzün yuvası olan kulübenin haline uymaktadır.”

1957 yılında hayatını kaybeden ünlü tarihçi, müzeci ve mutasavvıf İbnülemin Mahmut Kemal de, İstanbul’un işgali sırasında konağından, kıymetli arşivini bırakarak, çıkarıldığı dönemde yazdığı bir mısrasında, hüzünler kulübesini şöyle kullanır:

“Zevk-bahşa beyt-i firdevside eylerken karar
Bir temelsiz külbe-i ahzana muhtaç ettiler.”

yüzyılda yaşamış olan Divan edebiyatı şairlerinden Neşati de bir şiirinde “külbe-i ahzanı” şöyle kullanmıştır:
“Ye’se gark etti felek külbe-i ahzanı bile

Ateşim geçti cehennemdeki niranı bileCûş edüp söndüremez gözyaşı tufanı bile.”

(Felek külbe-i ahzanı bile hüzünlere boğdu. Ateşim cehennemdeki ateşi bile bastırdı, gözyaşımın coşup çok şiddetle akması bile ateşimi söndüremez.)

Külbe-i ahzanın geçtiği ve tekrar tekrar okumaktan okumaktan bıkılmayacak bir Hâfız-ı Şirazi gazeli:

“Yitik Yusuf döner gelir Kenan diyarına, üzülme!
Hüzünler kulübesi döner bir gün gülistana, üzülme!

Ey kederli gönül! Düzelir halin, karamsar olma
Bu derbeder başın, kavuşur yine huzura, üzülme!

Ömrünün baharı gitmezse, yine konarsan çimenlik tahtına
Güllerden bir şemsiye tutarsın başına, ey güzel nağmeli bülbül, üzülme!

Feleğin çarkı dönmediyse iki gün istediği gibi,
Böyle olmayacak ya daima, devran değişir yine, üzülme!

Sakın ümitsiz olma, gaybın sırrına vâkıf değilsin,
Perdenin arkasında gizli oyunlar var, oyuna üzülme!

Gönlüm, yokluk seli varlığımın temelini kökünden yıkıp götürse de,
Mademki kaptanın Nuh’tur, dert etme tufanı, üzülme!

Çölde Kâbe’ye varmak iştiyakıyla yürüyeceksen eğer,
Deve dikenlerinin ayağına batmasına üzülme!

Her ne kadar menzil tehlike dolu, hedef uzak olsa da,
Hiçbir yol yoktur ki, mutlaka bir sonu olmasın, üzülme!

Bizim yardan ayrılmış halimizi ve rakibin verdiği eziyeti,
Cümlesini, insanı halden hale sokan Allah bilir, üzülme!

Ey Hâfız, fakirlik ve halvet köşesinde, karanlık gecelerde,
Virdin dua ve Kur’an dersi ise üzülme!”

40 gün kaldığı külbe-i ahzanında yaptığı dualar ve Kur’an’ı Kerim’den okuduğu ayetler ve sureler Hâfız’ın gönlünü inşirah eder ve hicran acısından büyük oranda kurtulur. Son gece rüyasında Hz. Ali (ra)’yi görür. Hz. Ali ona semavi yemeklerden ikram eder ve kalbini sukünete erdirir. Böylece Hâfız haftalarca girdiği hüzünler kulübesinden çıkar. Son geceyi bir gazelinde şöyle anlatır:

“Dün seher vakti beni üzüntüden kurtardılar
Gecenin karanlığında bana ölümsüzlük suyu içirdiler.

Hüda’nın zatından gelen ışığın parıltısıyla kendimden geçirdiler,
Tanrı sıfatlarının tecelli kadehinden bana bade sundular.

Ne mübarek bir seher, ne kutlu bir geceydi,
O Kadir gecesinde bana bu beratı verdiler.

Bundan böyle, işte yüzüm, işte sevgilinin cemalini gösteren ayna,
Onda bana Tanrı zatının tecelli edeceği haberini verdiler.

Murâdıma erip mutlu oldumsa, ne var bunda şaşılacak?
Hak ettim bunu; zekât olarak bana verdiler.

Hatıf bana o gün devlet müjdesi verdi,
Bu devleti cevre cefaya sabrettim diye verdiler.

Sözlerimden dökülen bunca balla şeker,
Sabrıma ecir olarak o Şah Nebat dalından verdiler.

Hâfız’ın himmeti ve seher vakti ibadet edenlerin nefesleri sayesinde
Beni günlerin getirdiği hüzün zincirinden kurtardılar.”

Şah Nebat’ın ondan ayrılık sonrası nefret eder şekilde bahsetmesini de önemsemeyen Hâfız, gelen müjde sonrası artık bunların değerinin olmadığını söyler ve şunları not düşer:

“Müjde geldi: “Hüzün günleri böyle kalmayacak.
Öyle kalmadığı gibi, böyle de kalmayacak.”

Sevgilinin gözünde küçüldüm küçülmesine ama
Rakip de hep böyle itibarlı kalmayacak.”

Hâfız bu ayrılık/firkat sonrası iki yıl Şah Nebat ile yaşadıklarını ve hicranın verdiği hüzünleri kimseye anlatmaz.

“Kalem dilinin firkati anlatmaya yok niyeti
Yoksa sana şerh ederdim firkat hikâyesini

Yazık ömrümün süresi vuslat ümidiyle
Bitti de ayrılık bir türlü sona ermedi.

İftihardan göklere değen başımı
Doğrulara ant olsun, koydum ayrılık eşiğine.

Şimdi ne çare, gam denizinde sabır kayığım
Ayrılık fırtınasından düştü bir girdap içine.”

Hâfız-ı Şirazi’nin “Külbe-i Ahzan / Hüzünler Kulübesi”nden çıktıktan uzun zaman sonra bir başka kadın ile evlendiği belirtilir. Ancak bazı rivayetler Hâfız’ın Şah Nebat’a daha sonra kavuştuğunu diğer bazı rivayetlerde ise Şah Nebat’ın Seylan adasından bir Budist ile evlendiği ve daha sonra çok zelil ve fakir hayata maruz kaldığı ifade edilir.

ŞİRAZ’DAKİ ÂB-I HAYAT

İşte medrese hocalarını, koca edipleri ve büyük sultanları büyüleyen bu serazad pir, Şirazlı Hâfız idi. 1317-1390 yılları arasında yaşamış İran’ın Şiraz şehrinde doğdu. Üç kardeşin en küçüğüydü. Babasının ölümünden sonra kardeşler dağıldı. Asıl adı Şemsettin Muhammed olan Hâfız, annesiyle birlikte Şiraz’da kaldı. Geçim sıkıntısı çektiklerinden fırıncılık yaptı, vakit buldukça civardaki medreseye gitti; bu arada Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek “Hâfız” oldu. Hâfız olduğunu bir beytinde şöyle ifade eder: “Hâfız gibi on dört rivayete göre Kur’an’ı ezbere okusan da faydasız. Feryadına ancak erişir, aşk!”

İlk gençlik yıllarında şiir denemelerine başlayan Hâfız, zaman içinde şiirdeki gücünü gösterdi; devrin padişahları ve vezirleri tarafından desteklenip himaye edilen biri oldu. Şiraz dışından birçok davet aldıysa da, Şiraz yakınlarındaki Yezd şehri dışında başka yere gitmedi. Şiraz’ı şiirlerinde ebedileştiren Hâfız, birçok şiirinde Şiraz şehrinin havasını ve tabiatını övdü.

“Ne hoştur Şiraz’ın benzersiz konumu
Hüda’mız, yok olmaktan sen onu koru.

Rüknabad’ı Rabbim yüz kez koru
Hızır ömür verir berrak suyu.”

Hâfız’ın Şiirlerinin yanı sıra Şiraz halkı arasında çok sevilmesinin nedenlerinden biri de, ihtiyaç sahiplerinin ve fakirlerinin hep yanında durmasıydı. Elinden gelen ne varsa fakir fukara için harcardı. Bundan dolayı çoğu zaman parasız kalırdı.

Allah’tan korkana kolaylık verir Allah
Aklına gelmedik yerden rızık verir ona.

Hâfız, katlanıver gece gündüz sıkıntıya
Bir gün –nasıl olsa- ereceksin muradına.

Hâfız devrinde sık sık yaşanan siyasi çalkalantılarla beraber, yöneticilere karşı riya ve ikiyüzlülük artmış, devlet makamları ehliyetsiz ve kifayetsiz insanların eline geçmişti. İnsanların riyakârlıkta yarıştıkları ve Sultan’ın gözüne girmek için yalan dolan ve hile hurdayla iş yapmalarına kızan Hâfız, hocaların asıl konulara değinmek yerine fakirlerin küçük eşyalara veya dertli insanların meyhanede mey içmelerine takılmalarına sert tepki verir. Riyadan, ikiyüzlülükten asla hoşlanmayan Hâfız, bundan dolayı dalkavuk, ikiyüzlü hocaları ve taassup ehli zahitleri sık sık eleştirirdi. Zahit eleştirisi sahtekârları eleştirmek için kullanır. Hâfız’a göre Zahit, kaba, softa, ham yobaz, zahirperest, görünüşe bakar, mürai ve insanları cennet ve cehennemle korkutur. Rind ise, Zahit’in zıttı âşıktır, kalenderdir, açık sözlüdür, açık yüreklidir, batına bakar, insanları zahiri görünüşlerine göre değerlendirmez, zahiren ehli meyhane ehlidir ve ehli harabattır. Hâfız şöyle der:

“Görünüşe bakan zahit anlamaz bizim halimizden,
Hakkımızda ne derse desin; iğrenilecek durumumuz yok.”

Divan edebiyatımızda da “zahit” kavramı Hâfız’ın benzeri şekilde kullanılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair ve çevirmen Koca Ragıp Paşa da bir şiirinde şöyle der

“Tecelli neşvesin ehl-i şikem idraki kabil mi… ?
Behişt andıkça zahid ekl ü şurbun lezzetin söyler.”

(Yemeye düşkün olan kimse tecelli zevkinden ne anlar? Zahit cennetten ancak yemek-içmek anlar, cenneti o tatlarla anlatır.)

yüzyılda yaşamış olan Şair Nesimi de Zahid’i bir beytinde şöyle anlatır:
“Zahidin bir parmağın kessen dönüp Hakk’tan kaçar,
Gör bu miskin âşığı, serapa soyarlar ağlamaz.”

yüzyılda yaşamış olan ünlü divan şairimiz Bağdatlı Ruhi de şöyle anlatır zahiti:
“Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der,
Dün mektebe vardı bugün üstad olayım der.”

(Cahile bak ki daha dün ilim irfan sahibi olayım diye geldi mektebe, bugün hemen üstad olayım diyor.)

Hâfız-ı Şirazi, dini şöhret vesilesi kılan vaizlere de çok sert çıkar. Çünkü onların şöhret ve para için dinin hakikatlerini söyleyemediklerini ve gizlediklerini söyler. Fakirin küçük bir şey çalmasına, dertli insanın mey içmesine din adamlarının çok kafa takıp asıl büyük hakikatleri gizlemelerine ve münafıklık yapmalarına rest çeker:

Şehir vaizine bu sözü söyletmek o kadar kolay mı hiç?
İkiyüzlülük eden hilekâr insan Müslüman olur mu hiç?

Rintlik et, kerem sahibi ol. İçmek hüner değil.
Bak, hayvan da içmez; ama insan mı hiç?

Feyiz alacak adamda tertemiz cevher olmalı,
Yoksa her taştan, çamurdan inci, mercan çıkar mı hiç?

Keyfine bak gönül, İsm-i a’zam işini yapar,
Hile hurdayla şeytan Müslüman olur mu hiç?

Başka bir gazelde de şunları mırıldanır:

Ey temiz yaratılışlı zahit, rintleri ayıplama,
Çünkü başkalarının günahı yazılmayacak sana.

İyiysem de kötüysem de, git, kendine bak sen,
Kim ne ekerse, onu biçecektir işin sonunda.

İster ayık ister sarhoş, herkes yâre taliptir,
Her yer aşk evidir, ister mescit ister havra.

Tanrının ezeli lütfundan ümitsiz kılma beni,
Ne bilirsin kim iyi, kim kötü, perdenin ardında.

Yine bir başka gazelinde vaizlere ve hocalara şöyle seslenir:

“Vaizler mihrapta, minberde böyle görünürler ama
Yalnız kaldılar mı, başka şey ederler.

Bir problemim var; meclisteki bilgine sor bakalım,
Tövbe edin buyuranlar niçin az tövbe ederler.

Yoksa sorgu sual gününe inanmazlar da mı?
Tanrı hakkında yalan yanlış işler çevirirler?”

Kur’an’ı Kerim’i kendi çıkarları ve hevesleri için yorumlayanları da kınayan ve bundan makam, rüşvet ve şöhret umanları da şu beytiyle eleştirir:

Hâfız; mey iç, rintçe yaşa, mutlu ol amma
Başkaları gibi Kur’an’ı riya, tezvir tuzağı yapma.

Rızkı verenin Hüda olduğunu ve bundan dolayı hakikatini gizlememek gerektiğini birçok gazelinden farklı beyitlerle şöyle anlatır:

Hâfız, rızık dağıtıyor cihan şahının kalemi
Geçim uğruna batıl düşünceye kapılma emi.

Yoksul biri ince manalı bir söz etti şahın meclisinde
Rızkımı veren Hüdaydı, hangi sofraya oturdum ise.

Fakirliğin, kanaatin şerefini yerle bir etmeyiz biz
Söyle padişaha; önceden takdir edilmiş rızkımız var.

Hâfız, fakr ile kanaat tozunu yüzünden yıkama
Bu toprak kimyagerlik sanatından çok yarar sana.

ŞARKIN HOMEROS’U

Hâfız, 1390 yılında Şiraz’da vefat etti. Mezarı bugün Hâfıziye denilen küllliyenin merkezindedir. Tasavvuf, fıkıh gibi dini ilimlerin yanı sıra başta Arap edebiyatının belağat, sarf ve nahif olmak üzere, edebiyat kültürünü de çok iyi almış olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Birçok Arap şairinin divanını okumuştur. Zemahşeri’nin Keşşaf adlı tefsirini, Beydavi’nin Tevaliu’l Envar, Sekkaki’nin el-Miftah’ını sık sık okuduğu belirtilir.

Bunun dışında eserlerinde, döneminin musikisi ve çeşitli sanatları hakkında bilgi edindiğine ve iyi satranç oynadığına dair bilgilere de rastlanmaktadır. Keskin zekâsı, okuduğu gazellerle herkesi hayrete düşüren kişiliğiyle toplumları etkilemeyi başarmış olan Hâfız Şirazi, İran sınırlarını aşan bir üne sahip.

“Hâfız Divanı” Osmanlı’dan bugüne Mesnevi, Bostan ve Gülistan’la birlikte en çok okutulan Farsça eserlerdendir. Bütün Doğu şairlerinde olduğu gibi Hâfız’ın şiirlerinde de Yunani aşk görülür. Övgüden hoşlanmayan Hâfız, bir iki kasidesi müstesna, caize almak için kaside söylemedi. Gazellerinde övdüklerini de öylesine övdü. Çok karışık bir devirde yaşayan, pek çok zulme ve haksızlığa şahit olan şair, üzüntüsünü unutmak için şaraba başvurur.

Hâfız’ın Divan’daki ilk gazeli şöyle başlar:

Ela ya eyyuhessaki! Edir ke’sen ve navilha
Ki aşk asan numud evvel, veli uftad muşkilha.

“Ey Saki! Döndür kadehi, sun bana ve meclistekilere;
Zira aşk ilkin kolay göründü, fakat sonra çıktı güçlükler.

Seher yeli bir misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin zülfünü açınca,
Saçların kıvrımlarından ne kanlara boyandı yürekler.

Sevgilinin konağında, nasıl dinlenebilir, nasıl eğlenilebilirim?
“Yükleri bağlayın” diye feryat edip durmakta ziller.

Pir-i muğan, sana seccadeyi şaraba boya derse, dediğini yap,
Çünkü yolcu/salik konakların yolunu yordamını bilir.

Gece karanlık, dalga korkusu ve dehşetli bir girdap var
Nerden bilir halimizi hafif yükleriyle sahil yolcuları.

Arzularıma esir olarak yaptığım her iş sonunda adımı kötüye çıkardı,
Bir sır nasıl gizli kalır ki onunla kurulurken meclisler.

Huzur istiyorsan Hâfız, kaybolma onun gözünden,
Kavuştunsa sevdiğine, sat anasını dünyanın!”

Hâfız-ı Şirazi’nin gazellerindeki bu ilk gazel üzerine onlarca şerhler yazıldı. Birçok kişi benzerini taklide kalktı. Hatta mutasavvıflar da kendi meşreplerince bu gazeli birçok kez şerh etti.

İslam öncesi zamanlarda Yunanlılar bir işe başlarken, o işe ait Rab’lerinden yardım isterlerdi. Yunanlıların en büyük şairi Homeros, İlyada’yı ilk defa söylerken şiir ilahesinden yardım talep etti. Güya şairlere şiir kuvveti şiir ilahesinin feyziyle hâsıl olur imiş gibi, Homeros’tan sonra gelmiş şairler de bu inanışın tesiriyle mi yahut “poema” yazar iken İlyada’ya taklit arzusuyla mı, şiirlerine ilyada gibi yardım beytiyle başlamışlar, hatta Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da o adet bazı şairlerde devam etmiştir.

Cahiliye zamanlarında Araplarda ise, şiire başlarken teşbib usulü, yani güzel, hoş bir kadını methetmek veya sevgilinin diyarlarını dile getirmek yaygın bir usuldü. İslam geldikten sonra yazılmış kasidelerin çoğu da teşbib usulüyle yazılmaya başlamıştır. Hemen hemen her Mevlid ayında okunan İmam Buseyri’nin “Kaside-i Bürde”si de bunun en güzel örneklerinden biridir:

Selem’deki dostlarını mı hatırladın da,
Kanlı gözyaşı dökmektesin!

Yoksa Kazime tarafından bir rüzgâr mı esti?
Yahut karanlık bir gecede İzam Dağı’ndan bir şimşek mi çaktı?

Gözlerine ne oldu böyle “ağlama artık!” dedikçe coşuyor,
Kalb gözüne ne oldu ki: “yapma!” dedikçe hıçkırıklara boğuluyor.

Gönülden bağlanıp, çok sevip özleyen âşık, sanıyor mu ki kara sevda saklanır!
Aşığın kafa ve kalbi arasındaki bu fıtri tertib ve alevlenme oldukça…

Sende bu aşk olmasaydı harabelerde ağlayıp durmazdın,
Ban Ağacı ve “Âlem Dağı’nı” andıkça uykuyu terk etmezdin.

Gözyaşın ve hastalığın en iyi şahit iken,
Nasıl olur da aşk ve muhabbeti inkâr edersin?

Şu kabilden olsa gerek, galiba Hâfız-ı Şirazi, divanına başlarken sakiye seslenmiş ve “Aşk başta kolay göründü. Lakin sonuçta zorluklar çıktı” demiş. Her iş başta kolay görünür, fakat sonra her işin kendine göre şekli ortaya çıkar; her büyük iş için gayet çok hazırlıkların, tahammül, sebat, ehliyet gibi büyük kuvvetlerin lüzumu o işe başladıktan sonra herkese malum olur.

AŞK VE HÜZÜN KARDEŞTİRLER

“Öğütçü dedi ki: Aşkın ne hüneri var ki hüzünden öte?
Akıllım! Haydi işine! Hünerin var mı daha iyi?”

diyen Hâfız-ı Şirazi, birçok gazelinde aşk ile hüznün atbaşı gittiğini söyler. Aşka maruz kalanın hüzne de hazır olmasını öğüt verir. Aşk yolunda yüzlerce tehlike olduğunu belirten Hâfız, insanın bu fitne ve musibetlere sabretmesi gerektiğini belirtir. İnsanın çevre ve aile putunu yıkmadan hakiki aşkı yaşayamayacağını ifade eden Hâfız, kafeste esir kuş misali olunmaması gerektiğini kaydeder. Aşkta elif gibi dik durmalı, dal gibi bükünülmemeli diyen Hâfız, para ve makam için yaşanan ilişkilerin de aşk olmadığını belirtir. Hâfız, aşkı zifiri karanlık bir gecede, korkunç dalgalar ve büyük fırtınalara benzetir.

İşrakilik akımının kurucusu olan ünlü İslam filozofu Şehabeddin Sühreverdi, Tirmizi’de geçen “Allah’ın yarattıklarının ilki akıldır” hadisinden hareketle kaleme aldığı “Aşkın Hakikati” adlı eserinde “aşk ve hüzün” ilişkisini şöyle anlatır: “Bil ki Hakk’ın yarattığı ilk şey, “akıl” diye adlandırdığı parlak bir cevherdir. Hakk, bu cevhere üç sıfat bahşetti:

1-Hakk’ı tanıma
2-Kendini tanıma
3-Önceden olmayıp daha sonra var olma sıfatları idi.

Hakk’ı tanıma sıfatından “güzellik” meydana geldi, sonra ona “iyilik” denildi. Kendini tanıma sıfatından “aşk” ortaya çıktı, sonra ona “sevgi” denildi. Önceden yok olup sonra var olma sıfatından ise “hüzün” meydana geldi, ona da “keder” denildi

Bu üç sıfat birbirleriyle kardeş olup aynı kaynaktan meydana gelmişlerdir. Güzellik bu kardeşlerin en büyüğüdür. Güzellik kendisine baktı, kendisini gâyet iyi gördü, sevinip gülümsemesi sayesinde binlerce mukarreb (yakın) melek yaratıldı. Aşk ortanca kardeştir. Kendisi “güzellik” ile samimiydi. Gözünü ondan ayırmazdı, hep hizmetindeydi. “Güzellik” tebessüm edince heyecanlanıp muzdarip oldu. Hareket etmek istediğinde, en küçük kardeş olan “hüzün” kendisini Aşk’a astı. Bu sayede gökyüzü ve yeryüzü meydana geldi.

Önce Âdem’de kendini bulan bu üç kardeş daha sonra Kenan ve Mısır ilinde vücut buldu. Güzellik Yusuf’ta, aşk Züleyha’da ve hüzün de Yakup’ta ortaya çıktı. Güzelliğin isimlerinden biri “Cemal”, diğeri de “Kemal”dir. Hadis-i Şerif’te deniliyor ki: “Allah güzeldir. Güzeli sever.” Aşkın da dereceleri vardır: “Marifet” birinci, “Muhabbet” ikinci ve “Aşk” da üçüncü mertebedir.”

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV