İnsanlık tarihi, hemen her asırda dünya siyasetini değiştiren bir değişim veya ayaklanmaya tanıklık etmiştir. Zulme, baskıya, zorbalığa, fakirleştirmeye, yolsuzluklara ve ahlâkî dejenerasyona karşı doğan bu ayaklanmalara hemen hemen halkın her kesiminden insanların katıldığını müşahede ediyoruz. Çünkü bu sosyal patlamadır, bir sel ve fırtına gibi eser ve çok geniş bir alanı etkisi altına alır. Bunun önünde durulması imkânsızdır çünkü herkesi önüne katıp götürür. Bu tür durumlarda önemli olan bu rüzgâra nasıl yön verilmesi gerektiği olmalıdır.
Şimdilerde Arap dünyasını kasıp kavuran değişim rüzgârı aslında soğuk savaş döneminde oluşan sistemlerin gecikmiş bir çöküş görüntüsüdür. Doğu Avrupa halkları 1989 yılında bunu yaşadı. Orta Asya ülkeleri 90’lı yılların başında buna tanıklık etti. Aslında Berlin Duvarı’nın yıkılışı bize Soğuk Savaş dönemin bitişini göstermişti. Ancak Arap dünyasının soğuk savaş kalıntıları sunî yöntemlerle bir şekilde -20 yıla yakın- zorla ayakta tutulmaya çalışıldı. Bu değişimin yaşanması zorunluydu ve Arap dünyasının kendi perestroikasını başlatmasının önünde de kimse duramazdı.
Son günlerde Arap ülkelerinde yaşanan hadiseler, tamamen aynı olmasa da ellili yıllarda olan biteni andırıyor. O devir iki önemli kolonyal güç olan İngiltere ve Fransa’nın Arap coğrafyası üzerindeki doğrudan egemenliklerini kaybetmeye başladıkları yıllardı. Varlıklarını İngiltere veya Fransa ile uzlaşma esasına göre idame ettiren kukla figürler, bir yandan artan halk hareketleriyle birlikte gittikçe ivmelenen ülke içi yönetim krizlerinin girdabında sürüklenmeye başlamış, diğer yandan yalıtılmış, güvenli sığınaklarından çıkmak zorunda kalarak dış dünyanın yakıcı atmosferiyle yüzleşmek zorunda kalmışlardı. Uluslararası ve bölgesel güç dengelerinde deprem etkisi yaratan bu gelişme, geniş halk kitlelerinde dalgalanmalara ve milliyetçi akımların etkisindeki askeri darbelere zemin hazırlamıştı. Bu arada küresel güçler sahnesine yeni aktörler girmeye başlamış; ne iç, ne de dış sorunlarla bir başlarına halleşemeyen Arap rejimleri tekrar yalıtılmış, güvenli sığınaklara gerisin geri rücu etmişlerdi. Soğuk savaş adı verilen yeni bir küresel çağa girilmişti, İngiltere ve Fransa yoktu artık. Yerlerini ABD ve Sovyetler Birliği almıştı.
Kısacası, 1922’de Osmanlı devletinin çöküşünden bu yana Arap dünyasının siyasi tarihi ikiye ayırabiliriz: Birincisi İngiliz ve Fransız sömürgeciliği dönemi ve ikincisi II. Dünya Harbi’nden sonra bölgeyi saran gizli Amerikan İmparatorluğu dönemi. Ve şimdi yeni bir dönemin doğuşuna tanıklık ediyor. O da Arap halklarının artık aşırı bağımlılıktan kurtuldukları 21. yüzyıl.
21. yüzyıla girerken neler yaşadık
2000’li yıllar sözde “Terörle Savaş” dönemiydi. 11 Eylül olaylarının ardından Irak ve Afganistan başta olmak üzere birçok Müslüman ülkede haksız ve illegal savaşlar yüzünden 10 yılda 15 milyon Müslüman katledildi. Guantanamo, Ebu Gureyb ve Bagram’daki hapishaneler başta olmak üzere Libya, Tunus, Mısır ve Pakistan’da kurulan ABD’nin gizli zindanlarında onbinlerce insan ya öldürüldü ya da ağır işkencelere tabi tutuldu.
Yine bu dönemde İsrail’in barbar saldırıları ve Gazze ablukası dünya tarafından büyük tepkiler gördü. Küçük bir devlet olan Lübnan’daki Hizbullah örgütü tüm dünyanın terminatörlerini arkasına almış olan İsrail’i başarılı bir müdafaayla rezil rüsvay etti. Ardından dünyanın en büyük açık cezaevi olarak adlandırılan Gazze’de Hamas İsrail’i bir avuç imanlı er ile mağlup etti. Böylece Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan’ın yapamadığını iki küçük örgüt başarmış ve bölge halkları başta olmak üzere tüm dünyanın kalbinde taht kurmuşlardı. Ardında 2010 yılında Mavi Marmara olayıyla Müslüman halklar ezilmişler adına ayaklanacağını işaretlerini verdi…
Bu olayların ardından dünya son yılda bir sessizliğe büründü. Bu sessizliğin peşinden büyük bir hareketliliğin geleceği herkes tarafından okunuyor ve tahmin ediliyordu. İşte, bu sessizlik sonrası 2011’de esen fırtına diktatörlere ve tiranlara karşı savaş yılı oldu ve olacak. Dünya bir daha eskisi gibi olmayacak. Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e tüm Arap dünyasını saran ateşin alevi, insanlık için yeni bir umut doğuruyor. Fikret Başkaya’nın ifadesiyle, “Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yıllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…”
Bu rüzgâr tüm dünyayı etkileyecek
Soğuk Savaş sonrası dünya yeni yeni şekilleniyor. Son yirmi yılda ABD’nin tek kutupluluk için verdiği mücadele başarısızlıkla sonuçlandı. Afganistan ve Irak’taki Vietnam sendromu ve ekonomik kriz bunun başlangıcı oldu. Bugün özetle ABD yörüngeli sistem, nam-ı diğer küresel kapitalizm, içine düştüğü derin krizin darbeleriyle gittikçe sersemleşiyor, etki alanlarını birer birer yitiriyor. Boşluk kabul etmeyen küresel güç mekanizması dengeyi tutturacak küresel ve bölgesel yeni güç odakları arıyor. Bu arayış sürecinin sancıları olarak da kitlesel halk hareketleri ve devrimler patlak veriyor. Yani içinde bulunduğumuz süreç, tarihin doğal seyri. Tunus ve Mısır devrimlerini başlatan ve başarıya ulaştıran, küresel güç mekanizmasının yeni aktör arayışından başka bir şey değil. Tunus ve Mısır yeterli gelmediği için arayış devam ediyor. Dolayısıyla yeni devrimler de gelecek. Ta ki devrimler yoluyla ortaya çıkan bileşke, yeni bir küresel güç odağını çıkarana dek.
Ünlü İngiliz yazar John Pilger, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaları değerlendirdiği yazısında “Bu başkaldırı, dünya yüzünde halkların yıllardır mücadelesini verdikleri, onların düşüncelerini kontrol altında tutanların ödlerinin koptuğu şeydi.” Dünyanın dört bir yanında halkların bilincinin yükselmekte olduğunu, bu dalganın onları korku ile kontrol altında tutmak için uğraşan emperyal elit liberallerin üzerinden aşıp gittiğini söyleyen Pilger, “Mısır Başkaldırısı Bizim Oralara Geliyor” başlıklı makalesini hayli çarpıcı bir cümleyle noktalıyordu:
“Tahrir Meydanı’nda genç bir Mısırlı kadın, ‘Durmayacağız,’ diyordu. ‘Eve Gitmeyeceğiz.’ Londra’nın ortasında, sivil itaatsizliğe kalkışmakta kararlı 1 milyon kişiyi polis zoruyla zaptetmeye kalkın ve ondan sonra da bunun mümkün olamayacağını sanmaya çalışın bakalım.”
Evet, bu halk ayaklanmaları sadece Arap dünyası ile sınırlı kalmayacak bilakis tüm dünyadaki köhnemiş zihinlere, 19. yüzyıl kafa yapısına, diktatörlere, koltuk sevdalılarına, insanların beyinleri ile dalga geçenlere ve halklarını aşağılayanlara karşı yapıldı ve devam ediyor….
Not: İHH İnsani Yardım Dergisi için kaleme alınan bu yazı, derginin izniyle buraya alıntılanmıştır.
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR