Ortadoğu acıların diyârıdır. Şarkılarına ağıtlar hâkimdir. Şiirleri, ister âdil ister zâlim olsun; krallara övgülerle doludur. Kışın evlerin bacasından hüzün dumanları yükselir. Topraklarının her katresinde kan ve gözyaşları vardır. Onun içindir ki yağan her yağmur sonrası insanın içine ferahlık veren bir toprak kokusu vardır. Çünkü şehitlerin ve mazlum halkların gözyaşları bahar esintisi yayar. Coğrafyamda elem (acı) ve emel (umut) aynı kelimelerden türetilmiştir. Arapçada buna kelimelerin inkılap etmesi deriz. İşte bundandır ki, umut acıdan doğar coğrafyamda. Her umudun ve müjdenin ta derinlerine nüfuz ettiğinizde bir acı bulursunuz.
Şair Ferman Karaçam, “Seni de vururlar bir gün ey acı” adlı şiirinde bunu şu dizelerle ne güzel anlatır:
“Kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
Boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
Gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları
İçindeki bu
Çocukları
Gelişmiş laboratuvarlarınızda dikkatle inceleyin
Ve bir gün
Gül bahçesine dönecek
Bunu böyle bilin/ ve
Unutmayın…
Seni de vururlar bir gün ey acı
Uçuşup durduğun kanatlarından
Sazın sözün türkülerin tükenir
Ellerin koynunda kalakalırsın.’
Anadolu’da arabeskin sevilmesinin de belki de bir yönü bundandır. Bu ay vizyona giren “Müslüm” filmi, coğrafyamın insanlarının ferdi acılarına parmak basıyor. Arabesk müziğin Müslüm Babası, gerçek adıyla Müslüm Akbaş, “Acı Yıllar”, “Acı Hatıralar” ve “Ayrılık acı bir şey” şarkıları ile hayranlarının acı hayatlarına göndermeler yapar. Hüzün kokan sesinden Müslüm Baba, acı acı şarkılar söyler. Mazlumlar, onun sesinde kendilerini bulur. Müslüm Baba, güneşe kurşun sıkanların şehrinde acıların çocuklarına “Yakarsa dünyayı mazlumlar yakar” der. Tıpkı Arap coğrafyasının hüzün, keder, gam ve acılarını melodileştiren sanatçıları gibi.
Filozoflar, “acı kutsal bir yaradır” der. Çünkü insanı huzurlu dünyasından koparır ve dayanılmaz olana zorlar. Bedende silinmez değişiklikler gerçekleştiren dönüştürücü bir güçtür acı. İnsanoğlu bazen çocukluğunda acıyla karşılaşır ama genelde acı; gençlik kimliğinin parçalanması ile acemi insanı eski tutsaklıklarının ötesine götürür ve ona dünyayla yeni bir ilişkinin yollarını açar. Acı, aceminin yıkılmaması için, yakıcı bir kutsallık deneyimidir. Acı sözleşmeyi onaylayan damgadır. Sıkıntılarını aşmanın verdiği duygular içinde güçlenmiş yeni bir insan dünyaya getirir. İfade edilmesi çok zor olan bu deneyim artık geride kalmış o eski çocuğu veya genç insanı yok eder ve yeni insanın doğumuna eşlik eder. Sokrates, zevk ve acı diyalektiği sorununu tartıştığı dostlarına acının da bir erdeminin olduğunu söyler.
Fransız cerrah Rene Leriche’i sağlığı; “organların sessizliği içinde yaşama” diye tanımlar. Fransız filozof Georges Canguilhem de sağlığı “insanın bedenin farkında olmaması” olarak tanımlar. Böylelikle şöyle diyebiliriz: Acı insanın bedenin farkında olmasıdır. Acı bazen insanı isyankâr bir bedene hapseder. İştah yitimi, yaşamdan tiksinme, alınganlık, bitkinlik, tembellik, uykusuzluk ve sonra sıkıntılar korteji eşlik eder acıya ve hiçbir şeyi ihmal etmeden tüm yaşamı renklendirir. Bilinç, tanımakta zorlandığı ama varlığını kendisine empoze eden bir bedenin sınırları içine hapsolur. Franz Kafka’nın “insan bedeninin korkunç sınırları” dediği de budur belki.
Toplumlar acı üzerinden tanımlar kendilerini. Sözgelimi eski zaman Hristiyan’ı acısını, bağışlayarak ‘İsa’nın kurban edilmesi dolayısıyla yükümlü olduğu’ borcunu öder. Bu durumda çekilen her acı, bir sevgi kanıtı, bir ibadettir. Tıpkı Şii Müslümanların Kerbela’yı andıklarında yaptıkları gibi. Müslümanlar ve Hristiyanlar için bu dünya geçicidir, bir geçiş yeridir ve kendi içinde bir amaç değildir. Peygamberler acı çekti ama umudu vaat ettiler. Eyüp (as) acı çekti ama şifanın yollarını öğretti. Tasavvuf da dünyayı bir acı yeri olarak görür. Hinduizm, Canizm ve Budizm gibi Doğu dinlerinde de acı metafizikleri içinde yer alır. Anirudha şöyle der: “Beden acıdır çünkü acının yeridir; duyular, objeler, algılar acıdır çünkü acıya götürürler; zevk de acıdır çünkü arkasından acı gelir.”
Bu coğrafyada acı hiçbir zaman eksik olmadı. Kadim dönemlerde iktidarın gücünü ve karşı konulmazlığını göstermek için insanlar, kılıç darbelerinin ve giyotinlerin önüne veya kadim Roma’da olduğu gibi arenalarda aç aslanların önüne atılırdı. Aradan asırlar geçmesine rağmen yaşadığımız 21. yüzyılda bile bu coğrafyada katliamlar hiç eksik olmadı. Irak’ta Ebu Gureyb cezaevinden Suriye’deki kimyasal saldırılara, Rabia katliamından Filistin’deki İsrail saldırılarına kadar her yıl yeni zulümlere tanıklık etti coğrafyamın mazlumları. Rabia meydanında mazlumlarla sohbet ettim. Gazze’de bombaların altında Filistinlilerin acısına müşahede ettim. Irak’ın Ebu Gureyb ve Suriye’de Esed’in zindanlarında ölen mazlumların fotoğraflarını gören ilk gazetecilerden biriydim. Her olay sonrası bu coğrafyanın bir ferdi olarak ciddi bunalımlar yaşadım. Fakat mazlumların duaları ve halleriydi beni ayakta tutan.
“Gine Gam Yükünün Kervanı Geldi” türküsüyle efkâr dağıtmalı:
Gine gam yükünün kervanı geldi
Çekemem bu derdi (de yavrum) bölek seninle
Eremem lokman’a çaresiz kaldım
Çekemem bu derdi (de yavrum) bölek seninle
Coğrafyamda milyonlarca insan sadist grupların arasına hapsedildi. Bir yanda sadist diktatörler diğer yanda DAİŞ gibi sadist örgütler. Kandan ve işkenceden beslenen vampirler sürüsü, sosyal eşitsizlik ve adaletsizliklerini gizlemek için zulme başvururlar. Onların dünyasında insan yaşamında “kötülüğün sıradanlığı”na şahitlik edersiniz. Zorlamak, aşağılamak ya da yok etmek amacıyla ötekine acı çektirmek sanatının tükenmez yollarına vâkıftırlar. Bu bağlamda çektirilen acı tercih edilen araç, hatta öteki üstündeki iktidar arketipidir.
Kimileri de bazı durumlarda acıyı tercih eder, yüceltir ve onu lezzetli bir yemek, tükenmez bir zevk kaynağı gibi görür. Mazoşist paradoksal bir tavır içinde fizik, bütünlüğü tehlikeye düşürebilecek bir zevk peşindedir: Sopa, dayak, kırbaç, yara, kan vb. “Acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar” diyor Freud. Acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadist bir karşılığı vardır. Ama mazoşist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker. Bu sadist diktatör ve örgütler ve aveneleri olan mazoşistlere zulümlerini ikrar ve itiraf ettirmektir acı acı elem veren.
Bugün artık bir trajediye dönüşen umutsuzluk, çaresizlik, delilik ve hatta ölümlerden kurtulma zamânı gelmedi mi coğrafyamın?!!. İki yüz yıldır devam eden işgaller, sömürüler, diktatörler ve terör örgütleri. 2 asır sonra bize bugünlerde dünyevi umutları olmayan, umutsuzlar, yaşamın getirdiği korkular karşısında aklını yitirenler kaldı. Alman Şair ve filozof Friedrich Schiller “An die Freunde” şirinde, “Und der Lebende hat recht / Canlı olan haklıdır” dizesini haykırmıştı. Bizler ise bugün ölülerden kurtulamadığımız gibi yaşayanların da hakkını da yeterince savunamıyoruz. Geriye bizi varlıklarıyla rahatsız eden ve dogmaya göre gömülen ölülerden daha çok rahatsız etmeyi sürdüren sağlar kaldı.
Tüm acılara, belalara, haydutlara, acımasız vahşilere karşı hakikati haykıracak, hayalleri güçlü, gemilerini yakmış, tüm dönüş yollarını Tarık bin Ziyad’ın ordusu gibi yasaklamış güçlü insanlara ihtiyacı var coğrafyamın. Fransız edebiyat kuramcısı Maurice Blanchot, “Acıyla düşünmeyi öğren” der. Bir başka deyişle insanın çektiği acılarla mücadele etmek ve onları yok etmek için birliğe ihtiyaç var. Kötülüklerin envanterini çıkarmaya gerek yok.
Bunun için idealleri olan, özgürlük âşıklarına ihtiyacı var coğrafyamın. Büyük insanlar cesaretle dile getirir hakikatleri… Büyük olmayanlar ise içlerinde saklı tutar hakikatleri… Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabında Yılan Ölümü Vadisi’ne kaçan çirkin insanı ve Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabındaki yeraltındaki adamı merhamet arıyor… İnsanlara umudu anlatmalı. Latince bir söz bu hali ne güzel özetliyor: “Fiat justitia, pereat mundus / Adalet gerçekleşsin de varsın dünya yansın.”
Şair Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Cila, Kül ve Kefen” adlı şiirindeki şu dizelerle özetliyordu acının coğrafyamdaki halini:
“Nerde kaldı
şimdi dünyanın
derin, yaralı bir azâsı gibi
kendini Eyyub’a benzetmek için
sahte sabır taşlarına çarpanlar
başlarını…”
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR