5. Yılında Arap Baharı

Arap âlemini derinden sarsan ve 21. yüzyılın en büyük olaylarından biri olarak tarihe geçen Arap İsyanları bu hafta 5. yılına giriyor. Her ne kadar Tunus’ta başlamış olsa da, 25 Ocak Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerin başlangıç tarihi “Arap Baharı”nın yıldönümü olarak benimsenir oldu. Bu hafta dünyanın birçok yerinde “Arap Baharı” ile ilgili etkinlikler ve seminerler tertip edilecek. Mısır’da halk, bu hafta yeniden “Karşı Devrim”e karşı kitlesel gösteriler düzenlemek için organizasyonlar yapıyor. Sisi cuntası ise, istihbaratın desteğiyle terör eylemleri tertipleyip bu isyanlara yönelik şiddeti yeniden meşrulaştırmanın yöntemlerini deneyecek.

Bugün oturup, bu isyanların nedenleri ve sonuçları üzerine yeniden düşünme vakti. “Arap Baharı, Arap kışına mı dönüştü” ironisi yerine hakiki manada muhasebe yapmanın zamanı. Maalesef, Arap âlemine yönelik oryantalist bakış açısı, önyargılar, husumet ve bilgisizlik dünya geneline o kadar hâkimdi ki, toplumsal hareketler, isyanlar, başkaldırılar bu coğrafyanın halklarına yakıştırılamamıştı.

Bu ayaklanmaları, Süper Güçler’in bir oyunu olarak değerlendirenlerden tutun da, emperyalizmin serbest piyasa ekonomisini hâkim kılmak için halkları isyana teşvik ettiği iddialarına kadar birçok yorum ve analiz kaleme alındı. Hatta öyle ki, Araplara yönelik önyargı, “Araplar ayaklanamaz ve bunu yapanlar dış güçlerdir” anlayışını yazılara hâkim kılmıştı. Araplar, hem tahkir ediliyor, hem de halk hareketlerinin ardında bir bityeniği aranıyordu.

Oysa Arap dünyasında gelişmeleri yerinde yaşayanlar ve bu bölgeyi çok iyi tanıyanlar için bu olaylar uzun zamandır geliyorum diyordu. Yıllardır, hatta Osmanlı’nın çöküşünden beri, bu coğrafyada bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve eşitlik talepleriyle seslerini yükselten kitleler rejimler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Arap Baharı büyük umut ve heyecanla başladı. Diktatörlerin barışçıl halk hareketleriyle birbiri ardına devrilmeleri tüm dünyada büyük sevinçle karşılandı. Herkes büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Şüphesiz bu şaşkınlığın haklı nedenleri de vardı. Çünkü uzun yıllardır otoriter rejimlerle yönetilen Arap âleminde, rejimlerin sağlamlığı ve halkların ataletine o kadar inanılmıştı ki, rejimlerin artık sarsılmaz olduğu düşünülüyordu.

Arap Baharı hakikatte geç kalmış bir kitlesel isyandı. 2000 yılından sonra bölgenin birçok uzmanı, böyle bir dalganın geleceğini tahmin ediyordu ve hatta bu konuda makaleler yazılmış ve kitaplar kaleme alınmıştı. 40 yıldan fazla bir zamandır iktidarda olan ve zulmün en âlâsını halklarına tattıran bu rejimlerin artık iktidarda durmasının imkânsız olduğu görülüyordu. Zaten 2008 yılında Beşşar Esed, Hüsnü Mübarek’in oğlu Cemal Mübarek ve diğer diktatör ve kralların oğullarının Vatikan’ı ziyaret edip, medet ummaları da bu yüzdendi.

 

5 YILDA NELER OLDU

17 Kasım 2010 günü, ekmek teknesi yakılan Tunuslu genç Muhammed Buazizi’nin o günün akşamı kendini yakmasıyla Arap âleminde kıvılcımın temeli atıldı. Birçok ülkede gençler kendilerini yaktı ve kitleler sokaklara döküldü. Hayatlarına son vererek, yapılabilecek en büyük siyasal başkaldırı eylemini gerçekleştiren bu gençilerin yaktıkları isyan ateşi birkaç günde bütün Tunus’a, birkaç haftada Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’ye ulaştı. Eylemlerin nedenleri arasında ekonomik sıkıntılar ve geleceğe dair umutsuzluk ilk sırada geliyordu belki, ancak sokakları dolduran kalabakların öfkesi ilk kez ülkelerini yıllardır demir yumrukla yöneten otoriter rejimlere yönelmişti.

Tüm kesimlerin iştirak ettiği bir halk ayaklanmasıydı. Gencinden yaşlısına, kadınından üniversitelisine, Solcusundan dini gruplara, liberallerden STK’lara, herkes sokakta idi. Diktatörlerin başvurdukları tüm zulüm yöntemleri halklar tarafından facebook, youtube ve twitter üzerinden bir anda tüm dünyaya duyuruluyordu. Birçok medya organı hakikatleri gizlese de El Cezire’nin canlı yayınları herşeyi ayan beyan sergiliyordu. Sosyal medya ve El Cezire’nin yayınları halklara cansimidi olmuştu.

Ortadoğu’nun 4 ünlü diktatörü 1 yıldan fazla bir zamanda iktidarlarından alaşağı edildi. Tunus’un sabık lideri Zeynel Abidin bin Ali, Suudi Arabistan’a kaçtı. 2011 Şubat’ında Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek istifa etti. Ekim ayında Libya lideri Muammer Kaddafi öldürüldü. Şubat 2012 yılında ise Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih artan protestolar karşısında sağlık sorunlarını bahane ederek Suudi Arabistan’a sığındı.

Bugün gelinen aşamada, Suriye ve Yemen’de çatışmalar sürüyor. Binlerce yıllık bir tarihe sahip olan Mısır, ilk sivil iktidarına darbe yaptı. Cunta rejimi, Rabia ve Nahda meydanlarında binlerce sivili canlı yayında dünyanın gözü önünde katletti. Sisi darbesinin verdiği moral ile birileri Libya’yı karıştırmak istedi ve ülkedeki merkezi hükümet çöktü. Esed rejimi, Suriye halkına yönelik uyguladığı katliamlar ve vahşet ile dünya tarihinin unutulmaz diktatörleri arasında yerini aldı. 2014 yılında ortaya çıkan DAEŞ adlı barbar terör örgütü diktatör rejimlerin iktidarlarını meşrulaştırırcasına bölge halkını katletmeye devam ediyor.

 

COĞRAFYAMIZIN MÜTEŞEKKİK ENTELLERİ

Arap coğrafyasında bu gelişmeler yaşanırken, medyamız ve entelektüellerimiz halklara ayna olup yön vermeleri gerekirken, sünger gibi tüm şüpheleri içlerine çekip etrafa yayıyorlar. Hâlbuki yanı başlarında tarihin en büyük vâkıalarından biri yaşanıyordu. Tüm dünya olayları anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor iken bizim entelektüellerimiz rahatlarını bozmadan klişe yorumlar ile analizler kaleme alıyordu. Ortadoğu’da sömürgecilik sonrası dönemin en önemli toplumsal ve siyasal gelişmeleri yaşanırken, bizim entelektüellerimiz neler olup bittiğini anlamak yerine ve olayları yerinden incelemek yerine müteşekkik yazıları ile kafa bile yormak istemediler. Kaleme alınan yazıların çoğu ise özensiz ve önyargılı idi.

Oysaki halk ayaklanmaları, Ortadoğu ile ilgili mitleri yerle yeksan ediyordu: Doğu’nun ataletle anıldığı oryantalist söyleme karşın, ayaklanan kitlelerin organizasyon yeneteği, otoriteye kolay boyun eğdikleri tezi ve birçok yerde şiddet yerine barışçıl dilin gösterilere hâkimiyeti, Batı dâhil herkesi şaşırtmıştı.

Arap âlemindeki halk isyanları, bu coğrafya ile ilgili uzun yıllardır sorgusuz sualsiz kabul edilen birçok kanaati boşa çıkardı. Batılı sosyalist düşünürler, senelerdir bekledikleri devrimci hareketin Arap ülkelerinin başkentlerindeki meydanlarda tezâhür edeceği görüşündeydi. Ünlü Fransız düşünür Alan Badiou, “Tarihin Uyanışı” adlı kitabında ve İran asıllı ABD’li yazar Hamid Dabaşi de “Arap Baharı: Postkolonyalizmin Sonu” adlı kitaplarında Arap isyanlarını zorlu toplumsal devrim süreçlerinin başlangıcı olarak görüyorlardı. Her iki yazar da, Araplara yönelik önyargıların halk hareketleri ile yıkıldığını ve bundan sonra Ortadoğu’ya çoğulculuğun ve demokrasinin zamanla hâkim olacağını dile getiriyordu.

Toplumsal hareketler yalnızca ortaya çıktıkları ülke halkları ve yönetimler üzerinde değil, sosyal bilimler alanında da sarsıcı etkiler oluşturur. Tarihin öngörülemez bir ânında, öngörülemez bir coğrafyasında patlak veren bir isyan dalgası ülkeden ülkeye sıçrarken, çoğu sosyal bilimcinin biat ettiği önkabullerin ve zihinsel koşullanmışlıkların zemini sarsılmaya başlar. İşte bu anlamda, toplumsal gerçekliği anlamaya çalışmak esasında bir cesaret işidir. Türkiye’de genç akademisyenlerden Dr. Erdem Demirtaş, “Ortadoğu’da Devlet ve İktidar” adlı çalışmasıyla bu konuda başarı göstermiş birkaç yazarımızdan biridir.

 

TUNUS TECRÜBESİ BAŞARILI OLDU MU?

Arap Baharı sürecinde, başarılı olarak gösterilen yerlerden biri Tunus idi. Çünkü diğer ülkelerdeki gibi fazla ölümler olmamış ve siyasi değişimi başarılı bir şekilde sürdürmüştü. Ancak buna rağmen ülke halen istikrarsız ve ülkenin yakasını afetler bir türlü bırakmak bilmiyor. Coğrafyadaki halk ayaklanmalarından rahatsız olan ülkeler, ülkede “karşı devrimi” teşvik ediyor ve terör eylemleri finanse etmeye devam ediyorlar.

Rejim, Bin Ali’nin gitmesiyle düşmedi, bu sadece bir başlangıçtı. Sonrasında ülke içinde uzun bir mücadele başladı. Hem de en yozlaşmış ve en beceriksiz eski rejimin takipçilerine karşı. Yeni bir anayasa için mücadele başladı ve iki yıl sürdü. Bazı tarafların birbirine güveni olmasaydı belki başarılı olamaycaktı.

Tunus’un çoğulcu demokrasiye geçişini mümkün kılan üç önemli faktör vardı: Birincisi, Tunus ordusunun geleneksel yapısı ve siyasete müdahale isteksizliği. İkincisi, Tunus’un Avrupa’ya kültürel yakınlığı ve Arap ülkeleri arasında okuma-yazma oranın en yüksek olduğu ülkelerden biri olması. Ve sonuncusu belki de en önemlisi, ünlü Müslüman düşünür Raşid Gannuşi’nin liderliğini yaptığı Nahda Partisi’nin öncü rolüydü.

Nahda Partisi, İslam âleminde dini gruplar arasında demokratik yönelişi en güçlü olan oluşumlardan biri. Partinin lideri Raşid Gannuşi de, kitaplarında demokrasinin bu coğrafyanın geleceğinin inşasında önemli bir yapı olduğunu sık sık ifade etmekte. Bin Ali yönetimin altında şiddete ve baskılara maruz kalan Nahda Partisi üyeleri, diğer siyasi partiler ile birlikte koordineli çalışma deneyimlerine de sahipti. Devrim sonrası demokrasinin esaslarından olan: “Partiler, seçimde yenilgi yaşadıklarında bunu benimsemeli” düsturu uygulamada da kendini gösterdi. Nahda, 2014 yılında seçimi kaybetmesine rağmen sözünde durdu ve muhalefet rolünü hemen benimsedi.

 

İSLAMCILAR NE ZAMAN MUHASEBE YAPACAK?

Arap âleminde, diktatör rejimlerin ve cuntaların en güçlü alternatifi halen dini cemaatlerdir. Dini yapılar içinde en güçlüsü ise İhvân-ı Müslimin Hareketi ve Selefi Hareketlerdir. Osmanlı’nın çöküşü sonrası dini hayatın her alanına hâkim kılmak için inşa edilen bu hareketler, kuruldukları ilk dönemler ile bugün arasında ciddi farklılıklar gösteriyor. Özellikle, 60’lı yıllarda yaşadıkları kapalı dönemler ve sol hareketler ile etkileşimleri bugün onların üzerinde farklı bir eser bırakmış durumda. Bundan dolayı bugün halkıların umudu haline gelen dini hareketler, herkesi kucaklayacak bir yapıya dönüşmeli ya da bir tasavvuf hareketine dönüşmelidirler.

Özellikle siyasi vizyonları çok zayıf olan dini hareketler, herkesin anlayacağı tarzda bir siyasi model geliştirmelidirler. Cezayirli ünlü düşünür Malik bin Nebi ve Hint altkıtasının ünlü Müslüman düşünürü Muhammed İkbal, İslam’ın siyasi nazariyesinin daha tıfıl iken katledildiği ve bugüne kadar bunun iyi formalize edilmediğini kaydetmektedirler. “Hilafet” veya “İmamet” gibi tarihte siyasi literatürün bir parçası olan kavramların içi ise bugün maalesef bir muamma olarak durmakta ve İslamcılar bunun içini dolduramamaktadır.

Özellikle bazı dini grupların ki bunların arasında silahlı yöntemi benimsemiş gruplar da var; demokrasi karşı söylemleri ve “nasıl bir yönetim” ile ilgili vizyonsuzlukları Müslüman coğrafyada halklar için umut olan İslami oluşumlara ciddi zarar vermektedir. Ve bunların dar bakış açıları mâlesef Batı’da bir grubun yaydığı “müslüman toplumların demokratikleşemeyeceği” görüşünü desteklemektedir.

İlginçtir, 2011 Mayıs’ında Usame bin Ladin’in öldürülmesinden sonra El-Kaide lideri olan Eymen ez-Zevahiri Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda ortaya çıktı ve devrimleri desteklediğini açıkladı. Fakat sözlerinde, barışçıl halk hareketlerinin, yıllardır sürdürdükleri silahlı mücadeleden daha umut dolu ve başarılı olduğunu işaret eden ipucu yoktu.

Bütün bunlar gösteriyor ki, dini hareketler bugün yeni evreye evrilmeli ve yeni kültür inşa etmelidirler. Artık slogandan öte için dolu metaforlar geliştirmelidirler. Barışçıl sivil halk ayaklanmalarının sosyolojisini ve epistemolojisini geliştirmelidirler. Yeni siyasal vizyonlarını ve halklara bakış açılarını çok iyi ortaya koymalıdırlar.  Müslüman coğrafyanın, İslamcılardan başka artık alternetifi de görünmüyor gibi…

 

SOL VE LİBERALİZMİN COĞRAFYAMIZDAKİ HAZİN SONU

Bu coğrafyanın solcuları ve liberalleri maalesef coğrafyalarının hakikatlerine çok uzaklar. Cemil Meriç’ten Kemal Tahir’e, İdris Küçükömer’den Attila İlhan’a birçok yazarımız Türkiye ile ilgili olarak da bunu sık sık dile getirmişlerdi. İslâm’ın iliklerine kadar işlediği Arap coğrafyasında da durum hazin verici.  Soğuk Savaş döneminde iktidara gelen bölgenin diktatörleri, Arap âlemindeki birçok düşünürü katletti ya da uzun yıllar hapislerde tutarak ölüme terketti. Bugün sol ve liberal geçinenler ise maalesef halklardan uzak diktatör âşıklardan başkaları değil.

Arap Baharı sürecinde özgürlükleri ve eşitliği dillerine pelesenk eden sol ve liberal kesimlerin halkların yanında yer alması gerekirken ancak üzülerek ifade etmek gerekirse kahir ekseriyeti diktatörlerin kanatları altına girdi. Sol ve liberallerin bu davranışları 70’li yıllarda Arap milliyetçi aydınların sonunu getiren davranışlara ne de çok benziyor. Bugün birçok liberal ve solcu geçinen tayfa, otoriter rejimlerden aldığı destek ile halkların karşısında durarak liberalizme ve sol cenaha ait tüm değerleri yakıp yıkmış durumda.

Fakat buna rağmen, az da olsa halkların yanında yer alan onurlu sol ve liberal liderleri de unutmamak lazım. Tunus’un sol kanadının ünlü liderlerinden ve entelektüellerinden Munsif Marzuki, Mısır Liberal parti liderlerinden Eymen Nur, Dürzi liderlerden Velid Canpolat, Hristiyan liderlerden George Sabra ve Mişel Kilo bunun en güzel örneklerinden biridir.

 

TERİRÖZE EDİLEN ARAP BAHARI

40 ila 50 yıl boyunca barbar diktatör rejimlere sabreden bu coğrafyanın halkları, 2011 yılında “onur”, “özgürlük” ve “demokrasi” için sokaklara çıktığında, dünya bunun sonucunun nerelere ulaşacağını bilmiyordu. Tunus’ta başlayan halk ayaklanması Yemen’e kadar ulaştı. Bu isyanlar, bölgedeki diktatörleri ve kralları korkuttu. Bu rüzgârın tersine dönmesi için milyar dolarlarca para harcandı.

Uzun süre militarize olmadan barışçıl bir şekilde devam eden halk isyanlarına karşı, rejimlerin aşırı askeri güç kullanması ve bazı ülkelerin de “karşı devrim” için harcadıkları milyar dolarlar Arap Baharı’nın terörize edilmesine yönelikti. Böylece diktatörlerin halklar ile değil, terörizmle mücadele ettiği mesajı vereceklerdi. Merkezi Abu Dabi’de bulunan karşı devrimin, Esed rejiminin ve DAEŞ terör örgütünün arkasındaki güçlerin kim olduğunun yavaş yavaş ortaya çıkması bunun en önemli delillerinden biridir.

Oysaki halklar, diktatör rejimlere karşı sokaklara döküldüğünde tüm dünya Arap Baharı’nın yanında yer almıştı. Dünyanın tüm liderleri, diktatörlere halkın taleplerine cevap vermesi çağrısında bulunuyordu. Batılı devletler, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu yönünde açıklamalar yapıyordu. Hattâ İran, Hamas, Hizbullah, El Kaide bunun bir İslam devrimi olduğu yönünde açıklamalar yapıyordu. Bölgedeki Arap diktatörlerini bir anda korku salmıştı.

Bahreyn’de gösteriler olduğunda Suud’un askeri desteği ile ayaklanmalar bastırıldı. Suriye’de ise halk ayaklandığında İran ve Hizbullah Esed’in yanında yer alıp, Suriye halkını büyük bir kıyımdan geçirdiler. ABD, Eylül 2012’de Libya’nın Bingazi şehrinde Büyükelçisinin öldürülmesi sonrası Arap Baharı’nı anlamak yerine gizliden bununla savaşmayı yeğledi. Hâlbuki büyükelçinin öldürülmesi herkesin malumuki, karşı devrimcilerin bir oyunu idi. Saddam’dan Esed’e bölgedeki tüm diktatörlerin yanında duran Rusya ise Arap Baharı’na açıktan savaş ülkelerden biri oldu. İsrail ise Arap Baharı’nın resmen kendi çıkarlarını tehdit ettiğini ilk ilan eden ülkelerden biriydi.

Bölge halkları, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir komplo ile yüz yüze kaldı. Halkların kendi ifadeleri ile “Allah’tan gayri yardımcıları yoktu” ve kendi kaderlerine terk edilmişlerdi. Barışçıl giden gösteriler, Esed rejiminin profesyonel istihbarat oyunları ve “karşı devrim” yanlısı ülkelerin desteğiyle silahlı çatışmalara dönüştü. Bir anda bölgede her şey alt üst oldu. Diktatör, rejimler Batı’nın desteğiyle halkları kıyımdan geçirmeye başladı. İran ve Rusya Suriye’de, ABD ve Suud Mısır’da, BAE ve İsrail tüm Arap ülkelerinde halkların kıyımı için diktatörlere büyük destek verdi.

 

TÜRKİYE TECRÜBESİNE NEDEN DÜŞMAN OLDULAR?

Türkiye Arap ülkelerinde halk isyanları konusunda soğukkanlılığını ve temkinini korudu. Olayları dikkatle ve duyarlı bir şekilde izledi, Türkiye’yi maceraya sokacak söylemlerin ve eylemlerin içine girmedi. Demokrasi vurgusu yaparak, demokratikleşmeden bahsederek; ancak ülkelerin içişlerine müdahale etmeksizin gayet dengeli bir politika izledi.

Arap âleminde dönüşüm ve değişim isteyen halklar, Türkiye tecrübesini kendilerine model aldıklarını dile getirdi. Medyada, Türkiye’nin “halk hareketlerini etkilediği” tezi üzerinde durmuş ve bunu sıkça dile getirmişti. Demokratik bir Türkiye’nin otoriter, baskıcı yönetimler altında inleyen Arap ülkelerine örnek olması, onları etkilemesi ve demokratik talepleri tetiklemesi gayet tabiiydi. AK Parti döneminde Türkiye’nin attığı demokratik adımlar ve açılımlar, ekonomik kalkınma, izlenen dış politika, İsrail’e karşı yapılan açıklamalar bu ülkelerin halklarını etkilemişti.

Türkiye dışındaki bölgenin etkin ve aktör ülkeleri ki bunlar: İran, Mısır/Suud ve İsrail’dir, halkların Türkiye’ye yönelişinden ciddi rahatsızlık duyuyorlardı. Bu ülkelerin de desteğiyle, 2012 yılı başında BAE’de “Karşı devrim” merkezi kuruldu ve bunun başına Filistin direnişinin ünlü liderlerinden Yaser Arafat’ı zehirlemekle suçlanan Muhammed Dahlan getirildi. Bu merkez icraatlerine, Arap âlemi başta olmak üzere tüm dünyada Arap Baharı’nın radikal İslamcıların bir oyunu olduğu ve bunun öncülüğünü Türkiye ve Katar’ın yaptığı kampanyasıyla başladı.  Türkiye dâhil Arap dünyasında da AK Parti karşıtlığı bu dönemden sonra başladı. Gezi olaylarından tutun bugün terör örgütü PKK’nın Hendek siyasetine kadar bütün Türkiye karşıtı propagandanın arkasında bu merkez bulunuyor.

Başta BAE olmak üzere, İran, Mısır, İsrail, Rusya ve ABD olmak üzere bölgesel ve küresel güçler Ortadoğu’yu sarsan halk hareketlerine bir istikamet vermeye veya bu hareketleri baltalamaya çalışırlarken, halklar ısrarlı bir şekilde gelecekleri hakkında söz söyleyebilmek ve kaderlerine mâlik olabilmek için haklarını savunmaya devam ediyor.

 

BUNDAN SONRA NE OLACAK

Her şeye karşın, bunlar halen ilerlemekte olan devrimler: Bazı ülkelerde diktatörler devrildi, bazılarında ise hâla kan akıyor. Arap Baharı, Ortadoğu halklarına otoriter yönetimlerle mücadele etme ve demokratik taleplerini elde etme adına eşsiz bir deneyim sundu. 50 yıldır bu baskıcı yönetimler altında inim inim inleyen halklar ışığı gördü, hayallerine ulaşabileceğini gördü ve karşı devrimlere ve katliamlara rağmen birgün ümit ettiği şeye ulaşacağını düşünüyor; özgürlüğe. Ayrıca, Ortadoğu’da otoriter rejimleri uzun yıllardır ayakta tutan kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal dinamikler ana hatları ile bitmiş durumda. Bundan dolayı artık tekrar geriye dönüş imkânsız gibi görünüyor.

Ancak Arap Baharı’nın bizlere öğrettiği şu üç şeyi unutulmamalı: Birincisi, otoriter rejimlerin diktatörlerden çok daha fazlası olduğunu, arkalarında başka güçlerin bulunduğunu ve bundan dolayı otoriter rejim yapılarını dönüştürmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını gördük. İkincisi, halk hareketlerinin liderinin olmaması, örgütsüz oluşu ve devrim sonrası belirli bir plana sahip olmaması Arap Baharı’nın geleceğine ilişkin en büyük handikaplardan biriydi. Üçüncüsü ise, Ürdün ve Fas örneğinde olduğu gibi Arap Baharı’nın bu iki ülkede reformcu bir yöntem izlemesiydi. Bunlardan hangisinin başarılı olduğunun değerlendirilmesi şu an için zor. Bunu zaman gösterecek; fakat bu ülkeler kendilerini 5 yıldır diğer Arap Baharı ülkelerinde yaşanan felaketlerden koruyorlar.

Sonuç olarak tüm bu gelişmelere rağmen, devrim ve karşı devrim süreçlerini iyi bilenler ve otoriter rejimlerin yapısı konusunda geniş bilgiye sahip olanlar bilir ki, bu tür aşamalar uzun sürer. Tıpkı Fransız Devri’minde olduğu gibi. Bundan dolayı Arap âlemindeki demokratik geçiş sürecini hâlihazırda başarısızlıkla yargılamanın doğru olmadığını ifade etmeliyiz. Zaten siyasetbilimciler, “demokrasi tarihi bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadeleler tarihidir” demiyorlar mı?

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV