Miladi 21. yüzyıl (Hicri 15. yüzyıl) Müslüman toplumların geçirmekte olduğu büyük bir geçiş dönemini teşkil etmektedir. Bunu yeni bir fetret dönemi olarak da adlandırabilirsiniz. 17. yüzyıldan beri Batı’dan gelen her rüzgarın önünde bir o yana, bir bu yana savrulan İslam ümmeti, bugün batıdan gelen ve tüm dünyayı sarıp sarmalayan farklı bir dalga ile karşı karşıya. Bu dalga, modernizme tepki olarak ortayı çıktığı belirtilen post-modernizmin içinde barındırdığı neo-nihilizim tehlikesidir. Halihazırda yeryüzündeki bütün topluluklara şöyle bir göz attığınızda, bu rüzgarın hakikaten her şeyi kuşattığını çok bariz bir şekilde mülahaza edebilirsiniz. Mutasyona uğramış halklar, melezleşmiş kültürler, yok olan değerler, yeni katıksız bireyselcilik, bunalım, keşmekeş, belirsizlik, aykırılık, görecelik ve ideallerin ?hebean mensura’ oluşu. Önünü göremeyen dünya, ekonomik, siyasi ve fiili işgallerle birlikte kendini tamamen bir kaos ortamının içine atı vermiş. Aklı başında bazı filozoflar, post-modernizmin geçici bir dönemi oluşturacağını, asıl tehlikenin ise post-modernizmin son aşaması olduğunu belirttikleri neo-nihilizmdir.
Sadece Müslüman toplumlar değil hakikatte tüm dünya, bugün bu anlamsızlıklar, bunalım, kaos ve şizofrenik ortamdan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Herhangi bir dine inananlar kendi kurtarıcılarını ararken, Batı da filozoflarından bir umut ışığı beklemektedir. Fakat heyhat? Ontolojik, epistemolojik ve axiolojik tartışmaları tamamen bir yana bırakıp insanlığın kurtuluşunu lisanda (Filoloji/Hermeneutik) arayan filozofların kendileri bile geldikleri son aşamayı hâlâ anlamakta güçlük çekmektedirler. Artık o kadim feylesoflarda gördüğümüz hikmet ve bilgeliği zamanımızın filozoflarında müşahede edemiyoruz. Onun için insanların hemen her yerde güzel şiir, sanat, felsefe, sevgi, huzur ve güvenin olmadığından yakınır olduğunu göreceksiniz. Filhakika bu artık doğal, neden mi; çünkü artık her şey sanal?
İşte tam bu noktadan hareketle tüm dünyanın gerçekte, İslam gibi insanın ontolojik, epistemolojik ve axiolojik sorunlarına basit, sade ve anlaşılır cevaplar veren bir dine ihtiyaç duyduğunu sezeceksiniz. Kavram kargaşasından, anlamsızlıktan, kaostan ve bunalımdan kurtuluşun reçetesi Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünnetinden o kadar sade ve anlaşılır bir üslup ile anlatılmış ki, alelade bir insan bile bunu çok rahatlıkla algılayabilir. Bu söylediklerimizi teyid için size gayri Müslim düşünürlerden bazı sözler aktaracağım;
İslâm, kelimenin etimolojik ve tarihî en geniş anlamıyla makul bir dindir. Bu dinde Kur’ân ve Peygamber’in öğretileri, daima temel kalkış noktası olarak önceliğini korumuş ve tevhid akidesi, her zaman hiç bulanmaz bir berraklık, bir ululuk ve tam bir kanaat ve kararlılıkla ilân edilmiştir. Böylesine net, bütün teolojik karmaşıklıklardan uzak ve her insanın idrakine hitap edebilen bir akideden, insanların vicdanına her zaman kolaylıkla yol bulması beklenir ve nitekim bulmuştur da.? Edward Montet, La Propagande Chretienne et ses Adversaries Musulmans, Paris 1890.
Bugün, milyonlarca insanın kalbine tartışmasız hükmeden bir Zât’ın en güzel olan hayatını bilmek istiyordum. Şimdi her zamankinden daha eminim ki, bugün de hayatta İslâm’a yer veren güç, asla kılıç değildir. İslâm, gücünü, sadeliğinden, Peygamber’in kendisini bütünüyle nefyetmesinden, verilen söze ve yapılan anlaşmalara mutlak bağlılıktan, Peygamber’in, arkadaşlarına ve takipçilerine olan vefasından, korkusuzluğundan, Allah’a mutlak tevekkülü ve misyonuna olan kesin itimadından almaktadır. Kılıç değil, bu unsurlardır ki, İslâm’ı her tarafa taşımış ve her engeli aşmıştır.? Mahatma Gandhi, Young India, 1924’te yayınlanan ifadesi.
Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkçisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve 20 dünyevî ve bir mânevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tespitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O’ndan daha büyüğü var mıdır?? diye soran ünlü Fransız şairi Le Martine sözlerine şöyle devam eder, ?Hiçbir kimse dünyada bu kadar büyük ve bu kadar devamlı bir inkılâp başaramamıştır. Eğer başarılan işin büyüklüğü, kullanılan vasıtanın küçüklüğü ve elde edilen neticenin genişliği insan dehasının üç ölçüsü ise modern tarihin hangi siyasi şahsiyeti Hz. Muhammed’e (sav) mukayese edilebilir? İnsanların büyüklüğünü hangi ölçü ile ölçerlerse ölçsünler dünyada hiçbir insan onun kadar olamaz, ona yetişemez, her bakımdan en büyük odur.?
Meşhur İngiliz düşünür ve yazar Bernard Shaw da yine şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi: ?Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e (sav) beşer ne kadar muhtaçtır!? Fazilet odur ki O’nu düşman da itiraf eder.
İnsanlık bugün kaostan ve bunalımdan kurtulup barış ve huzuru elde etmek istiyorsa ise İslam’ın rehberliğine muhtaçtır.
Sözü fazla uzatmadan burada bırakıp gelecek yazımızda da makalemizin devamını oluşturacak olan İslam’da ilim ve hakikat anlayışıyla ile birlikte, neo-nihilizmi ontolojik açıdan çok epistemolojik ve axiolojik yönüyle ele almaya çalışacağız.
Orta Asya ve Kafkaslar İslam tarihi literatüründe Maveraünnehir olarak geçer. Seyhun ve Ceyhun nehirleri, Hazar Denizi, Aral gölü, Şaş ve Fergana vadileri, Buhara, Semerkant, Horasan, Belh ve Herat gibi kadim İslam şehirleri bu topraklar içinde yer alır.
Ortadoğu (Arap Yarımadası) gibi Maveraünnehir’de çatışmaların ve siyasi oyunların dinmemesinin en büyük nedeni de Ortadoğu ile aynı kaderi paylaşması. Birincisi, bölge halkının hemen hemen hepsinin Müslüman olması. İkincisi, bölgenin Ortadoğu’dan sonra en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olması. Üçüncüsü ise bölgenin Jeo-stratejik öneme haiz olması.
Maveraünnehir’in adı bugünlerde Kadife ve Turuncu devrimlerle anılıyor. Benzer devrimler bölgenin diğer ülkeleri için de konuşuluyor. Azerbaycan’da 6 Kasım’da yapılacak seçimler öncesi yaşanan tutuklama olaylarının da bununla bağlantısı olduğu söyleniyor. Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, muhalefet liderlerini Amerika’dan destek almak ve kendisine karşı bir darbe girişiminde bulunmakla itham etmektedir. Çoğu SSCB’nin enerji ağlarına bağlı olan Orta Asya, Kafkaslar ve Karadeniz bölgesindeki yeni bağımsız devletler, Avrasya’da ABD için bugün yadsınması zor yeni bir jeo-politik önem kazanmışlardır.
Amerikalı yetkililer, Maveraünnehir’de İran’ı kontrol altında tutmak ve Rusya’nın ise bölgedeki nüfuzunu muhasara altına almak için sık sık bölge ülkelerine diplomatik ziyaretler düzenlemektedirler. Ekim ayı içerisinde ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld çantalarında bulunan vaatlerle bölge ülkelerini ziyaret ettiler. Aynı zamanda yine Amerikalı şahinlerden ve şimdiki Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz de bölgeye ziyarette bulundu.
Amerikan yönetimi bölgeyi jeo-politik ve jeo-stratejik açıdan kontrol altına almaya çalıştığı aşikâr. Çünkü onlar için bölgedeki enerji kaynakları ve Balkanlara kadar uzanan boru hatlarının güvenliği bunu gerektiriyor. ABD’nin Afganistan dışında Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’da askeri üsleri bulunuyor. Özbekistan ise ABD’ye Afganistan saldırısı sırasında açtığı üssü ?Andican Olayları?nın arkasında Bush yönetimi olduğu gerekçesiyle kapatma kararı almıştı.
Bölgede ABD’nin yanı sıra AB güçleri (özellikle Almanya ve Fransa), Rusya, Çin ve İran arasında rekabet yaşanmaktadır. Bu rekabet Ortadoğu ve çevresi ile aynı ölçüde hassas bir konumdadır. ABD Savunma Bakanlığı’nın 1995 tarihli bir raporunda ?bizim Ortadoğu’da en büyük ulusal güvenlik çıkarımız, Basra Körfezi’nden dünya pazarlarına, istikrarlı fiyatlarla ve pürüzsüz bir biçimde petrol akışının sürdürülmesidir? deniliyor. Yıllar boyu, AB de benzer kaygılarını ifade etti. AB komisyonu tarafından hazırlanan 2000 tarihli bir yasa tasarısında şunları okuyoruz: ?Petrol ekonomi için ekmek kadar yaşamsaldır.? Aynı şekilde, Çin ekonomisi bütünüyle petrol ve gaza bağımlıdır ve enerji ne kadar ucuz olursa, 1.3 milyarlık nüfusu için ekonomik büyümeyi sürdürme ihtimali o kadar büyüktür. Bölgenin baş aktörleri Rusya ve İran için ise petrol ve gazın önemini anlatmaya gerek yok.
Rusya’nın dev petrol şirketi LUKoil’in hazırladığı bir başka raporda ?Hazar kıta sahasının Rusya kesiminde kanıtlanan 5 milyar varillik bir rezerve sahip bir saha keşfetmiş? ve ?sismik veriler sahanın büyüklüğünün ilk tahminleri üç kat aşabileceğini göstermiştir? deniliyor. Azerbaycan’daki petrol sahalarının ?3-4 milyar varil işletilebilir petrol rezervine sahip olduğu tahmin ediliyordu.? 1990’ların başında Kazakistan’daki Cengiz sahasının ?6 milyar dolarlık kanıtlamış ham rezerve? sahip olduğu kaydedilmişti. Bölgedeki tüm ülkelerde hemen hemen benzeri zenginlikler bulunmaktadır. Bunların yanı sıra, Hazar Denizi’nde kıyısı olan beş devletin tümü, Rusya, İran, Türkmenistan, Azerbaycan ve Kazakistan çok büyük enerji kaynakları üzerinde sert bir rekabete girişmiş ve SSCB’nin dağılmasından beri kıta sahasının ve karasularının sınırlarının çizilmesi konusunda hâlâ bir uzlaşmaya varamamışlardır.
Petrol Şirketleri ve Çatışmaların Arkasındaki Gerçek
Avrupa ve Amerikan çıkarları için hâlâ temel bir bölge olsa da Ortadoğu, Soğuk Savaş’tan beri Batı’nın tek odağı değildir. Gerçekten de Chevron, BP, 1998’de birleşen Amoco ve UNOCAL, Texaco, Exxon ve Pennzoil gibi önde gelen ABD ve İngiliz şirketlerinin hazırladığı bir ?boru hattı haritası? vardır ve ?Balkanlar’ı Afganistan’a bağlayan, petrol ve doğal gaz kaynaklarını gösteren? bir haritadır. Hâlâ çok büyük bir stratejik ve küresel önem taşıyan Ortadoğu; Orta Asya ve Pakistan-Afganistan kuşağı, Karadeniz, Hazar ve Kafkasları da içine alan daha geniş bir bağlamda görülmelidir. ABD politikası bu bölgede bir yandan AB devletlerinin rekabetiyle karşı karşıyayken, önemli bölgesel oyuncuları, çıkarlarını kendisininkine uyumlu kılmaya da zorlamıştır.
Bugün Çeçenistan’daki, Dağıstan’aki, Abhazya’daki, Karabağ bölgesi’ndeki ve Gürcistan’daki tüm çatışmaların odak noktasını bu rekabet oluşturmaktadır. Bütün bu çatışmaların merkezindeki Hazar doğal gaz ve petrolünü Karadeniz’e bağlayan stratejik arazi kuşaklarının kontrolü vardı ve hâlâ aynı şey bugün içinde geçerlidir. Rusya ve İran gibi diğer bölgesel güçler ya da AB gibi küresel rakipleri elemek kadar, Hazar ve Kafkasların da Ortadoğu gibi kaynayan bir kazan haline gelmesinin engellemek ve petrolün Batı piyasalarına güvenli ulaşımını güvenceye almak ABD için ciddi bir sorundur.
Bölgede muhtemel bir savaşın Ortadoğu’dan daha tehlikeli olacağı apaşikâr ortada duruyor. Bundan dolayı bölge üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan küresel güçler, sıcak çatışma yerine diplomatik oyunları tercih etmektedirler. Ve bu da bölgede diplomatik oyunların daha çok süreceğini göstermektedir. Bölgede muhtemel bir savaş Ortadoğu’daki savaşlardan daha çetin ve ölümcül olacaktır. Özellikle bölgedeki tüm aktörlerin -Pakistan ve Hindistan dahil- nükleer silaha sahip olduğunu düşünürseniz. Kadim dönemlerde de Maveraünnehir’deki savaşlar çok şiddetli ve ölümcül olmuştur. Ortadoğu’daki savaşlar hep süreklilik arzetmiştir, Orta Asya ve Kafkaslar’daki savaşlar ise süreklilik arz etmese de, Ortadoğu’daki savaşlara nazaran daha şiddetli olmuştur. Yine ilginçtir, İslam alimleri Büyük İskender’in geçtiği bu bölgeleri yani Maveraünnehir ve Çin’i Yecüc ve Mecüc’ün diyarı olarak göstermişlerdir.
Afganistan milattan önce kadim felsefe bilginlerinin hikmeti aradığı bir yer olarak bilinirdi. Yunan filozofları felsefede zirveye ulaşmak için buraya kadar yol kat ederdi. Örneğin Sokrat’ın meşhur öğrencisi Eflatun (Plato) da buraya gelmiş ve daha sonra kurduğu akademilerin metodunu buradaki eğitim kurumlarından almıştı.
İslam’ın gelişinden sonra da bu topraklar birer ilim merkezi halini almıştır. Birçok alim ve mutasavvıfın yetiştiği Horasan’ın bir kısmı ile Gazne, Herat ve Belh gibi en eski İslam şehirleri bugün Afganistan sınırları içinde yer almakta. Büyük müfessir Fahrettin er-Razi Afganistanlıdır. İbrahim b. Ethem, Bahaeddin Veled ve oğlu Mevlana Celaleddin Rumi gibi meşhur mutasavvıflar da Belh’ten Konya’ya gelmişlerdir. Birçok medeniyete beşiklik eden Afgan toprakları ayrıca tarihi ‘İpek Yolu’nun en önemli duraklarından biridir.
Ancak bu tarihi görkemine rağmen ülkenin iki asırdır yaşadığı işgaller, tüm şehirlerini harabeyeafganistan.jpg çevirmiş, kültürünü ve tarihini yerle bir etmiştir. Geçmişle bugün arasında mukayese yapmaya kalktığınızda hayal aleminde yolculuk yaptığınızı düşünürsünüz. Afganistan’ın bugün düçar kaldığı sıkıntıların nedenlerini aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Bunun nedeni ne Taliban ne de oradaki farklı etnik gruplardır. Buna birçok neden gösterebiliriz. Fakat en önemli nedenlerden ikisini belirtecek olursak, Afganistan’ın Batı dışındaki üç büyük kültür havzasının, yani İslam, Hint ve Çin havzasının tam ortasında yer alması ve Asya’yı denetim altına almak isteyenler için önemli bir geçiş noktası oluşturmasını zikredebiliriz. Nitekim, Orta Asya’daki zengin petrol ve doğalgaz rezervleri ancak Afganistan üzerinden Hint Denizi’ne aktarılabilir.
Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan’ın merkezinde yer alan Afganistan, iki asırdır olduğu gibi AB ve ABD’nin gibi büyük güçlerin hakim olmak istediği bölgelerden biridir. Bu jeo-kültürel, jeo-ekonomik ve jeo-stratejik öneminden dolayı ülke bir türlü başındaki belayı def edememektedir. Küresel güçler ülkedeki etnik yapı ile birlikte farklı dini grupları da kullanmayı çok iyi başarmıştır.
Fakat yaşanan bunca zorluğa rağmen Afgan halkının hala işgalcilere karşı direniş göstermesi şu anlama geliyor: Bu halk hangi durumda olursa olsun, işgalcilere hiçbir zaman boyun eğmeyecektir. Zaten kendilerini savaşçı bir halk olarak tanımlayan Afgan halkı, büyük İslam kahramanı Halid bin Velid’in soyundan olduklarını zikretmeden de geçmezler. Geçmişte İngilizlere ve Ruslara mağlubiyeti tattıran Afgan halkı, bugün aynısını ABD ve NATO’ya yaşatıyor. ABD ve NATO’nun Afganistan’da ciddi zayiat verdiği ve hatta verilen kayıpların Irak’taki kayıplardan daha fazla olduğu da bilinen bir gerçek. Bölge uzmanlarının ifadelerine göre, saldırılarını artıran Taliban’ın NATO’nun yakın bir dönemde bölgeyi terk etmesiyle yeniden yönetimi ele geçirmesi muhtemel görünüyor.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam tarafından kutsal sayılan Kudüs, bütün bu ilahi dinlerden vecihler taşır. Kudüs, Davud (a.s.) döneminde başkent ilan edildi; oğlu Süleyman (a.s.) döneminde ise en ihtişamlı dönemini yaşadı. Tarihi önemi ve mistik görünümü ile Kudüs, birçok kez kadim Fars ve Mısır medeniyetlerinin işgaline uğradı. Bu işgallerden en tahripkarı Babil kralı Buhtunnasır’ın (İ.Ö.) 586 yılında buraya düzenlediği saldırı idi. Buhtunnasır’ın burada yaptığı katliam ve kıyım tarih kitaplarında geniş yer ayrılan en kanlı olaylardan biri oldu. Ayrıca Hz. İsa (a.s.) dünyanın bu en güzide kutsi yerinde dünyaya gözlerini açtı ve yine bu kentte Roma’nın iftiralarına ve işkencelerine maruz kaldı. Daha sonra Hıristiyan Bizans İmparatorluğu’nun ve kısmen bir ara Fars İmparatorluğu’nun eline geçen Kudüs, Hz. Ömer (r.a.) döneminde Müslümanlarca fethedildi.
Hıristiyan dünyası Kudüs’ü almak için buraya sekiz Haçlı Seferi düzenledi. 1099 yılında bu kutsal kente giren Haçlı ordularının işledikleri kıyım, Buhtunnasır’ın geçmişte yaptığı katliam ve vahşeti unutturdu. Bu olaylardan büyük ders alan dağınık durumdaki Müslüman toplumlar, Selahaddin Eyyubi komutasında bir araya gelerek 1187’de şehri tekrar geri aldılar. Böylece şehir, Hz. Ömer döneminde gördüğü adil idari yapıya bir daha kavuştu. Eyyubiler ve Memlukler döneminde şehirde, Harem-i Şerif olarak adlandırılan bölge onarıldı ve minareler ile süslendi.
1517-1917 yılları arasında Osmanlı hakimiyeti altında olan Kudüs, yine tarihte eşi görülmemiş bir adil idare ve huzur ortamına kavuştu. Bu dönemde Müslümanlara ait kutsal yerler başta olmak üzere Hıristiyanlara ve Yahudilere ait mekanlar dahi ciddi bir restorasyondan geçti. Kudüs’ü Kudüs yapan eşsiz surlar ve kapılar bu devirde Mimar Sinan ekolü tarafından inşa edildi. Bazı tarihçilerin ve İsrailiyatçıların söylediği gibi surlar Süleyman Peygamber dönemine değil, tümüyle bizzat Kanuni Sultan Süleyman devrine, Mimar Sinan ekolüne aittir.
Kudüs sorunu II. Abdülhamit devrinde birden bire yine dünya gündeminin birinci sırasına oturdu. ?Yahudi Devleti? kitabının yazarı ve Siyonizmin fikir babası Theodor Herzl Batı’nın da desteğiyle, Kudüs’ü almak için Osmanlı’ya karşı çeşitli desiselere başvuruyordu. 1897 yılındaki Basel Kongresi’nde Siyonistler Filistin’e Yahudi göçüne izin vermeyen II. Abdülhamit’in mutlaka düşürülmesine karar verdi. Daha sonra Fransa ve İngiltere arasında hazırlanan Balfour Deklarasyonu ile Filistin, 11 Aralık 1917 yılında İngilizlerin eline geçti. İngilizler ayrıldıkları 1948 yılına kadar bölgede Osmanlı’nın izlerini silmek için dünyanın her yerindeki Yahudileri, Siyonistlerin planları çerçevesinde adım adım buraya göç ettirdi. Bir anda Filistin’in demografik yapısı alt üst oldu. Bu dönemde hem İngilizlere hem de Siyonist Yahudilere karşı en önemli mücadeleyi, Çanakkale’de savaşmış olan bir Osmanlı beyefendisi, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni üstlendi. Kudüs Müftüsü İngilizlerin çekildiği tarihe kadar 27 yıl Kudüs davasının en yılmaz savunucusu oldu. 14 Mart 1948’de İngilizler bölgeden çekildiğinde, buraya getirilen Yahudiler İsrail devletini ilan ettiler.
1948’de Müslüman toprağı üzerinde kurulan İsrail, bölgedeki varlığını meşrulaştırmak için çeşitli politikalar takip etmektedir. Filistin halkına yapılan zulümler, işkenceler, sürgünler, Müslümanların topraklarından zorla çıkarılmaları gibi uygulamalarla ve yeni işgallerle kamuoyunun tepkisini çeken İsrail, devlet olarak kendisini geri plana çekip üzerine bir sorumluluk almadan hedefine ulaşmaya yönelik politikalar gütmeye başlamıştır. Bu bağlamda yürüttüğü politika, arkeolojik kazı projeleri olmuştur. Bu kazılar çerçevesinde aslında İslam mirasını Filistin topraklarından silebilmek için uğraşmaktadır. Geliştirdiği bu politikanın ne kadar sinsi ve tehlikeli bir yöntem olduğu, Kudüs’ün Müslümanlar ve İslam dünyası için önemi göz önüne alındığında daha net anlaşılacaktır.
Bilakis, Kudüs’ün Müslümanlar nazarında çok önemli ve yüksek bir yeri vardır. Çünkü burada en başta Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa bulunmaktadır. Mescid-i Aksa Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde adı geçen iki mescitten biridir. Diğeri de, içinde Kabe’nin bulunduğu Mescid-i Haram’dır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk Müslümanlar, İslam’ın ilk yıllarında 17 ay boyunca namazlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya dönerek eda etmişlerdi. Bunun yanı sıra, Hz. Peygamber’in Mescid-i Haram’dan başlayan gece yolculuğu (İsra) Mescid-i Aksa’da noktalanmış, buradan da miraca yolculuğu başlamıştır. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: ?Mekanların efendisi Kudüs, kayaların efendisi de Kudüs’teki kayadır.?
İslam Mescid-i Aksa üzerine kutsallık, keramet ve heybet örtüsü örtmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.) Mescid-i Aksa’da kılınan bir namazın Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi dışındaki mescitlerde kılınan namazdan 500 kat daha fazla sevap olduğunu bildirmiştir. Yine İslam fıkhında ifade edildiğine göre hac veya umre için Kudüs’ten ihrama girmek müstehaptır. Çünkü bir hadiste şöyle buyrulmuştur: ?Her kim hac ya da umre için Mescid-i Aksa’da ihrama girerse geçmiş günahları bağışlanır.? Geçmiş yüzyıllardaki Hacc yolculukları ile ilgili yazıları okuduğunuzda dünyanın birçok yerindeki Müslüman’ın Kabe’ye düzenledikleri seferlerinde mutlaka Kudüs’e de uğradıklarını görürsünüz.
Müslümanlar İslam güneşinin doğuşundan beri Kudüs’e değer verip saygı göstermişlerdir. Filistin’e ve Mescid-i Aksa’ya eskiden beri önem verdiklerinin bir göstergesi de tarihte yüzyıllar boyunca buralarla ilgili küçük büyük her şeyden söz etmiş olmaları, buralar hakkında detaylı analizler yapıp bu kutsal yerleri ebedileştirircesine büyük çapta kitaplar yazmış olmalarıdır. Hz. Ömer (r.a.) döneminde Müslümanların denetimine geçen Kudüs’te geçmişten bugüne birçok İslam alimi yetişmiştir. Kudüs’te Müslümanlar için kutsal sayılan şeyler arasında Mirac Kubbesi, Hz. Peygamber’in Mihrabı, Burak Duvarı ve Hicri 14, Miladi 635 yılında yapılmış olan Hz. Ömer Camii (Kubbetü’s-Sahra) vardır. Ayrıca Kudüs’te birçok sahabinin mezarı da bulunmaktadır.
Kudüs’teki Harem-i Şerif’in Süleyman Mabedi’nin merkezi olduğunu iddia eden Yahudiler, uzun yıllardır burayı yıkmak ve tahrip etmek için birçok desiselere başvurmaktadır. Bunların başında özellikle son günlerde dünyanın gündeminden düşmeyen, Harem-i Şerif’in içinde bulunan Mescid-i Aksa’nın altında kazılan tüneller gelmektedir. İsrail’in yaptığı bu tüneller Aksa’ya ciddi manada zarar vermektedir. Ayrıca İsrail’in Ağlama Duvarı’nın alanını genişletmek için yıkma kararı aldığı Harem-i Şerif’e giden Mağrib Kapısı’ndaki tarihi yol ve o yol üzerindeki iki mescit de bugün yıkımın eşiğindedir.
Bazı Batılı yazarlar ?uzak? manasına gelen ?aksa? sözcüğünden hareketle Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki mescit olmadığını söyleyerek yeni neslin burası ile ilgili bilgilerini saptırmak istemektedirler. Öte yandan, basın-yayın organlarından altın kaplamalı Hz. Ömer Mescidi’nin, Mescid-i Aksa olarak gösterilmeye çalışılması da Müslümanların dikkatle üzerinde durması gereken konulardandır.
İslam dünyası özellikle Kudüs’ün demografik ve mimari yapısını iki asırdır altüst eden ve Mescid-i Aksa’yı yıkmayı hedefleyen İsrail’in acilen durdurulması için girişimlerde bulunmalıdır. Mescid-i Aksa’daki tünel çalışmalarının durdurulması için geniş sivil toplum hareketleri başlatılmalıdır. İsrail’in Filistin ve Kudüs’t
Londra saldırılarının akabinde yine Pakistan’daki medreseler gündeme geldi. 7 Temmuz olaylarının failleri arasında Pakistanlıların bulunması, 11 Eylül saldırıları sonrası dünya gündemine giren Pakistan medreselerini yine tartışmaların odağına taşıdı. Londra’daki saldırının faillerinden birinin Lahor’daki Diyobendi medresesi ekolüne bağlı ?Eşrefiye Medresesi?nde iki ay kaldığı bildirildi. Pakistanlı gencin 8 yıllık bir eğitim sürecine sahip olan ?Eşrefiye Medresesi?ne niçin gittiği, Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek mi ya da birini ziyaret için mi, onu bilemiyoruz. Fakat, bazı Batı medyasının veya bizdeki kopyacılarının iddia ettiğinin aksine bu medreselerde hiçbir zaman silahlı eğitim verilmediğini herkes çok iyi biliyor.
Pakistan’ı tanımayan, Pakistan’ın Hindistan kopuş nedenini bilmeyenler, Batılıların Pakistan medreseleri hakkında ortaya attıkları tüm karalamalara çok rahatlıkla kanabilirler. Böylece Pakistan’daki medreselerin terörü beslediği ve Vahabi-Selefi doktrinini yaydığı iddiasında da bulunabilirler. Peki öyle mi hakikaten? Bu konudaki takdiri Pakistan’ı çok iyi bilen biri olarak aktaracağım bilgiler ışığında sizin takdirinize bırakacağım. Pakistan medreseleri mevzusuna girmeden önce isterseniz kısaca ?Medrese?nin tanımı ve İslâm tarihindeki yerine de değinelim.
Medreselerin İslâm tarihindeki yeri
Medrese kelimesi Arapça bir kelimedir. Okumak, öğrenmek, okutmak, öğretmek manasına gelen ?De-re-se? kelimesinden türemiştir. Kadim dönemlerde okul, üniversite ve kolej manasında kullanılan medrese sözcüğü Farsça, Malayca, Türkçe, Sivahilice gibi birçok Müslüman toplulukların diline geçmiş ve tüm okullar için kullanılmıştır. Osmanlı döneminde de uzun dönemler mekteb ile birlikte okul karşılığında kullanılan medrese sözcüğü II. Mahmut, döneminde kurulan ibtidai, Rüşdiye, İ’dadi gibi okulların ardından sadece dini derslerin verildiği bir mekân manasına hasredilmiştir. Fakat Cumhuriyetin kuruluşunun ardından bile okul yerine mekteb kullanımı epey devam etmiştir.
Medrese sözcüğü okul, üniversite ve kolej manasında kullanışının arkaplanı çok eskilere daha doğrusu Emevilere kadar dayanmaktadır. Mısır’da el-Ezher, Bağdat’ta Nizamu’l Mülk, Tunus’ta Zeytune, Fas’ta Kayravan, Endülüs’te Kurtuba, Orta Asya’da Buhara ve Semerkant adıyla kurulan medreselerin yanı sıra İslâmın intişar ettiği her yerde ilk önce camiler ve medreseler inşa edilmiştir. Ve bu medreselerden, İmam-ı Gazaliler, İbn Rüşdler, İbn Hazmlar, Farabiler, İbn-i Sinalar, Ebu Hanifeler, İmam-ı Şafiler, Biruniler, İbn-i Batutalar yetişmiştir.
Fakat, 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde medreseler ifa etmiş oldukları görevi yeterli düzeyde yerine getirmez oldular. Böylece yavaş yavaş kaybolmaya doğru yüz tuttular. Bugün hemen hemen tüm İslâm dünyasında medreseler varlıkları sürdürüyor olsalar bile, ciddi manada maalesef ilim adamı yetiştiremiyorlar. Tabi bazı medreselerin hâlâ iyi diyebileceğimiz anlamda dersler verip, alimler yetiştirdiğini de inkar edilemez.
Bu kısa girişin ardından şimdi Pakistan medreselerini masaya yatırabiliriz.
Pakistan Medreselerinin Kökeni
Hint alt kıtasındaki medreselerin tarihi de Emeviler döneminde İslâm’ın bölgeye girmesine kadar gitmektedir. Fakat, bugün batılıların dillerine pelesenk ettikleri Darul’u-Ulum Diyobend ve Brelvi/Barelvi medreselerinin tarihi ise 1800’lü yılların ortalarına dayanmaktadır. Her iki medrese -daha sonra bölgenin en etkin iki ekolü haline gelmişlerdir- İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint alt kıtasındaki insanlara İslâm’ı ilimleri anlatmak için kurulmuşlardır. Osmanlı devletinden de büyük destek gören bu medreseler, batılıların iddia ettiği gibi Vahhabi-Selefi düşünce ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bilakis koyu bir Hanefi mezhebi taassubuna sahip olan bu ekoller aynı zaman bazı araştırmacılar tarafından tasavvuf ekolü olarak da kabul edilmektedirler.
Brelvi Tarikatı ve Cihad
Brelvi mezhebi/tarikatı 1920’lerde Seyyid Ahmed Brelvi(1876-1831) tarafından kuruldu. Kısa zamanda Hint alt kıtasında dal budak saldı. Brelvilerde tarikat unsurları kendini daha çok gösterir. Bu tarikat içinde hurafeler çok yaygındır. Mezarlara bez, çaput bağlama, yılda bir kez şeyhlerinin mezarlarında bir hafta süren festival düzenleme ve zikir esnasında bir yerin Hz. Peygamber için boş bırakılması. Brelviler zikir esnasında Hz. Peygamberin boş yere oturduğuna inanırlar. Buna benzer daha birçok hurafe inanca sahip Brelvi medreseleri, her nedense terör yuvaları olarak isimlendirilmektedirler. Pakistan uleması, bu ekolün ilk oluşumunda bu tür hurafelere sahip olmadığını fakat daha sonra bu tarikat içinde bu tür unsurların yayıldığını vurguluyorlar. Bugün Amerikalıların ya da İngilizlerin Brelvilere olan düşmanlıklarının kökeni tarihi olabilir diye düşünüyorum. Çünkü, Hindistan İngilizlerin sömürgesi altında iken, Brelviler hem Hindistan’da hem de Afganistan’da birçok kez İngilizlere karşı ayaklanmışlar ve cihad hareketlerine iştirak etmişlerdi. Ancak ne acıdır ki, geçmişte İngilizlere karşı ayaklanan Brelviler, Afganistan’ın Ruslarlar cihadı esnasında Afganlıları ciddi manada bir destek vermediler. Bilakis cihada karşı bile çıkıyorlardı. Hatta bazı araştırmacıları Brelvilerin bugün artık cihadın nesh edildiğini ve buna gerek olmadığını medreselerinde okuttuğunu yazmaktadırlar.
Daru’l-Ulum Diyobend Ekolü
Hind alt kıtasının İngiliz hakimiyeti yıllarında teşekküle eden en büyük ve köklü ekol, Diobendi ekolüdür. Diyobendilerin bugün Pakistan başta olmak üzere, Hindistan, Afganistan, Bangladeş, Keşmir ve Güney Afrika’da çok büyük etkinlikleri bulunmaktadır. Diyobend medresesi 30 Mayıs 1866 tarihinde Muhammed Kasım Nanevtevi (1832-1880), Reşid Ahmed Gangohi’nin (1825-1905) öncülüğünde bir grup alim tarafından Delhi’ye 90 mil uzaklıktaki Diobend kasabasında Çatta mescidinde kuruldu. İngilizlerin siyasi bir oluşuma ve kuruluşa izin vermedikleri bir dönemde kurulan medrese aradan uzun bir zaman geçmeden bütün bölümleri olan mütakamil bir Daru’l-Ulum (üniversite) şeklini aldı. İlk olarak Çatta mescidinde faaliyet gösteren Diyobend medresesi eğitim programını tatbikteki ciddiyeti ve Hind alt kıtasındaki çeşitli eğilimleri belli ölçüde içinde barındırması sebebiyle büyük ilgi uyandırdı ve zamanla mevcut şartları içerisinde talepleri karşılayamaz oldu. Darululum Diyobend 230 dershanesi, 400 kadar odası, 8 öğrenci yurdu ve büyük bir kütüphanesi olan bir üniversite haline geldi. Nanevtevi’nin 48 gibi erken bir yaşta vefatı sevenlerini üzdüğü gibi medrese için de büyük bir kayıp oldu. Daru’l-Ulum’un idaresi ondan sonra Reşid Ahmed Gangohi’ye geçti. 1905 yılında onunda vefatıyla medresenin ilk talebi olup on beş yıldır baş müderris bulunan Mahmud Hasan (1851-1920)’ın idaresine geçti. Mahmud Hasan’ın zamanında Darululum’un maddi gelişimine paralel olarak eğitim kalitesi de yükseldi. Kısa zamanda şöhreti tüm islam aleminde duyulan medreseye başta Afganistan, Türkistan, Orta Asya ve Uzak Doğu olmak üzere pek çok yerden talebe geldi. Mahmud Hasan’ın attığı önemli adımlardan birisi de medrese ile mektebi barıştırmak maksadıyla modern eğitimi temsil eden Aligarh koleji ile hoca ve talebe değişimi anlaşması yapmak oldu. Böylece Aligarh’taki dini eksikliğini Diyobend, Diyoben’deki müsbet ilim ve ingilizce dili eksikliğini de Aligarh karşılayacaktır. Hindistan’da hizmetler sebebiyle Mahmud Hasan’a ‘Şeyhu’l-Hind’ ünvanı verilmiş ve 1919’dan sonra adıyla birlikte bu ünvanı ile anılır olmuştur.
Daru’l-Ulum’un Osmanlı ile bağları
Darülulum Diyobend Osmanlı devletine yönelik başlatılan Traplusgarp (1911-1912) ve Balkan (1912-1913) savaşlarının yarattığı infial sebebiyle Hindistan’da ingilizlere karşı başlatılan Hilafet Hareketine katıldı. Hareketin içinde çok aktif olarak yer alan Diyobend uleması, bu yoldaki mücadelesi İngiliz hakimiyeti sona erip, Pakistan kuruluncaya değin sürdü. Hilafet hareketi, Türkiye’nin yüzyılın başlarında zor durumda olduğu bir dönemde, Hind alt kıtasında yaşamış insanlardan maddi anlamda büyük meblağda bir yardım toplayarak Halide Edip Adıvar aracılığıyla Türkiye’ye gönderdiler. Hala bile ileri gelen Diyobendi uleması Halide Edip Adıvar’ı anıp dururlar. Diyobendiler, Osmanli devleti’ni ilgilendiren milletlerarası her meselede daima Osmanlı devletin tarafını tutmuşlardır. Başbakanlık Osmanlı arşivi’ndeki belgeler, özellikle Sultan II. Abdülhamid devrinde aradaki ilişkilerin çok iyi olduğunu göstermektedir. Mesela bizzat Abdülhamid’in emriyle Daru’l-uUlum’a İstanbul’dan Arapça ve Farsça yüzlerce el yazması kitap gönderilmiştir.
Medreseler ve Pakistan’ın Doğuşu
Pakistan’daki resmi okullarda ilk, orta, lise ve üniversitelerde okutulan ‘Pakistan Studies’ adlı kitaplarda, medreselerin Pakistan’ın kuruluşunda oynadığı role büyük yer ayrılır ve medreseler Pakistan’ın Hinduizme karşı varoluş merkezleri olarak tanımlanırlar. Pakistan devleti kurulmadan önce, darülulum uleması arasında büyük tartışmalar yaşanır, tartışmalar sonunda hareketi ikiye böler. Diyobendi ulemasından bir bölümü Hind alt kıtasının ikiye bölünerek Pakistan adıyla bir devlet kurulmasına karşı iken, diğer bir kısmıda Pakistan devletinin kurulmasından yana idi. Pakistan’ın kurulmasından yana olanlar Cemiyet-i Ulemadan ayrılıp, 1945 yılında Cemiyet-i Ulema-i İslami’yi kurdular. Bu hareketin başına Şebbir Ahmed el-Osmani geçirildi. Hindistan tarafından kalan Diyobendi Haketine Cemiyet-i Ulema-i Hind, Pakistan’daki harekete ise Cemiyet-i Ulema-i İslam Pakistan adı verildi. 14 Ağustos 1947’de Pakistan’ın kuruluşundan sonra Osmani Pakistan parlamentosuna seçildi. 1948 yılında hareketi tekrar tanzim eden Osmani, yapılan bir seçimle tekrar hareketin başına getirildi. Pakistan’ın kurulmasıyla daha rahat bir teşkilatlanma imkanına kavuşan Diyobendi ekolü mensupları Pakistan’ın her bir tarafında medrese ve Darululum açmaya başladılar. Bu medreseler ve darülulumların bugün onbini bulduğu belirtiliyor. Cemiyet-i Ulema-i İslami’nin kurucusu olan Osmani, 1885 yılında doğdu ve uzun yıllar Şeyh-ul Hind’den dersler alıp, onun en iyi öğrencileri arasında girdi. Osmani’nin soyunun Hz. Osman (r.a)’ya dayandığı belirtiliyor. 1949 yılında Karaçi’de vefat eden Osmani, İlim ve davetle uğraşmış, geride bir çok eser bırakmıştır. Tefsir-i Osmani, Sahih-i Müslim şerhi Feth-ül Mülhem, İ’cazul Kur’an ve kelam ilmi gibi bir çok değerli eserler ortaya koymuştur. Diyobendiler Pakistan’ın kuruluşundan bu yana siyasetle de ilgilenmekte iseler de siyasi sahada çok etkili oldukları söylenemez. Bu ekol mensupları tarafından kurulan ve Mevlana Fazlurrahman el-peştuni’nin liderliğini yaptığı Cemiye-i Ulema-i İslam pakistan girdiği seçimlerde ancak bir kaç milletvekilinden fazla milletvekili çıkaramamaktadır. Fazlurrahman bir çok defalar Benazir Butto ile ittifak kurmuştur.
Daru’l-Ulum’un Düşünce Yapısı
Daru’l-Ulum Diyobend’den veya şubelerinden mezun olanlara Diyobendi denilmektedir. İslami ilimlerin bütün branşlarıyla ilgilenen Diyobendiler. Hadis ve Fıkıh sahasında olduğu gibi Kur’an ve tefsir sahasında da kayda değer eserler ortaya koymuşlardır. Daru’l-Ulum’un Arapça ve Farsça birçok yazma eserin bulunduğu yaklaşık 67 bin ciltlik bir kütüphanesi vardır. Diyobend Daru’l-Ulum’un da ders programı olarak molla Nizameddin’in (ö. 1748) düzenlediği ‘ders-i Nizami) bazı değişikliklerle uygulanmıştır. Diyobendiler Delhi geleneğinden, özellikle Şah Veliyyullah ed-Dihlevi ve Seyyid Ahmed Şehid’den çok etkilenmişlerdir. Diyobendi ekolü kendisini amelen Ehl-i Sünnet Hanefi, itikaden Eş’ari ve maturidi, meşreben Sufi (ağırlıklı olarak Çişti), fikren Veliyyullahi ve Usulen Kasımi olarak takdim etmiştir. Diyobendilerin içinde bazı ileri gelenleri Hanefi mezhebini taklitte çok aşırı gitmiş ve taklide ve mezhebcilik üzerine kitaplarının bir kısmı Türkiye’de İhlas yayıncılık tarafından basılıp dağıtılmaktadır. Diyobend ulamasından bazıları Mevdudi’yi, Seyyid Kutup’u ve İbn-i Teymiyye vb. mezhebsizlik ve modernistlikle itham edip tekfir ettikleri de olmuştur. Tasavvufun bütün kural ve kaideleri bu ekol mensupları tarafından uygulanıyor. 1892 yılından itibaren ilmi tedrise ilaveten bir de Darü’l-İfta (müftülük) ihdas edilmiştir. Müftülük, Daru’l-Ulum alimlerinin verdiği fetvaları kontrol eden ve halkın karşılaştığı dini problemlerin çözümüne yardımcı olan makamdır, verilen fetvalar bir araya toplanarak Fetava-yı Daru’l-Ulum-i Diyobend adıyla yayımlanmıştır. Diyobendiler süreli yayınlara çok önem vermiş ve 1980 yılına kadar Urduca, Arapça ve İngilizce dillerinde yüz otuzdan fazla dergi ve gazete neşretmişlerdir. Son olarak belirtmek gerekirse gerekirse, Diyobendi ekolüne mensup alimler bazı küçük ve mevzi aşarılıkları bir tarafa bırakılırsa Hind alt kıtasında itidali temsil etmiş, dini ilimler tasavvuf, siyayet, eğitim ve basın sahalarında çok başarılı hizmet vermiş bir gruptur.
Pakistan Medreselerinin Bugünkü Konumu
Pakistan’daki medreseleri anlamak için öncelikle şunu çok iyi bilmemiz gerekiyor. Birincisi küçük yaştaki çocuklar elif-ba yani Kur’an-ı Kerim öğretilen yerlere ve bir de Pakistan’ın hükümetinin resmi okul kuramadığı yerlerde camilerin yanın başındaki odalarda kurduğu okullara da medrese denilmektedir. Birincilerine ?Kur’an Okulu? ikincilerine de ?Cami İlk Okulu? adı verilmektedir. ?Cami İlk Okulları?nda yerel cami imamları, dini derslerin yanı sıra çocuklara Urduca, matematik, coğrafya, fen ve hayat bilgisi dersleri vermektedir. Pakistan’da bugün resmi rakamlara göre sayıları 25 bin olduğu bildirilmektedir. Bunların yanı sıra üst yaştaki gençlere tefsir, hadis, mantık, kelam, fıkıh ve hafızlık derslerinin verildiği yani bizim Türkiye’de kullandığımız anlamda Pakistan’da bulunan medreselerin sayısı ise 5’in aşmaktadır. Pakistan Eğitim Bakanlığı’nın 2002 verilerine göre, Pakistan’ın Pencap eyaletinde 3155 medrese, Serhad (NWFP) eyaletinde 1776 medrese, Sind eyaletinde 905 medrese ve Belucistan eyaletinde ise 692 medrese bulunmaktadır. Pakistan’daki medreseler şu ekollere aittir: Diyobendi, Brelvi, Ehl-i Hadis, Selefi ve Şia. Bu medreselerin yüzde 80’inin Diyobendi ve Brelvi ekollerine ait olduğu belirtilmektedir.
International Crisis Group (ICG)’un 2002 yılında hazırlamış olduğu ?Pakistan: Madrassas, Extremism and the Military? adlı raporda Pakistan’da 1995 yılında medreselerin sayısı 3.906 olarak verilirken, bunun 2000 yılında 7 bine ulaştığı kaydedilmektedir. Yine bu rapora göre bugün Pakistan’da 10 binin üzerinde medrese olduğu vurgulanmaktadır. Bazı Batı basın-yayın organların ise daha ileri giderek bunların sayısının 30 bin olduğunu ileri sürmektedirler. ICG’nin raporuna göre bu medreselerde 1.2 milyon öğrenci öğrenim görmektedir. Bu arada, Pakistan’ın nüfusunun 130 milyon olduğunu da unutmayalım. Hakikaten ne de çok öğrenci var dimi. Tabi bunlar medrese derken, yukarıda zikrettiğimiz Pakistan’daki tüm medreseleri bu tanım içine sokmaktadırlar.
Medreselerde Okutulan Dersler
Burada özellikle etrafında tartışmaların yoğun olduğu Diyobendi medreselerinin eğitim müfredatlarına da kısaca bir göz atalım. Eğitim ve öğretimini 8 yıl sürdüğü bu medreselerde yıllara göre okutulan dersler şunlar:
Birinci Yıl: Siyer, Sarf, Nahiv, Arapça Metinler, Tecvid, Kelam.
İkinci Yıl: Sarf, Nahiv, Arapça Metinler, Fıkıh, Mantık, Tecvid, Farsça.
Üçüncü Yıl: Kur’an ezberi, Fıkıh, Nahiv, Arapça Metinler, Hadis, Tecvid, Hulefa-i Raşidinin Hayatı ve Pakistan Tarihi.
Dördüncü Yıl: Kur’an ezberi, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Belağat, Hadis, Mantık, Kelam, Modern İlimler, Arap Yarım Adası’nın Tarihi.
Beşinci Yıl: Kur’an ezberi, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Belağat, Akaid (Maturidi Akidesi), Mantık, Arapça ve Farça Metinler, Hindistan’da İslam’ın Tarihi.
Altıncı Yıl: Kur’an Tefsiri, Fıkıh, Tefsir ve Fıkıh Usulü, Arapça ve Farsça Metinler, Hadis kitaplarına giriş.
Sekizinci Yıl: 10 Hadis kitabı farklı hocaların gözetiminde hızlandırılmış bir şekilde bir yıl içinde okunup bitirilir.
‘Ders-e Nizami’ olarak isimlendirilen bu sistem Hint alt kıtasında iki yüzyıldır uygulanmaktadır. Farsça geçmişte bu kıtada Müslümanların kullandığı bir dil olmasından dolayı medreselerde Farsça da öğretilir. Farsça öğretilirken özellikle, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı ile birlikte Mevlana’nın Mesnevisi gençlere dilerini güzelleştirmeleri için ezberletilir.
11 Eylül olaylarının ardından Amerikan yönetimi, Pakistan’a ülkedeki medreselerin ders sistemini değiştirmesi için baskı yapmış ve bunun için büyük bir meblağ takdim etmişti. Pakistan hükümeti de medreselerde Fizik, Kimya, Biyoloji, İngilizce ve Bilgisayar öğrenimini zorunlu hale getirdi. Bu dersler adım adım Hemen hemen tüm medreselerde zorunlu ders haline getirilmek üzere.
Pakistan’da Silahlı Eğitim Veren Medreseler!?
Pakistan’da medreselerin tarihine kısa bir göz attıktan sonra, şimdi bunca bilginin üzerine Pakistan’da silahlı eğitim verildiği söylenen medreseler bahsine gelelim. Peki, hakikaten Pakistan’da silahlı eğitim veren medreseler var mı?
80’li yılların ortalarında Ziyaü’l Hak döneminde Pakistan’da yüzlerce medrese kuruldu. Bu medreselerin çoğu Afgan mülteci çocuklarına yönelikti. Bu medreselerin çoğu Pakistan’ın Peşaver ve Pakistan-Afganistan sınırlarında inşa edildi. Bu medreselerin finansmanını, Pakistan yönetimi ile birlikte CIA, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri yaptı. Bu medreselerde ders veren hocalar, Diyonbendi medreselerinden ve Arap ülkelerinden getirilen hocalar aracılığıyla verildi. Dersler yine Hanefi mezhebine göre veriliyordu. Birkaç selefi okulu hariç. Çünkü Afganlılar genelde vahhabileri sevmezler. Bu medreselerde hızlandırılmış eğitim veriliyordu. İki yıl ya da dört yıllık bir süre içerisine tüm İslami ilimler sıkıştırılıyordu. Burada okuyan öğrencilerin çoğunu Mülteci Afgan çocukları oluşturuyordu. Pakistanlı çok az öğrenci eğitim alıyordu buralarda. Bir de cihad için Afganistan’a gidenler Arapça öğrenmek için bu medreseleri kullanıyordu. Bu medreelerde okuyan gençler yazları Afganistan’a cihada gider. Öğrenim döneminde ise medreseye dönerlerdi. Bu okullarda dahi silahlı eğitim verilmezdi. Silahlı eğitim almak isteyenler Afganistan içlerine girer orada, Şah Ahmet Mesud, Gulbettin Hikmetyar, Burhanettin Rabbani, Sayyaf, Müceddidi veya Arap savaşçılardan silahlı eğitim alırlardı. Bu silahlı eğitim kamplarının hemen hepsinde Pakistan istihbaratına ya da başka istihbaratlara bağlı şahıslar bulunurdu. Bunlar gelen geçen herkesin şeceresini çıkarırlardı. Gerekli yerlere bildirirlerdi. Afgan cihadının sona ermesinin ardından Pakistan özellikle 1996-7 yılından itibaren bu medreselerin yüzde 95’ini kapattı. Kalan medreselerde ise sadece Afganlı mollalar, Pakistan hâlâ varlığını sürdüren fakir Afganlı öğrencilere sadece dini dersler vermektedirler. Taliban hareketinin doğuşu ise ayrı bir mevzu daha doğrusu siyasi. Taliban Hareketi Diyobend medresesinde doğdu. Bunun cevabı ise Afganistan’da komşu ülkeler ile birlikte süper güçlerin yıllardır sürdürdükleri hegemonya savaşında bulabiliriz. Konuyu daha fazla uzatıp sizi yormak istemem.
Sonuç ya da Hatime
Sadece Pakistan değil tüm İslam dünyasındaki medreselerin reformize edilmesi ve yeniden bu medreselerden İbn Rüştlerin, Ebu Hanifelerin, İbn Sinaların, Farabilerin, İmam-ı Şafilerin, İbn Hazmların çıkmasını sağlamalıyız. Bu konudaki çalışmaların üç asırdır devam ettiğini biliyoruz. Hindistanlı İslam alimi Şibli Numani’nin başlattığı ve kadim medrese ile modern eğitim sistemini mezceden medresinin iyi bir örnek olduğunu fakat bunun daha da geliştirilmesinden yanayız. Artık medreselerden mezun olanlar Batı Felsefesini ve fiziğini onlardan daha iyi tedkik edip, bu konular üzerinde yorum yapabilir hale gelmelidirler. Bu imkansız değil. Ancak bu çalışmalar hiçbir zaman ABD’nin başlattığı reform ile karıştırılmamalı ve bu konuda onlardan hatta İslam ülkelerinden gelecek maddi destekler dahi kabul edilmemelidir. Medreseler kendi kendilerini reformize etmelidir.