Dünya ekonomik, siyasi ve askeri anlamda büyük bir değişim yaşıyor.
20. yüzyılın siyasi ve ekonomik sistemi ekseninde kendilerini tanımlayan ülkeler, gruplar, örgütler ve kurumlar geçmiş asırda bir rüzgâr ve esinti ile edindikleri milliyetçi ve ideolojik söylemlerini bu minvalde yeniden gözden geçiriyor ya da geçirmek zorunda kalıyor.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni değişimlere kapı aralamak için birçok alanda açılımlar yapılmakta. Bu açılımlar içerisinden Kürt açılımı her ne kadar daha câlibi dikkat ise de asıl en önemli açılım dış politika alanında yaşanmakta. Özellikle İslam ülkeleri ile artan ilişkilerimiz daha çok temayüz etmekte. 1 Mart tezkeresi ve Davos derken bu yaz Arap ülkelerinden Türkiye’ye büyük bir turist akını oldu. Hemen her ay İstanbul’da Arap siyasiler, işadamları, din adamları ve sanatçıları birkaç toplantı tertip etti. Toplantıların birkaçı ilan edilmesine rağmen büyük çoğunluğu medyaya yansımadı.
Türkiye’nin İslam dünyasına yönelik bu açılımı aslında yeni değil. Osmanlı`nın çöküşüyle İslam ülkeleri ile kesilen ilişkilerimiz 60’lı yıllarda yapılan bir atılım ile düzeltilmeye çalışıldı. Burada şunu da hatırlatmakta fayda görüyorum. İslam dünyasının Osmanlı’nın çöküşüyle yaşadığı hazin ayrılık aslında koca ciltlere konu olacak hikâyeleriyle doludur.
Osmanlı sonrası Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkileri uzun süre kesildi. Ancak 60’lı yıllarda Türkiye, Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek için bir heyet gönderdi. Heyetin başında Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yapmış ünlü siyasetçi ve albay Sadi Koçaş bulunmaktaydı. Sadi Koçaş daha sonraki yıllarda kaleme aldığı “Atatürk`ten 12 Mart`a” adlı hatıratında Irak, Kuveyt, Mısır, Ürdün, Filistin, Suriye, Suudi Arabistan ve Lübnan’a yaptığı gezilere geniş bir yer ayırıyordu. Yine bir Ramazan ayında yapılan bu geziler ibret alınacak sahnelerle doluydu.
Türk heyeti gittiği her Arap ülkesinde büyük bir coşku ve sevgiyle karşılandı. Kesik kesik cümlelerle Türkçe konuşmaya çalışanlar, heyeti görmek için sokaklara dökülenler ve aslında Osmanlıya duyulan büyük özlem…
Koçaş Ankara’ya dönüşten kısa bir süre sonra Orta Doğu dergisinde ziyaretiyle ilgili kaleme aldığı makalesinde gezinin hedefini şöyle açıklar; “1965 yılı ilk günlerinde dost, komşu ve kardeş Müslüman Arap ülkelerine Türk milletinin dostluk, iyi niyet ve daha iyi münasebetler temini arzusunu iletme; Tarihi, an’anevi, dini bağlarla birbirlerine bağlı olan milletlerimizin samimi arzularını devlet olarak da tahakkuk ettirme görevi ile Orta Doğu’yu ziyaret ettik.”
Makalenin devamında Türk kamuoyuna Koçaş, gezisinde mülahaza ettiklerini şöyle aktarır; “İntibalarımız çok müsbetti. Kardeş Arap ülkelerine dost elimizi uzatmış, yalnız devlet ve hükümet başkanları ve devlet adamlarından değil, temas imkânı bulduğumuz bütün Araplardan dostluk görmüştük. Heyetimize gösterdikleri ilgiyi, söyledikleri sözleri, aradan 10 ay geçtiği halde, bütün canlılığı ve samimiyeti ile duyuyor ve o anın heyecan ve mutluluğunu hissediyorum.”
Şimdi de Koçaş’ın hatıratındaki şu canlı diyalogun ne manalar içerdiğini tahayyül edin; “Yaşlı, nur yüzlü eski devlet ricalinden birinin, elimi iki avucu içine alarak, gözlerinden akan yaşlara mani olmaya çalışmadan, selis bir Türkçe ile, bir başkasının telefonla “Allah, 50 yıl birbirlerini kaybetmiş iki kardeş kavmi birleştirmeye gayret eden bu ellere dert göstermesin. Attığınız her adım bir yıl ibadet sayılsın, Allah da, peygamber de sizden hoşnud olsun” deyişini, bir diplomatın nezaketi, saf ve samimi bir Müslümanın his ve heyecanlarının neticesi olarak kabul etmemek mümkün değildir. Ben bu samimi sözleri, hayatımın ve hizmetlerimin en büyük hatırası ve mükâfatı olarak muhafaza edeceğim.”
Türk heyeti, Filistin topraklarını ziyaret ettiğinde yağışlı havaya rağmen büyük bir kalabalık coşku ve tezahüratla heyeti karşılar. Filistinliler adına Türk heyetini karşılayan yaşlı, ak sakallı ve sevimli Filistinli âlim Şeyh Muhammed Ali el-Caberi heyettekilere tek tek sarılır ve koklaya koklaya öper ve böylece yıllarca özlemini duyduğu Türklerle hasretini giderir. Ardından Türk heyetini görmeye gelen yüzlerce Filistinliye dönen Caberi şunları Söyler; “Ey Nas! İşte bunlar Türk. Belli değil mi? Ancak Türk’ün uğurlu ayağı getirir bu rahmeti… Bizi, Ravzayı Mütahharayı, Kabeyi, Mescidü’l Aksa’yı, Kübbetü’s Sahra’yı, ve Kavmi Necib dedikleri Arab milletini bırakmamak için bu çöllerde din düşmanlarına karşı döktükleri kanın sınırı yoktur… Eğer Türklerin yaptığı Kudüs kalesi olmasaydı, bir tek Müslüman sağ kalmazdı geçen yıllar…”
Koçaş, şeyh Caberi’nin bu uzun konuşması sırasında Filistinlilerin yüzlerine baktığında göz yaşları ile yağmur sularının birbirine karıştığını söyler. Filistin ve Ürdün’den ayrılıncaya kadar Şeyh Caberi’nin kendilerinden ayrılmadığını söyleyen Sadi Koçaş, Türkiye’ye döndükten sonra 1966 yılında Şeyhi davet etmek ister. Fakat Arap-İsrail savaşından dolayı bir türlü Caberi ile irtibata geçemez. Ancak birgün bir gazetede gördüğü haber onu şoke eder. İşte Koçaş’ın kaleminde o haber: “Birgün Ulus gazetesinde bir resim gördüm. Makineli tabancalı, göğüs ve bağırsakları açık, ağızlarında sigara bulunan bir iki asker arasında Cübbeli, sarıklı yaşlı bir din adamını gösteren bir resme biraz dikkatli bakınca ürpermiştim. Bu, Şeyh Caberi idi. Muhafızlar da İsrail işgal ordusunun erleri idi. Çok üzülmüştüm.”
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR