Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. Cebelü’l Ahdar’dan Allah’ın Dağları’na…

    Leave a Comment

    Dağlar, ihtişamın ve heybetin alamet-i farikasıdır. Tarih boyunca zulme maruz kalanların sığınağı olmuştur dağlar. Özgürlük savaşçıları, en güzel marşlarını dağların doruklarında mırıldanmışlardır…

    18. yüzyılda Şeyh Şamil Kafkas dağlarında Allah nidaları ile koca vadileri inletiyorken, 19. Yüzyılda da Ömer Muhtar Libya’nın Cebelü’l Ahdar (Yeşil Dağ)’ında İtalyan işgal güçlerine kök söktürüyordu… Libya’nın yeşil, Çeçenistan’ın ise mor dağları gül kokuları ile direnişçileri sık sık kendine çekmiştir. Onlar dağların eteklerinde pervane gibi döner, bir asker gibi ayaklarını yere sert vururlardı…

    Geçmişte olduğu gibi bugün de direnenler hep bir azınlıktan müteşekkildir. Direnenler, genelde deli ve divane olurlar… Çünkü onlar zulmün en alasına şahid olmuşlardır… Çünkü onlar namusları kirletilen bacılarının ve analarının çığlıklarıyla çılgına dönmüşlerdir… Çünkü onlar ağzında emziği olan bebelerin kurşunların hedefi olduğuna müşahede etmişlerdir… Çünkü onlar liderlerinin barış için yola düştüğünde nasıl bir komplo ile öldürüldüğünü görmüşlerdir… Dahası onlar işgal altındaki topraklarında zillet içinde yaşamaktan yana değiller…

    Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetlerin Çöküşü ile birlikte dünyanın yaşadığı en büyük acıyı Boşnaklar ve Kosovalılar gibi Çeçenler de yaşadı. Hatta bu savaşların en hazinini Çeçenistan da yaşadı ve yaşıyor. 16 yıldır devam eden savaşta 300 bin insan öldü. Yüzbinlerce insan mülteci durumuna düştü ve dünyanın farklı ülkelerine dağıldı. 20 bine yakın Çeçen hâlâ kayıp. Ülke halen işgal altında. Rus askerleri şehir içlerinde olmasalar da ülke içindeki karargahlarından Çeçenistan’ı kontrol altında tutuyorlar. Çeçen komutanlardan birçoğu şehid edildi. Bölgedeki insanlık dramını incelemeye giden Natalya Estemirova, Sarema Sadulayeva ve Anna Politkovskaya gibi birçok kişi yakın zamanlarda gözaltına alınıp öldürüldü. Bundan sonra Rusya’nın ve Moskova yanlısı Çeçen yönetimin “İnsan Hakları” sicilini anlatmaya gerek var mı?

    Çeçenistan’da yıllardır süren vahşetin, zulmün ve barbarlığın acısı hala dinmemişken birilerinin bir veya iki günlük gezilerle piknik yaparcasına ülkedeki işgali görmezden gelip ve insan hakları ihlallerini hiçe sayıp uluslararası konjonktürde Çeçenlerin yalnızlaştırılmasına destek vermeleri nasıl yorumlanabilir…

    Son günlerde büyük büyük gazeteci, yazar, düşünür ve STK yöneticisi ağabeylerimizin Çeçenistan’a yaptıkları gezileri büyük dehşetle izliyoruz… Kimisi oraya gazetecilik yapmak için gittiğini söylerken kimisi de yolculuk masrafları bedava idi biz de hem piknik yapalım hem de oraları görelim diye gittik açıklamasında bulunuyor… Yani hiçbirisinin uluslararası arenada Çeçenler üzerine oynanan oyundan haberi yok… Neyse, ağabeylerimi fazla üzmeyeyim… Umarım Kadirov onlara güzel ikramda bulunmuştur ve doya doya “Allah Allah” diye zikir de çekmişlerdir… Oraya batılı gazetecilerden Stanley Greene ve Sebastian Smith de gitmişti. Hani diyorum keşke biz de onlar gibi oralara gitsek daha iyi olmaz mı?

    Her ne ise, bu tür olaylarla karşılaşınca aklıma hemen Ömer Muhtar’ın “Çöl Aslanı” dizisindeki bir kare gelir… Hakikatte de bu fiilen yaşanmış bir hadisedir. Bir grup tasavvuf şeyhi Ömer Muhtar’a gelir direnişe son vermesini ister çünkü İtalyanlar cami ve tekkelerin açılışına izin vermişlerdir ve insanların rahat ibadet etmelerine müsaade etmişlerdir. Sonra kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş ve ekonomik yardımlar teklif edilir… Bu işbirlikçilerin çehrelerine bakan Çöl aslanı şöyle kükrer; “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”

    Ömer Muhtar şehid edilinceye kadar Cebelü’l Ahdar’da işgalci İtalyanlara karşı bir avuç Müslüman ile mücadele etti. Hatta direnişin lideri Senusi şeyhi İdris es Senusi, Mısır’da rahatça yaşamayı, dağlarda İtalyanlara karşı binbir türlü çile içerisinde verilen mücadeleye tercih etti. Çöl aslanı yeşil dağda bir avuç mücahidle yalnız kalır…

    Ömer Muhtar, yalnızlığını 1 Şubat 1924 tarihinde şeyhi Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta şöyle ifade eder: “Selamdan sonra… Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ızdıraplı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise, kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terkedildik. Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak… Sübhanallah… tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terkedip gidiyorsunuz?”

    Tarih geçmişte olduğu gibi bugün de kimin işbirlikçi, kimin gerçek kahraman olduğunu gösterecektir. Ancak mühim olan nokta ise, bizim hangi tarafta olduğumuzu ve kimin ekmeğine bilerek ya da bilmeyerek yağ sürdüğümüzdür.

    Birileri buradan bizim savaş istediğimizi sakın anlamasın. Biz barış yanlısıyız. Barışı her zaman savaşa tercih ederiz. Ancak onurlu bir barıştan yanayız. Boyun eğdirilmiş ve zelilleştirilmiş bir barışı asla tercih etmeyiz.

    Ajans France-Press’in İngilizce servisi muhabiri Sebastian Smith, “Allah’ın Dağları / Çeçenistan’da Savaş” adlı kitabında, yıllardır devam eden Çeçen savaşını, titizlikle araştırılmış genel bir Kafkasya bağlamında anlatırken, Çeçenistan insanının acılarını ve umutlarını da dile getiriyor. Yazar kitabında şunları ifade ediyor; “Çeçenistan’da uygar sayılan hiçbir ülkenin asla haklı çıkaramayacağı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın hiçbir yerinde yaşanmamış bir gaddarlık hüküm sürmektedir. Başkent Grozni’nin yerle bir edilmesi; sivillerin ve savaş tutuklularının toplu olarak öldürülmesi ve işkenceler; kamu binalarının sürekli bombalanması; toplu tutuklamalar ve gizli tutuklama kampları, yüz binlerce sığınmacı, Moskova’nın “anti-terörist operasyon” dediği bu olaylar, Putin yönetiminin ne olduğunu ortaya koymaktadır.”

    Yüreğinde azıcık vicdan taşıyan herkes Çeçenistan’da savaşın bitmesini ister. 1 milyon nüfusa sahip küçücük bir ülkenin yaşadıkları onlara yeter artar bile… Ancak bunu yaparken Çeçen mültecilerin dramlarını görmezlikten gelmek, Çeçen direnişçilerin velev hataları olmuş olsa bile kazanımlarını bir anda silmek, kayıp onlarca kadın ve çocuğun sorununa bigâne kalmak, yıllardır verilen yüzbinlerce şehidin cesedini çiğnemek ve kısacası yıllardır süren bu “kirli savaşta” elbiselerimizi kire bulaştırmak ne kadar doğru arkadaşlar?..

    Hâsılı kelam, özgürlük aşığı ve kartal yürekli insanları zelil bir şekilde işgalcilere ve işbirlikçilere boyun eğdirmek yerine, onların onurlu bir şekilde barış yapmalarını sağlamak daha doğru bir yol değil mi? Tüm tarafların barış masasına güç dengesi içinde oturması gerekmiyor mu?

    Çeçenistan’daki savaşı anlamak isteyenlere şunu önermek istiyorum; Çeçenistan’ın Kuzey Kafkasya’daki önemi, Hazar Denizi petrolleri ve petrol boru hatlarıyla ilişkisi ve Rusya’nın Karadeniz sahilindeki Sochi kentinde 2014’te yapılacak kış olimpiyatları ekseninde yeniden okuyun. Kimin barışı isteyip kimin istemediğini o zaman anlayacaksınız…

  2. Pakistan medreseleri ve İmam Hatip modeli

    Leave a Comment

    Pakistan medreseleri, sonunda Türkiye’nin gündemine girmeyi başardı. İslamabad yönetiminin talebi üzerine Başbakan Erdoğan kriz ve keşmekeş ile boğuşan ülkeye “İmam Hatip modeli”ni takdim etti. Şimdi herkes bu modelin Pakistan’ı kurtaracağından dem vuruyor. Peki, sormak lazım hakikaten “İmam Hatip modeli” Pakistan için bir çıkış olabilir mi?

    Bunun cevabını vermek için her şeyden önce 9. yüzyıldan beri değişik hükümdarlar ve farklı şartlarda 21. yüzyıla kadar varlığını sürdüren ve birçok iniş-çıkış gören bu medreseleri yakından tanımamız gerekiyor.

    “Medrese” kelimesi Arapça bir kelimedir. Okumak, öğrenmek, okutmak, öğretmek manasına gelen “de-re-se” kökünden türetilmiştir. Ders, medrese, müderris, dırasat ve tedrisat kelimeleri ayın kökten gelmektedir. Kadim dönemlerde okul, üniversite ve kolej manasında kullanılan medrese sözcüğü Farsça, Malayca, Türkçe, Sivahilice gibi birçok Müslüman toplulukların diline geçmiş ve tüm okullar için kullanılmıştır.

    İslam’ın daha ilk günlerinden itibaren yayılmaya başlayan medreseler, en parlak dönemlerini Selçuklular ve Eyyubiler döneminde yaşadı. İsfahan, Belh, Herat, Musul, Bağdat, Basra, Tus, Buhara, Semerkand, Nişabur, Merv, Dımeşk, Sana, Timbuktu, İşbiliyye, Gırnata, Kayravan ve Zeytune’de kurulan medreseler çok meşhur idi. Bu medreselerin en ünlülerinden olan Nizâmiye ve Mustansıriye’de çok değerli İslam âlimleri yetişti.

    Tarih boyunca medreseler, devlet tarafından değil özel kişiler ve vakıflar tarafından inşa edildi. Kurucunun bir devlet adamı olması halinde bile o, bu vakıf tasarrufunu Müslüman bir ferd olarak yapmıştır. Bundan dolayı medreseler günümüze dek, “özel, bağımsız ve şahsî” müesseseler olarak gelmiştir. Genelde herhangi bir “fıkıh” mezhebi eksenli olan medreselerde tefsir, hadis, kelamın yanı sıra dil ve edebiyat ilimleri “alet ilmi” (yardımcı ilim) adı altında öğretildi.

    Hint alt kıtasındaki medreselerin tarihi de Emeviler döneminde İslâm`ın bölgeye girmesine kadar gider. Fakat bugün Batılıların dillerine pelesenk ettikleri Diyobend medreseleri ise, İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint alt kıtasındaki insanlara İslâmi ilimleri öğretmek için kuruldu. Diyobend medreselerinin ilk temelleri 30 Mayıs 1866 tarihinde Muhammed Kasım Nanevtevi (1832-1880) ve Reşid Ahmed Gangohi`nin (1825-1905) öncülüğünde bir grup âlim tarafından Delhi`ye 90 mil uzaklıktaki Diyobend kasabasında Çatta mescidinde atıldı.

    Osmanlı Devleti’nden de büyük destek gören Diyobend medreselerinin, Batılıların iddia ettiği gibi Vahhabi-Selefi düşünce ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hatta İslam tarihi boyunca var olan medreselerin çoğu, fıkıh ekolleri eksenli ve genelde Hanefi, Şafi ve Maliki mezhebi ağırlıklıdır. Hanbeli medreseleri ise yok denecek kadar azdır. Diyobend medreselerinde de Hanefi mezhebine ait kitaplar okutulur ve tasavvuf terbiyesi verilir.

    Diyobendlilerin bugün Pakistan başta olmak üzere Hindistan, Afganistan, Bangladeş, Keşmir ve Güney Afrika`da çok büyük etkinlikleri bulunmaktadır. Sadece Pakistan’da 10 ila 13 bin arasında bulunan medreselerde 1,7 milyon talebe okutulmaktadır. Brelvi, Şii, Ehli Hadis, Selefi ve Cemaati İslami medreselerinin de bulunduğu Hint alt-kıtasında, medreselerin yüzde 80’i Diyobendi ekolüne müntesiptir.

    Batı, genel olarak bu medreselere “şiddet ya da terör yuvası” olarak baktı. Çünkü alt-kıtanın çok önemli düşünürlerini yetiştiren Diyobend medreseleri aynı zamanda işgalcilere karşı da hep direndi. Pakistanlılar ise, bu müesseseleri hep kendi tarihlerinin ve kimliklerinin bir parçası olarak gördü. Ayrıca Pakistan`daki resmi okullarda ilk, orta, lise ve üniversitelerde okutulan “Pakistan Studies” adlı kitaplarda, medreselerin Pakistan’ın kuruluşunda oynadığı role geniş yer ayrılır.

    Bugün nüfusu 200 milyonu bulan Pakistan’da, 77 milyon fakir insan bulunmaktadır. Hâlihazırdaki iktidar, ülkesindeki fakirlere odaklanması gerekirken, her nedense 11 Eylül olaylarından sonra ABD’nin baskısıyla medreseleri hedef tahtası haline getirdi. Medreselerle ve Veziristan’daki silahlı gruplarla mücadele etmesi karşılığında Amerikan yönetiminden her yıl milyon dolarlar almaya başladı. Pakistan halkının büyük tepkisini çeken ve ordu içinde büyük bölünmelere neden olan bu olaylar hâlâ devam ediyor.

    Pakistan yönetimi, son yıllarda Batı’dan aldığı destek ile medreselere, gerektiğinde Lal Mescidi’nde olduğu gibi saldırı düzenleyebiliyor ya da ABD ordusuna Veziristan’daki medreselerin koordinatlarını verip “terör hücreleri” diye bombalatıyor.

    1947’de kurulduğu günden beri medreselere büyük önem atfeden Pakistan, nasıl oldu da son 9 yılda halka rağmen bu müesseseleri karşısına aldı? Pakistan halkı, bugüne dek bağımsız ve sivil olarak gelen bu medreselere yönelik “reform” çalışmalarını ise gülerek geçiştiriyor.

    Son olarak medreseye karşı “İmam Hatip modeli”ne can simidi gibi sarılan Pakistan’ın Batı hayranı siyasileri bunu bir merhale olarak kullanıp bu dini okulların içini boşaltmak istiyor. Herkes biliyor ki İmam Hatip müfredatı ile medreselerin müfredatı arasında dağlar kadar fark var. “Ders-e Nizami” programına bağlı olan Pakistan medreselerinde eğitim 8 yıl devam ediyor. Burayı bitiren bir talebe hem hafız hem de tüm İslami ilimleri tedris ederek mezun oluyor. Bu eğitimden sonra 3 yıl daha ihtisas okuyanlar ülkede “müftü” oluyor. Medreselere İmam Hatip’te olduğu gibi 9. sınıftan değil genç yaşlarda başlayan talebeler, bugün ilahiyatların doktora bölümlerinde okuyanlardan daha iyi metin çözümlemesi yapabiliyor.

    Velhasıl, Pakistan halkı, Türkiye’nin medreselerin içini boşaltmaya çalışan Batı’nın oyununa gelmemesini istiyor. Ankara’nın zeki ve akıllı hareket etmesini isteyen Pakistanlılar, Türkiye’nin bölge halkı nezdindeki imajının bozulmaması için emperyalistlerin oyunlarına dikkat etmesi gerektiğini söylüyor. Ne diyelim, bizden uyarması, fazla gaza gelmemek lazım galiba…

  3. Dinin yeniden yükselişi ve El Milel ve’n Nihal

    Leave a Comment

    Hiç dikkatinizi çekiyor mu, bilmiyorum, Son 30 yıldır en çok konuşulan konuların başında “din” geliyor.

    Gün yok ki, “iyi ya da kötü” dini bir mevzu dünya gündeminde yerini almış olmasın. Bütün dünya başkentlerinde, televizyonlarda, gazetelerde, sinemalarda ve internette hep “din” konuşuluyor.

    Daha geçen asırda uzmanlar, etnik-ulusal hareketlerden söz ederdi. Aşırı sağ, sağ, sol, sosyal demokrat, Marksist, liberal, Sosyalist, komünist, Kapitalist ve ulusalcı kavramlar yerine bugün Yahudi, Hıristiyan, Katolik, Zerdüşt, Protestan, Hindu, Budist, Cainist, Maroni, Müslüman, Şii, Sünni, Sufi ve “New Age” takipçileri daha çok zikredilir oldu.

    Dini kimlik her şeyin üzerine çıkmış durumda. Tüm dinlerin kutsal mekânları ziyaretçi akınına uğruyor. Moskova, Atina ve Belgrad, komünizmin yıkılmasından sonra yeniden canlanan Ortodoks kilisesinin kalbi haline geldi. Hindistan’da Hinduizm, güney ve doğu Asya’da Budizm yeniden canlanıyor. Hâlâ sürgünde olan Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama uluslararası bir sima haline geldi. Uluslararası ilişkilerde din önemli bir rol oynuyor bugün artık…

    Dine inanmayanlar bile bu yeni manzarayı kavrayabilmek umuduyla dini kitapları İncil’i, Tevrat’ı, Kur’an’ı ve Vedaları keşfetmeye ve ayetlerini yeniden kendince yorumlamaya kalkıştı. Batı bu “postmodern aklı” önceden keşfetmiş olmalı ki dini figürlerin ve kavramların için boşalttı. Dünyanın en saygın günlük, haftalık yayınları kapak ve manşetlerine, televizyonlar da tartışma programlarına kifayetsiz insanları taşıyarak gerçek dini algının oluşmasını bulanıklaştırdı.

    Bunun yanı sıra, kapitalist batı dünyasının yaşadığı siyasal, felsefi ve ekonomik krizden dolayı dünya eksen değiştiriyor. Dünya sisteminin yeni evrimi bu kez Asya’da kendini gösterecek gibi. Son yıllarda Asya’nın jeopolitiği, jeoekonomisi ve jeostratejisi de uzmanların konuştuğu ve yazdığı bahislerin başında yer alıyor.

    Bu gelişmeleri önceden sezen Batı, Samuel Huntington’a yazdırılan “Medeniyetler Çatışması” teziyle aslında dinler çatışmasını öngörüyordu ya da bunu körüklemek istiyordu. Asya’da yaşanan kriz ve çatışmaların aslında bir tesadüf olmadığını bilmek için müneccim olmaya gerek yok…

    Her ne ise, bu konuyu daha fazla uzatmadan gelmek istediğim konu şu; Yirbirinci Yüzyıl dünya sisteminin yapısını ve yörüngesini nasıl analiz edebiliriz? Ve biz Müslümanlar olarak yeni bir evrimin eşiğinde olan dünyaya neler sunabiliriz? İşte, üzerinde iyice düşünmemiz gereken konular bunlar.

    Bu merhalede ilk yapılması gereken şey, etrafımızda her gün müşahede ettiğimiz eşyaları berrak bir şekilde görüp, yeniden tanımlamaktan geçer. Bu konuda da Müslümanların dünyaya kazandırdıkları önemli ilim dallarından biri olan “Dinler Tarihi”nin çok önemli bir görev ifa edeceğini düşünüyorum.

    Müslüman ilim adamlarının geliştirdikleri “El Milel ve’n Nihal” ilmi insanlığın entelektüel geçmişinden hayati ve iz bırakan bir rol oynadı. İslam’ın ilk çağlarından itibaren Müslüman araştırmacıların, karşılaştıkları medeniyetlerde hâkim olan dini düşünceyi sistemli bir şekilde tanıma girişimlerine ve ilgilerine tanıklık ediyoruz. Kur’an-ı Kerim’in ve Hadislerin de teşvikiyle Müslümanların diğer dinleri tanıma girişimi sonucu ciltler dolusu kitaplar yazıldı ve yeni bir ilim doğdu.

    Kur’an-ı Kerim, bütün beşeriyete hitap ediyordu. O halde O’nun diğer dinlere ve onların mensuplarına da hitap etmesi tabiî idi. Şunu hemen belirtelim ki, Kur’an’ın hedefi, şiddet ve zorlama ile mevcut inançları silip yok etmek değildi. Bilakis O, “Din Hürriyeti”ne kapı açan “Din Zorlama”yı yasak ediyordu. Kur’ani manadaki inanç sistemine mensubiyeti, sadece Allah’ın iradesine bağlı bir husus olarak gösteriyordu. Ve bu meseleyi şöyle açıklıyordu: “Eğer, Rabbin dileseydi bütün insanları muhakkik ki bir tek ümmet yapardı. Onlar ihtilaf edeci bir halde (işte böylece) devam edip gideceklerdir.” (Hud / 118) Ve yine Kur’an son elçi Hz. Muhammed (sav)’den önce her millete bir peygamber gönderildiğini anlatır: “Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.” (Fatır / 24)

    İslam dışı inanç sistemlerinin zaruri varlığını böylece kabul eden Kur’an, bu inanç mensuplarına karşı da en insani ve en mantikî politikayı takip eder. “Sizin dininiz size, Benim dinim de Bana…”(Kafirun / 6) prensibi ile herkesi inancı ile baş başa bırakır. Lakin bu politika içinde Kur’an-ı Kerim, kendi içine kapanmış pasif bir durum arzetmez. O’nun hedefi, beşeriyeti, Hakka, hayra, en güzele davettir. Bundan dolayı, bu ulvi gaye için de Kur’an, Allah’ın elçisine ve dolayısıyla topyekûn mü’minlere şu ince ve nazik davet metodunu tavsiye eder: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onun yap.” (Nahl / 125)

    Sabiileri, Mecusileri, Yahudileri ve Hıristiyanları bizzat zikreden Kur’an-ı Kerim diğer dinlere de atıflarda bulunur. Bundan hareketle İslam âlimleri, hem dinler tarihinde hem de mukayeseli din araştırmaları alanında önemli teliflerde bulundular. İbn Hazm “Kitabu’l Fasl Fi’l Milel ve’l Ehvâi ve’n Nihal”, İbn Teymiyye “El-Cevabu’s Sahih Li Men Beddele Dine’l Mesih”, Şehristani “El Mile ve’n Nihal”, El Biruni “Tahkik Ma li’l Hind”, İmam Gazali “Er Reddu’l Cemil”, Cahız “Er Redd Ale’n Nasara” ve Ebi’l Hasan el Amiri “El Emed Ale’l Ebed” adlı kitaplarıyla çok önemli bir boşluğu doldurdular.

    Müslümanları diğer dinleri tanımaya iten en önemli saik diğer dinlerin bozulmuş dinler olduğunu, İslam’ın ise tek geçerli din olduğunu göstermekti. Bununla beraber, bu saik yanında, dinler üzerine çalışan Müslüman âlimlerin iki ortak özelliği daha vardı: Birincisi, diğer dinler hakkında gerçekleri ortaya çıkarmak için gönülden bir gayret içindeydiler. İkincisi de, ulaştıkları gerçekleri büyük bir dürüstlükle ortaya koydular. Şüphesiz diğer dini geleneklerin doktrinlerini reddettiler fakat, asla onların doktrinlerini ve tarihlerini tahrif etmeye çalışmadılar.

    Hâsılıkelâm, Müslümanlar bugün dünyayı anlamak istiyorlarsa dinlerinin emri mucibince dünyayı çok iyi bilmeleri ve münazara usulünü çok iyi bir şekilde canlı tutmaları gerekiyor.

  4. Pakistan, sınır ötesi saldırılar ve bir bitiş hikâyesi

    Leave a Comment

    Pakistan, tarihinin en kara günlerini yaşıyor. Keşmekeş ve şiddet sarmalına giren ülkede bombaların patlamadığı gün yok gibi.

    Taliban, el-Kaide, nükleer silah ve Pakistan-Afganistan sınır sorunu gibi mevzularla başı sıkışan Pakistan yönetimi, son birkaç yıldır bu konularda hiçbir dirayetli adım atamadı.

    İç ve dış sorunlar sarmalında kara bulutların hâkim olduğu ülkede insanlar, kaostan çıkış için umut ve ışık arıyor. Pakistan halkı yıllardır kendilerini yöneten ancak bunalımdan başka bir miras bırakmayan askeri liderlerden, köhnemiş bürokrasiden ve toprak ağalarından bir an önce kurtulmak istiyor istemesine fakat yine de onlara ram olmaktan kendini alıkoyamıyor.

    ABD’nin baskıları karşısında kendi halkıyla yüz yüze gelen Pakistan ordusu, son beş yılda 10 binin üzerinde kayıp verdi. Pakistan ordusunun kayıplarını kasti olarak düşük gösterdiği kaydedilmektedir. Ordu 2004 ile 2006 yılları arasındaki Veziristan operasyonları sırasında resmi rakamlara göre 1.000 askerin öldüğünü öne sürdü. 2007’de 3 bin askerin öldüğü vurgulandı. Bu yıl ise 5 binin üzerinde kayıp verildiği iddia ediliyor.

    Bu, Pakistan için hakikaten çok üzücü bir durum. Çünkü kendi isteğiyle değil dış güçlerin çıkarları için Veziristan bölgesindeki halkına bombalar yağdırıyor ve böylece yüz binlercesini mülteci durumuna düşürüp hayatlarını mahvediyordu.

    Bu kirli savaştan dolayı yüzlerce Pakistanlı askerin ordudan kaçtığı bildiriliyor. Hatırı sayılır miktarda askerin daha küçük gerilla birliklerine teslim olduğuna dair sürekli raporlar almakta olan ordu üst komutası, sınır eyaletindeki savaşın kendi birlikleri arasında son derece tepki topladığının gayet iyi farkında. Askerler teslim oluyorlar, zira “Amerika’nın savaşı”nı yürütmeyi veya dindaşlarını öldürmeyi istemiyorlar. Alt rütbedeki subaylar, Afgan sınırında ikinci kez görev yapmaktan kurtulmak için erken emekli oluyorlar.

    ABD, ağırlıklı olarak Peştunların yaşadığı ve “imparatorluklar çöplüğü” olarak adlandırılan Veziristan ve Svat bölgesine askerlerini göndermektense Pakistan ordusuna yüklü oranda “para ve silah” desteğinde bulunup onları öne sürmektedir. ABD ordusu ise sık sık bölgeyi casus uçaklarıyla bombalamakta ve yoğun sivil kaybına sebep olmaktadır. Bu işe doğrudan doğruya ABD kalkışmış olsaydı, Pakistan ordusu bölünür ve alt rütbedeki subaylar muhtemelen dağa çıkıp direnirlerdi.

    Şubat 2008’de, Amerika’nın ünlü düşünce kuruluşlarından Washington Brookings Enstitüsü, “ABD-Pakistan Stratejik İlişkisi” adı altında bir toplantı organize etti. Toplantıda ABD’li general Anthony Zinni, Pakistan’ın eski genelkurmay başkanı ve ABD büyükelçisi Cihangir Karamat ve ABD eski dışişleri bakanlığı mensubu Richard Armitage vardı. Rutin konuşmalardan sonra Armitage mikrofonu aldı ve Pakistan’ın bir karışıklık içinde olduğuna, zaten 1947’den beri bu halden hiç kurtulamadığına ve artık tek bir ülke değil dört ayrı ülke (dört eyalete gönderme yapıyordu) sayılması gerektiğine, hatta biraz daha ileri gidilirse Veziristan’a “Kaidistan” denebileceğine dikkat çekti.

    Pakistan’daki Urduca “Nawai waqt” gazetesinin baş yazılarından birinde şöyle deniliyordu: “Bizi bu Arap mücahitlere karşı savaş ilan etmeye, İslam ve Müslüman düşmanı olan Amerikalılarla aynı safta durmaya zorlayan nedir? Böyle yapmakla kendimize düşman ediniyoruz. Amerikalıları kendi kendilerine savaşmaya bırakmalıyız. Amerikalıları memnun ettik ama kendimize sorunlar yarattık. Mücahitleri yok ettik, onlardan kurtulduk ya da tutukladık diye kendimizle gurur duymamızı sağlayan nedir? Pakistan devlet başkanı tehlikeli bir yolda yürüyor, kendi kendine düşman arıyor.”

    1951’den bugüne Pakistan’ın iç ve dış politikasını ABD’nin öncelikleri belirledi. Eski Pakistan başkanı Mareşal Eyüp Han (1958–1969), “Efendi Değil Dost” adlı kitabında bu konuya geniş yer ayırıyor. Pakistanlı ünlü muhalif yazarlardan Tarık Ali “Düello: Amerikan Gücünün Uçuş Rotasındaki Pakistan” adlı kitabında, “Ardı arkası kesilmeyen Washington destekli askeri müdahaleler, Pakistan’daki siyasetin organik evrimini tahrip etti ve siyaseti, bugüne dek geçmiş hatalardan neredeyse hiç ders çıkarmayan ve yetenekleri insafsızca şahsi servetlerinin peşinde koşmaktan ibaret olan vasat ve kirli kişilerin eline terk etti” diyor. Pakistanlı bir general, ABD-Pakistan arasındaki “stratejik ilişki”yi izah ederken, “Amerika bizi ‘prezervatif’ gibi kullanıp tarihin çöplüğüne atıyor” ifadesini kullanıyor.

    Pakistan ordusunun Veziristan başta olmak üzere kendi ülkesinde halkına karşı silah kullanmasını talep etmek hem ordunun hem de Pakistan’ın intiharı olacaktır. En katı komuta yapısı bile bu koşullarda birliği sürdürmekte zorlanacaktır.

    Şimdi, bu zor şartlar altındaki Pakistan’ın uçurumun kenarından kurtulması için önünde birkaç yol bulunmakta: İlki, Veziristan’daki çatışmalara hemen son verilip, siyaset adamlarının ve ordunun el ele verip silah yerine sorunları siyasi yollarla çözmeye gitmelidir. İkincisi, Hindistan ile açılıma gidip Keşmir sorununa ne pahasına olursa olsun derhal çare bulmalıdır. Üçüncüsü, askeri harcamalarda kısıtlamaya gidilip eğitim, sağlık ve yoksulluk sorununa çözümler düşünülmelidir. Dördüncüsü Pakistan’daki orduyu ve siyaseti kuşatan çeteler Türkiye’deki Ergenekon gibi hemen tasfiye edilmelidir. Beşincisi, Pakistan, ABD ve Çin arasında bir tampon bölge rolü oynamak yerine, Güney Asya’da kendi başına hareket eden güçlü ve bağımsız bir aktör olmalıdır. Altıncısı, ülke dışarından borçlanmayı bırakmalı ve iç kaynaklarına yönelmelidir. Ve son olarak, ABD Pakistan’a sınır ötesi saldırıları ne kadar dayatırsa dayatsın Pakistan ordusu buna yanaşmamalıdır.

    Eğer Pakistan bunları yerine getirmez ise, maalesef tarih sahifelerine geçmekten başka bir yolu kalmayacaktır. Bu arada unutmamak gerekir ki Pakistan ordusunun bu işten çekindiğini ve ağır darbe aldığını gören ABD, şimdi başka müttefik ülkeleri bu işin içine dâhil etmeyi hedefliyor.

  5. Dünya ‘hukuk’unu ve asıl sahiplerini ararken…

    Leave a Comment

    Küresel haramilerin, korsanların, hırsızların ve soyguncuların elinde bir oyuncağa dönüştürülen dünya, gerçek kurtarıcılarını arıyor. Şiddet, kaos ve güvensizliğin sarıp sarmaladığı “düzensiz yeni dünya” SOS veriyor.

    Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle “küreselleştirilen savaş ya da terör” bize dünyanın “yeni bir milletlerarası hukuk”a ihtiyacı olduğunu apaçık ortaya koydu. Kültürel, etnik, dini ve kabilevi yapıların yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkışı ise bize yeni bir hukukun gerekliliğini gösterdi. Devletlerarası ilişkilerin artan karmaşıklığı da hukuk sorununa daha fazla önem yükledi.

    Eğer dünya bu konuda bir adım atmaz ise, ekonomik krizin ve toplumsal dengesizliklerin tüm dünyayı ağır şekilde sarsmasıyla şiddet daha artacak ve ardından tsunamileri tetikleyecektir.

    ABD’nin yıllardır yaptığı savaşlarda, katliamlarda ve kullandığı yasak silahlar karşısında bir şey yapamayan Uluslararası Ceza Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı ve Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin artık hiçbir önemi kalmadı. 1989’da iki kutuplu dünyanın sonu ile birlikte milletlerarası hukuk yenilenmeliydi. Ancak ABD’nin manipülesi ile bu gerçekleşmedi.

    İsrail’in de üç asırdır Filistinlilere karşı uyguladığı soykırım, sürgün, yasak silahlar ve işkence, uluslararası kurumlar tarafından kınanmaktan öteye geçmedi. Lâkin sorun Müslüman ülkeler olunca tüm uluslararası kurumlar harekete geçmek için her nedense acele etmeyi çok seviyor. Örneğin, çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen sadece yüzde 30’u Hıristiyan olan “Doğu Timor”un Endonezya’dan ayrılıp ayrı bir ada devleti olmasına karar veren BM, yıllardır çatışmaların devam ettiği Filistin, Keşmir, Moro ve diğer Müslüman bölgeler hakkında kendi verdiği kararları dahi uygulamakta aciz kaldı.

    Aslında BM 1945 yılında kurulduğu günden beri, ne çatışmaların önüne geçebildi ne de hakiki manada bir fonksiyon icra edebildi. Merkezi ABD’de bulunan ve çalışanlarının maaşlarının büyük oranda Amerika tarafından karşılandığı BM’nin Irak, Afganistan, Somali ve Filistin’deki savaşlara ve Müslüman katliamına ses çıkarması zaten beklenemezdi. Sadece bunlar değil, Latin Amerika’daki katliamlar, darbeler, suikastlar ve bunun yanı sıra Afrika’da Fransa başta olmak üzere büyük(!) güçlerin işlediği katliamlar hep görmezlikten gelindi.

    ABD ve İsrail gibi ülkelerin uluslararası hukuku tanımaması diğer ulus-devletleri de hukuk tanımaz hale getirdi. Böylece devletler uluslararası hukukun üstüne çıkmış oldu. Keza “antlaşmalar” ve “sözleşmeler” de önemini yitirdi.

    Bu bilinen vakıanın dışına çıkıp baktığımızda, dünyanın ciddi manada “milletlerarası hukuk”a ihtiyacı olduğunu görüyoruz. “Ulus” kavramının 19. ve 20. yüzyılda dünya halklarının zihinlerinde bıraktığı kötü imajdan dolayı “millet” kavramının kullanılmasından yanayım.

    Peki, günümüz dünyası yeni bir milletlerarası hukukun oluşumuna hazır mı?

    Dünyadaki gelişmeleri sathî bir biçimde okursak hazır değil gibi görünebilir ancak ciddi bir boşluk olduğu ortada ve bu boşluk doldurulmaz ise dünya büyük bir yıkıma sürüklenecektir.

    Özellikle, son birkaç asırdır dünyada yaşanan hukuksuzluğun en büyük kurbanı olan Müslümanlar “Yeni Milletlerarası Hukuk”un öncülüğünü yapabilirler. Bazılarına göre, bu basit bir iddia gibi görünebilir fakat daha açık söylemem gerekirse, Müslümanlardan başka “yeni bir milletlerarası hukuku” hiç kimse inşa edemeyecektir.

    Çünkü “milletlerarası hukuku” dünyaya ilk Müslümanlar kazandırdı ve bugün de aynı şeyi yapmaya daha layıktırlar. Yeter ki sahip oldukları zenginliklerin ve etkinin farkında olsunlar.

    Müslümanlar tarafından “milletlerarası hukuk” alanında ilk verilen eser İmam Ebu Hanife’nin İmameyn adıyla meşhur iki öğrencisinden biri olan İmam Muhammed’in “Siyer-i Kebir” isimli eseridir. Bu eser, devletlerarası hukuk sahasında yazılmış ilk eser olması dolayısıyla UNESCO tarafından Fransızcaya tercüme edildi. Tercümeyi de Hindistanlı ünlü Müslüman düşünür Muhammed Hamidullah yaptı. Bu önemli kitap, İmam Serahsi’nin şerhiyle birlikte “İslam Devletler Hukuku” adıyla Türkçeye kazandırılmış durumda.

    Müslüman âlimlerin bu konuda ciltler dolusu eseri bulunuyor. Bu alanda ilk eser kaleme alan Batılı müelliflerin de Müslümanlardan etkilendikleri bugün herkes tarafından kabul görmekte. Batılı ilk hukukçuların, İslâm düşüncesinin Endülüs ve Sicilya üzerinden Batıya uzanan yıllarda ışık tuttuğu bölgeler olan İspanya ve İtalya’dan çıkmış olması dikkat çekicidir. Üstelik Batılı devletler hukukunun en büyük kurucu hocası olan Hollandalı Hugo Grotius’un (1583-1645) bu alandaki birikim ve yetişmesini, İstanbul’da sürgün hayatı yaşarken incelediği İslâm hukuk kaynaklarına borçlu olduğu bilinmektedir. Daha sonra yetişen T. Aquinas, Sato ve Bifendrof gibi hukukçular da yine İslâm kültüründen etkilenen hukukçulardır.

    Hukukçuların kendisine sık sık atıfta bulundukları 19. yüzyılın ünlü yazarı Ernest Nys, devletler hukukunun köklerini ele aldığı eserinde, Müslümanların erken tarihlerden itibaren savaş hukukunu ve onun insani boyutunu incelediklerini, İspanyolların da kendi savaş hukuklarını tespitte onlardan esinlediklerini söyler.

    Öte yandan, Sri Lanka asıllı eski Uluslararası Adalet Divanı başkanı C. G. Weeramantry, “Islamic Jurisprudence: An International Perspective” adlı kitabında Batılı yazarların Müslümanların devletler hukuku alanındaki çalışmalarından etkilendiğini açıkça ortaya koydu.

    Hâsılıkelâm, yüzyıllar boyunca bir avuç güçlü devletin dünyayı aralarında paylaşma isteğine cevap veren, bu paylaşıma hizmet eden bir kurallar dizisine dönüştürülen uluslararası hukuku, hakiki mecrasına koymak, yeniden bu ümmetin evlatlarının hakkı değil mi?

    Eğer Müslümanlar bu mesuliyeti üzerlerine alma görevini üstlenmez iseler, daha çok Afganistanlar, Iraklar, Somaliler, Çeçenistanlar, Morolar ya da Ebu Gureybler, Guantanamolar ve Bagramlar görmeye devam edeceklerdir.

  6. İKÖ, Kudüs, ABD ve Rusya

    Leave a Comment

    İslam âlemi büyük bir kararın arifesinde. Sadece kendisinin değil tüm dünyanın gidişatı bu âlemin evlatlarının vereceği karara bağlı. Dünyayı sarıp sarmalayan kaos, keşmekeş ve sis bulutları bu coğrafyanın çocuklarının ortaya koyacağı azim ile yok olup gidecek.

    O halde, İslam dünyasının sahip olduğu gücü artık keşfetmenin zamanı geldi geçiyor. Bugün Müslümanlar, demografik olarak sadece Endonezya’dan Atlas Okyanusu’na uzanan bir hinterlantta değil beş kıtada da temsil ediliyorlar. İslam bu kıtalarda çok önemli bir rol oynuyor.

    Avrupa ve Amerikan kıtasında bir yanda Müslüman nüfus ciddi artış gösterirken diğer yanda siyasette, sanatta ve ekonomide Müslümanlar etkin faaliyet içerisinde. Kısacası, gezegenin her yanında bir Müslüman’a rastlamanız mümkün.
    Hakikatte bu, Müslümanlar için çok yeni bir şey. İslam tarihinde ilk kez Müslümanlar bu kadar büyük sıkıntılara ve zorluklara rağmen dünyanın her tarafına yayılmış durumda. Gayrimüslim ülkelerde dahi Müslümanlar büyük bir yekûn oluşturmakta. Hatta hiçbir kıta, ülke, köy ve ev yok ki İslam oralara girmiş olmasın.

    Ancak buna rağmen Müslümanlar hâlâ güçlerinin farkına varmış değil. Dinimizin bu yaygınlığının yanı sıra dünyanın en zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmamıza rağmen, bir türlü ilerleme gösteremeyişimizin nedenini çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor?

    Bu asır, bir önceki asırdan çok farklı. Her geçen gün değişimini daha bariz bir şekilde yansıtıyor. Her ne kadar postmodern çağ olarak adlandırılan bu dönem, içinde daha çok virüs, vahşet, dehşet ve sapkınlığı barındırıyorsa da, asimile ve mutasyon bağışıklığı kazanmışsa da, İslam için ciddi bir gelecek vaat ediyor.

    Bakın, tüm dünya iyi ya da kötü İslam’ı konuşuyor. Gelişen yerel, ulusal ve uluslararası tüm olayların berisinde İslam’ın ciddi ağırlığı var. Ancak bu dinin mümessilleri ortada yok. Bundan böyle Müslümanlar, üzerlerindeki zihni ve bedeni ataleti bir kenara atıp, ümmetin sorunları başta olmak üzere, âlemin tüm sorunlarına çözüm üretmek için İslam’ın ilk neslinin sahip olduğu misyonu çarçabuk yüklenmelidir.

    Örneğin 19. yüzyıl ve 20. yüzyılda kurulmuş tüm kuruluşlar ve ittifaklar önemini yitirirken İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) rağbetin artmasının sebebi, bu dinin sessiz ama derinlerdeki gücüdür. Rusya 2003 yılında İKÖ’ye katılmak istediğini belirtti ve ülkesindeki yaklaşık 20 milyon Müslüman nüfusun birçok Müslüman ülkedeki nüfustan daha fazla olduğunu buna delil gösterdi.

    Amerikalı ilk Müslüman Kongre üyesi Keith Ellison da, bundan birkaç ay önce, ABD’nin İKÖ’nün doğal üyesi olması gerektiğini söyledi. ABD’nin demografik ve kültürel yapısını buna örnek gösteren Ellison, Amerika’daki Müslüman nüfusun Katar, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) daha fazla olduğunu ifade etti. Ellison, ABD’deki Müslüman nüfusun birçok ülkedeki nüfusa oranla daha fazla olmasına rağmen bu ülkelerin ABD’nin İKÖ’ye üyeliğine karşı çıkmalarını şaşırtıcı bulduğunu açıkladı. Buna karşı çıkanların başında Pakistan geliyor. O da bu ülkelerin İKÖ üyesi olması halinde Hindistan’ın da bu gerekçeyle İslam Konferansı Örgütü’ne girmesinden endişe duyuyor.

    Dünyadaki değişim sadece bununla sınırlı değil. ABD başta olmak üzere Rusya ve birçok ülke lideri konuşmalarında bol bol ayet ve hadis kullanıyor. Toplantılarında mutlaka Müslüman temsilci bulunduruyorlar.

    Mesela ABD Başkanı Barack Obama, 1 Eylül’de verdiği iftarda, İslam’ın, ABD’nin bir parçası olduğunu ve ülkesindeki Müslümanların da, Amerikan kültürünü zenginleştirdiklerini söyledi. Obama konuşmasında ayrıca, “Müslümanların ABD`ye katkılarını sıralamak çok uzun sürer; çünkü Müslümanlar, bizim toplumumuzun ve ülkemizin dokusuna beraber işlenmiş.” dedi. Öte yandan Obama, iftar davetinde okul puanıyla eyalet rekoru kıran Belkıs Abdülkadir adlı Müslüman bir lise öğrencisinin başarısını da davetlilerle paylaştı. Obama, onur konuğu olarak davete katılan Abdülkadir`in sadece ülkedeki Müslüman kızlar için değil herkes için ilham olması gerektiğini ifade etti. Davete ABD Kongresi`nin iki Müslüman üyesi olan Keith Ellison ve Andre Carson da katıldı.

    Latin Amerika’dan iki ülke Surinam ve Guyana dâhil olmak üzere 57 üyesiyle dünyanın en güçlü kurumu olan İKÖ, 25 Eylül 1969 yılında kuruldu. Müslüman ülkeler, 21 Ağustos’ta Mescid-i Aksa’nın yakılmasından hemen sonra böyle bir örgütün kurulmasına karar vermişti. Bu kuruluşun tek bir hedefi vardı: Kudüs’ün özgürlüğü! Kudüs, özgürlüğüne kavuşuncaya dek Cidde, İKÖ’nün geçici merkezi olacaktı. Kudüs özgürlüğüne kavuşunca İKÖ daimi mekânına taşınacaktı. Tabi İKÖ 40 yıldır hâlen geçici merkezinden daimi merkezi Kudüs’e geçmek için hazırlık yapmakta.

    İlginçtir, bunları yazarken tüm Müslümanların gözü Mescid-i Aksa’daki olaylara yönelmiş durumdaydı. Filistinli Müslümanlar, Yahudi fanatiklerin ve İsrail askerlerinin provokasyonunu boşa çıkarmaya çalışıyorlardı.

    Hülasa, şimdi üzerinde düşünmemiz gereken soru şu: İKÖ, daimi karargâhı Kudüs’ün kurtuluşu için bir şey yapıyor mu? Ya da İKÖ, İslam dünyasının istediği şekilde görevini ifa ediyor mu? Ve son olarak bugün büyük bir Müslüman azınlığı bağrında barındıran ABD, Rusya, Çin ve Hindistan’ın İKÖ’ye alınması ne derece yakışık alıyor?

  7. İslam âlemindeki okul müfredatlarına niçin müdahale ediliyor?

    Leave a Comment

    Batı’nın İslam dünyasında yürüttüğü kavgada siyasi ve ekonomik yön daha bariz bir şekilde görünürken fikri mücadele fazla göze çarpmamaktadır.

    Ancak genişçe araştırıldığında asıl mücadelenin fikri alanda devam ettiği rahatlıkla görülecektir. Çünkü siyasi ve ekonomik şartlar çok çabuk değişmesine karşın fikri mücadele yavaştır, etkisi birdenbire görülmez, ama uzun sürelidir.

    Son yıllarda İslam dünyasında süren işgallerin yanı sıra gündemde tutulan “medreseler” sorunu fikri mücadelenin bir tezahürüdür. Pakistan, Afganistan, Hindistan, Yemen ve Moritanya’daki geleneksel dini medreseler, ABD ve Batı ülkeleri tarafından “terörizm”in yuvaları olarak gösterilmeye çalışıldı. Bununla yetinmeyen ABD yönetimi, Müslüman ülkelere ilkokul, lise ve üniversite müfredatlarını değiştirmeleri konusunda baskı yaptı. Fas, Tunus, Suudi Arabistan, Kuveyt, Pakistan, Endonezya, Moritanya, Ürdün ve Mısır hem geleneksel medreselerin hem de resmi okul ve üniversitelerin programlarında ABD isteği çerçevesinde değişime gitti.

    Hakikatte İslam dünyasındaki ders programlarına, müfredatlarına ve kitaplarına dışarıdan yapılan bu müdahale bir ilk değildi. Sömürgeciliğin ve misyonerliğin bu topraklarda kol gezmeye başladığı 17. yüzyıldan beri devam etmektedir. Emperyalistler, İslam coğrafyasını bir yandan işgal ederken diğer yandan da Müslüman gençleri “medenileştirme ve çağdaşlaştırma” adına kolejler kuruyorlardı. 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Hindistan alt kıtası, Osmanlı coğrafyası ve Kuzey Afrika’da birçok kolej inşa edildi. Bu kolejlerden bazısı bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir.

    Burada özellikle yaygın bir yanlış anlayışı da ortaya koymak istiyoruz. O da ABD’nin Ortadoğu’ya önem vermesinin ve buraya yerleşmesinin İkinci Dünya Savaşı sonrası olduğu ile ilgili kanaattir. Hâlbuki Amerika, İslam dünyası politikasında mühim bir rol oynamıyorken bile Amerika’nın kolejleri ileri ölçüde etkin idi. Türkiye, Suriye, Lübnan ve Mısır’da kurulan Amerikan kolejleri bunun en güzel örnekleridir. Bu kolejlerin ABD’nin bölgeye yerleşmesine ve müdahalesine zemin hazırladığı inkâr edilemez bir gerçektir.

    Bundan dolayı ABD’nin İslam dünyasına girişini İkinci Dünya Savaşı sonrası değil, bilakis Birinci Dünya Savaşı’ndan neredeyse bir yüzyıl evvel başlatmak gerekiyor. İlk kolej hocaları gittikleri ülkelerin dillerini biliyor ve o dillerde kitaplar telif ediyorlardı. 1850’li yıllardan sonra kolejlerin daha da arttığını görüyoruz. Kolejlerin birçoğu da Birinci Dünya Savaşı öncesinde casusluk faaliyetlerinden dolayı ya dağıtıldı ya da yasaklandı. Sadece Amerikalılar değil, İngiliz ve Fransızlar da Müslüman coğrafyada kolejler kurdu. Bu kolejlerde, Batı efkârına hizmet edecek bir nesil yetiştirildi.

    Fransız Devrimi ile birlikte eğitim, devletin kontrolüne geçmeye başladı. İlköğretim zorunlu hale getirildi. Modernleşme sürecinde geleneksel, dini ve cemaat eğitiminin yerini kamusal, laik ve ulusal eğitim sistemi aldı. Medresenin yerine “mektep” modern eğitimin simgesi oldu; yeni okullar, eski geleneğin tersine, cami ve mescit dışındaki yerlerde inşa edilmeye başlandı.

    Ulus devletlerin inşası ile birlikte eğitim, siyasal birliğin, toplumsal uyumun ve devlete sadakatin sağlanmasında bir “ideolojik araç” olarak kullanıldı. Böylece kendi tarihinden, dilinden, kültüründen ve inancından uzak, hatta bihaber bir nesil ortaya çıktı. Birçok Müslüman ülkenin eğitim müfredatlarının ve kitaplarının hazırlanmasında bizzat Batılı eğitimcilerin büyük rolü oldu. Türkiye, “pragmatizm” felsefesinin öncülerinden John Dewey’den “çağdaş/ilerici eğitim” konusunda destek aldı.

    Bugün Amerikalıların dahi itiraf ettiği bir gerçek var ki, o da çağdaş eğitimin babası olarak bilinen Johnny’ye sahip olan ABD’lilerin hâlâ okumayı beceremeyişidir. Espriden uzak ciddi bir Amerikan okul kitabı üslubuna sahip olan Dewey felsefesi, her yönüyle “Endüstri Çağı”nın düşüncesini taşımaktaydı. Bunun da hedefi güçlü ulus devletlere işçi yetiştirmekti.

    Şimdi, en güzel yılları okullarda geçen ve okula başlamadan önce enfes sorular soran, çok orijinal tespitlerde bulunan çocuklarımızın nasıl yeteneklerini kaybettiklerini düşünün. Örneğin “lise mezunu” gençlerimizi ele alın. Bir lise mezunu kendi edebiyatını bilir mi? Hayır! Bir lise mezunu anadilinde, her seviyede metni okuyup anlayacak ve tahlil edecek derecede diline vakıf mı? Hayır! Tarihinin ve medeniyetinin bugün dünyaya bahşettiklerini hakkıyla biliyor mu? Hayır! Bu soruları matematik, fizik, coğrafya ve yabancı diller dâhil tüm dersler için sorabilirsiniz. Peki, neden dersler gerçek manada öğretilmiyor? Bu bilerek mi yapılıyor?

    Fransız yazar Yves Lacoste, “Coğrafya Savaşmak İçindir” adlı kitabında “coğrafya” dersinin neden sevimsiz, sıkıcı ve aptalca gösterildiğini şöyle açıklıyor: “Yeryüzünün bilgisi, bize ilk bakışta insanın dünyayı algılama çabasının sonucu gibi görünür. Ancak oluşturulan bu yeryüzü bilgisi, üzerindekilerin ve altındakilerin varlıklarının saptanabilmesiyle anlamlı hale gelir. Akademisyenlerin bu varlıklara ilgisi soyut bir ilgi gibi görünse de, bu çabanın harekete geçirilişi egemenlik ilişkileri içinde anlaşılabilir. Coğrafya, bir coğrafyacı açısından ‘bilgi için bilgi’ gibi görünse de, gerçekte dünya kaynaklarına egemen olmanın aracıdır. Eski tip haraççı imparatorluklardan modern sömürgeciliğe, çok uluslu şirketlerin doğal kaynaklarının ve emek gücünün envanterini çıkartmasından tekil devletlerin turizm potansiyelini hesaplamaya kadar tüm siyasi ve iktisadi bilgiler coğrafyasız yapamaz. Bu açıdan coğrafya stratejik bir bilgidir.”

    Hâsılıkelâm yıllardır süren eğitimdeki yap-bozlar sona ermedikçe, dışarıdan dayatılan müfredatlar reddedilmedikçe ve kendi ders kitaplarımızı hakiki manada kaleme almadıkça eğitimimiz insan öğüten makinelerden öte bir mana ifade etmeyecektir.

  8. İslam âlemi 400 yıldır `Bina` okuyor

    Leave a Comment

    Yeni eğitim-öğretim yılı Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada başladı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da uzmanlar, dünyada ve İslam dünyasında eğitimin durumunu ve genç neslin sorunlarını tartışmaya başladı.

    Ancak ele alınan çalışmalara baktığımızda uzmanlar pek de iç açıcı bir gelecekten bahsetmiyor. İletişim ve internet çağı ile birlikte genç neslin şaşırtıcı bir şekilde dengesini kaybettiği üzerinde duruluyor. Hatta bazı yazarlar, insanlığın tarihte eşi görülmemiş, kitlesel bir yozlaşma süreciyle yüz yüze olduğunu vurguluyor.

    İlim adamları, bunun önü alınmaz ise, gittikçe yalnızlaşan, aşırı bencil/narsist, zevkperest/hedonist, gelecek kaygısı olan, hayali bir iyimserliğe sahip, öfke ve nefret dolu bir insanlığa doğru yol aldığımızı belirtiyor. Dünyada yaşanan büyük ahlâki buhranın ileriki yıllarda çok kötü sonuçlarının olacağına işaret eden uzmanlar, intihar, şiddet, öldürme, endişe, depresyon, ruhî ve bulaşıcı hastalıkların genç nesil arasında daha da yaygınlaşacağına dikkat çekiyor.

    Teknolojideki hızlı değişimin beraberinde büyük bir kültürel değişimi de getirdiğini ve bunun “Dijital bir nesil” doğurduğunu ifade eden uzmanlar, dünyanın “Küresel bir Açıkhava Tımarhanesi”ne dönüştüğü uyarısında bulunuyor. İlim adamları sonuç olarak, kurtuluşun sükûnet, sevgi, paylaşma ve merhamet kavramlarında yattığının altını çiziyor.

    Şimdi yeni durumla baş etmeden önce, İslam dünyası başta olmak üzere dünyanın bu hale nasıl geldiğini görmek için büyük bir beyin jimnastiği yapmamız icap ediyor.

    Epistemolojisini, ontolojisini ve axiolojisini yitiren yeni neslin yaşadığı zihinsel felcin aslında, asırlardır devam ede gelen bir hastalıktan sonra oluştuğunu görmek gerekiyor. Bunda eğitim kurumlarımızdaki taklitçiliğin, yamacılığın ve liyakatsiz ilim ehlinin büyük payı bulunuyor.

    Geçmişe doğru bir okuma yapar isek, filvaki, 17. yüzyılda sömürgeciliğin Afrika ve Hint alt kıtasına yayılması ile Müslümanlar eğitim tartışmalarına başladı ve 4 asırdır bu sorunun ekseninde münazaralarımız devam ediyor. Bilhassa, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi ve kadim el-Ezher üniversitesi üzerinde Fransa’nın etkisinin artmasıyla, İslam âleminin genelinde medreselerdeki eğitim sistemi masaya yatırıldı.

    Başta Mısırlı Rifat Tahtavi, Tunuslu Hayrettin Paşa, Hindistanlı Sir Seyyid Ahmed Han ve Afganistanlı Cemalettin Afganî olmak üzere bazı düşünürler medreselerin ıslah edilmesi gerektiği yönünde seslerini yükseltti. II. Mahmud ve II. Abdülhamid döneminde eski medreselerin yanı sıra yeni mektepler inşa edildi. Hindistan’da Şah Veliyullah Dehlevi’nin takipçisi olan âlim Şibli Numanî öncülüğünde eski ve yeni eğitim sistemini mezceden medreseler kuruldu.

    O dönemde medreselerin durumuna baktığımızda hakikaten vahim bir durumda olduklarını müşahede ederiz. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Hilafetin merkezi İstanbul’da da medreseler ciddi tartışma konusu olmuştur.

    Sebilü’r-Reşad ve Sırat-ı Müstakim dergilerinin sayfaları medreselerin ıslahı konusu gibi bugün bile bize ışık tutacak tartışmalarla dolu. Özellikle Sebilü’r-Reşad’da “Medrese Talebelerinde Hareket-i Fikriye” başlığı altında ele alınan yazılarda, medrese mensuplarının yeniliklere açıklığı işlenmiştir.

    Mustafa Hakkı, “Islâhı Medâris ve Esbâbı İnhitatımız” ve Ömer Fuad “Medreseler” adlı makalelerinde medreselerdeki eğitime şu eleştiriyi getirmişlerdir: “Bu kadar sene Arapça okuyoruz, fakat iki kelimeyi bir araya getirip söyleyemiyoruz. Zaten hocalarımız da buna muktedir değildir. İcâzet alan bir talebe, eğer hafız değilse, harekesiz Kur’an’ı, Hadisleri doğru okuyamadığı gibi, manasını da anlayamıyor. Buna mukabil bari din ilimlerine vukufumuz olsa. Artık bu hal devam etmeyecektir.”

    Tanzimat ile birlikte yeni açılan okulların siyasilerin gözünde daha değerli hale gelmesi ile medreselerin kıymetten ve rağbetten nasıl düştüğünü ve hızlı bir çöküşe geçtiğini yazan M. Salih Vecdi ise “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik” adlı makalesinde şu yorumda bulunur: “Medreselerin gerileme sebeplerinden biri de buralara rağbetsizliktir, medreselerin geçmiş devirlerine baktığımızda oldukça rağbet gördüğü aşikârdır, bu sayede medreseler terakki ve tekâmül etmişlerdir, bu sebeple İslâm Âlemi baştan başa irfan kitlesine dönüşmüştür.”

    1892 yılında Osmanlı’ya ziyarette bulunan Şibli Numanî, “Anadolu, Suriye ve Mısır Seyahatnamesi” adlı kitabında, İstanbul’daki eski medreseler üzerinde geniş bir biçimde durur ve içinde bulundukları vahim duruma atıfta bulunur. Felsefe ve mantık derslerinin azlığına, hadis kitaplarının okutulmamasına, edebiyat ve usûl derslerinin kâfi derecede verilmediğine işaret eden Numanî sözlerini şöyle bitirir: “Şüphesiz Fıkıh dersine hayli ilgi gösterilmekte amma bunun eğitimi de müçtehitçe bir tarzda değil, aksine son derece âmiyâne ve sadece onlara uyum gösterir tarzda yapılmaktadır. Bazı hocalarla oturup görüşmelerim oldu. Onlar öyle basit ve genel halk seviyesindeki meseleler üzerinden konuşmalar yapıyorlardı ki, bunları dinledikçe hem hayret ediyordum, hem de derinden üzüntü duyuyordum.”

    İşte, bu hazin durum sonrası yapılan tüm ıslah çalışmalarına rağmen İslam dünyasındaki çöküşün önüne geçilemedi. Fransa’da ve İngiltere’de eğitim gören Müslüman gençler hem Osmanlı’nın dağılmasına neden oldu, hem de İslam âleminin milliyetçilik başta olmak üzere batıdan getirdikleri düşünceler ile zehirlenmesine sebep oldu.

  9. Hey! Duyan Var mı? 15 yılda 10 Milyon Müslüman katledildi

    Leave a Comment

    Ne acımasız bir çağda yaşıyoruz. Mazlum ve mustazaf halkların çığlıklarına kulak veren kimse kalmadı. İnsanoğlu hayır kurumlarına verdiği birkaç kuruş ile vicdanının sızısını dindirmeye çalışıyor.

    Daha geçen hafta, hâlâ nasıl olduğu tartışılan 11 Eylül saldırılarında ölen 3 bin kişi anısına -ki aralarında Müslümanlar da vardı- saldırının 8. yıldönümünde yas günleri düzenlendi. Lakin katledilen milyonlarca Müslüman’ın anısına hiç kimse yas tutmadı.

    Post-modern çağ, Müslüman zihnini böyle bütünüyle iğdiş etti. Ne değerlerimiz, ne hassasiyetimiz ne de ila-i kelimetullah için gösterdiğimiz cehdimiz kaldı. Eğitimimiz, değerlerimiz, ticaretimiz, siyasetimiz ve kurumlarımız para ve makam düşkünlerinin elinde hallaç pamuğu gibi savruldu.

    Bir yandan Müslüman muhayyiledeki büyük kırılmaya şahid olurken, öte yandan tarihte eşi görülmemiş bir soykırıma tanıklık ediyoruz. Sadece son 15 yılda 10 milyon Müslüman katledildi; Bosna’da, Kosova’da, Filistin’de Afganistan’da, Irak’ta, Somali’de, Çeçenistan’da, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Patani’de, Moro’da, Ahmedabad’da ve Eritre’de… Televizyonlardan seyrettik, Müslüman bebelerin ve anaların üzerine günlerce hatta aylarca bombaların ve füzelerin yağışını…

    Belleğimde bir anda Moğol istilası altındaki Bağdat canlandı, Haçlıların Kudüs ve Şam’da yaptıkları canlandı, Endülüs canlandı ve Balkanlar’da 19. yüzyılda yaşanan Müslüman mezalimi canlandı… Moğollar 11. yüzyılda birçok İslam alimi yetiştiren büyük ilim merkezlerini; Buhara, Semerkant, Belh, Horasan, Merv, Nişabur, Reyy ve Bağdat’a saldırarak yerle bir etti. Sadece Merv şehrinde 1,5 milyon Müslüman kıyıma uğradı. Camiler yıkıldı, kütüphaneler talan edildi.

    Moğollardan sonra Haçlı orduları tekrar tekrar İslam coğrafyasını istila etti. Yıktılar, yaktılar, katlettiler ve talan ettiler. Selahaddin Eyyubi’nin danışmanlarından Üsame bin Munkiz “Kitabu’l İ’tibar” adlı eserinde haçlıları şöyle tasvir ediyor; “Hayvan gibiler, öldürmekten başka bildikleri başka bir faziletleri yok…”

    1492’de Gırnata’nın hazin düşüşüyle bu kez İslam dünyası sömürgeciliğin kucağına düştü. Belçikalılar, Portekizliler, Hollandalılar, İspanyollar, Fransızlar ve İngilizler 16. Yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar Endonezya’dan Cezayir’e kadar tüm Müslüman hinterlandında kan kusturdular. Her ne kadar İslam âlemi bu emperyalist imparatorlukların mezarı oldu ise de Müslümanlar çok büyük kayıplar verdi.

    1945’te İkinci Dünya Harbi’nden sonra da İslam dünyasına ABD öncülüğünde ve Siyonizm endeksli saldırılar başladı. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Âlemi İslam tek kutuplu ülkenin bütün acımasızlığını ensesinde hissetti. NATO ve ABD kendisine “İslam”ı düşman ilan etti.

    Eski ABD Devlet Başkanı Richard Nixon “Zamanı Yakalamak-Amerika’nın Dünyaya Meydan Okuması” adlı kitabında bakın şöyle diyor: “Amerikalıların çoğu Müslümanları vahşi, pis, barbar ve mantıksız insanlar olarak görmeye eğilimlidir. Hiçbir ulusun hatta Komünist Çin’in bile Amerikan kamuoyunda Müslüman dünyası kadar olumsuz bir görüntüsü yoktur. Bazı gözlemciler, İslam dünyasının artan nüfusunun, önemli sermaye gücüyle fanatik bir jeopolitik güç oluşturup dünyaya meydan okuyacağını ve böylelikle Batı’nın saldırgan ve düşman Müslüman dünyasına karşı bir cephe alabilmek için Moskova’yla yeni bir ilişki kurmaya zorlanacağını ileri sürmektedir.”

    Türkiye’nin Müslümanları iktisadi ve siyasi olarak batıya bağlamak için bir köprü olabileceğine işaret eden Nixon sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bölgedeki çıkarlarımız için bu gerekli, çünkü Ortadoğu’da bizi en çok ilgilendiren konu İsrail ve petrol’dür. İsrail’in güvenliği ve kurtuluşunu içeren taahhüdümüz oldukça geniş kapsamlıdır. Yasal bir müttefikliğimiz söz konusu olmamakla birlikte bir kâğıt parçasına yazılı herhangi bir şeyden çok daha güçlü bir bağ vardır aramızda; bu da bence ahlaki taahhüttür. Hiçbir Amerikan Başkanı ya da herhangi bir kongre üyesi, İsrail devletinin yok edilmesine izin veremez.” Richard Nixon bu sözlerinin ardından Avrupa, Rusya ve ABD’yi NATO çatısı altında yükselen “İslami radikalizme” karşı birleşmeye çağırır.

    Nixon’un yaptığı bu çağrının üzerinden 20 yıl geçti. İslam dünyasında dengeler sarsıldı. 11 Eylül olaylarından sonra İslam coğrafyasına düzenlenen saldırılarda 8 yılda 5 milyon Müslüman hayatını kaybetti. Bunların büyük çoğunluğunu çocuklar ve kadınlar oluşturuyor. Avustralyalı ünlü yazar Dr. Gideon Poyla, ABD’nin günlük çocuk katliamının bini bulduğunu belirterek yazısına şu başlığı uygun buluyordu: “Hey, hey, USA, how many kids did you kill today? The answer: About 1.000/Hey, Hey, Amerika, bugün kaç çocuk öldürdün? Cevap: 1000’e yakın.”

    İşgal sonrası Irak’ta 2,3 milyon kişinin yaşamını yitirdiğini belirten Dr. Gideon Polya, Obama yönetimiyle birlikte ABD’de değişen bir şeyin olmadığını ifade ediyor. Polya, Obama yönetiminin ilk 100 gününde 180 bin kişinin öldüğünü ve bunun 113 bininin 5 yaşın altındaki çocuklardan oluştuğunu kaydediyor. Yine yapılan bir araştırmaya göre, Beyaz Saray, 11 Eylül saldırılarından sonra iki yılda 935 yalan beyanda bulundu.

    Tüm bunları üst üste koyduğunuzda “Shock and Awe/Şok ve Dehşet”* içine düşmemek elde değil.

    *ABD operasyonunun adı.

  10. Türkiye’nin İslam Dünyası Açılımı

    Leave a Comment

    Dünya ekonomik, siyasi ve askeri anlamda büyük bir değişim yaşıyor.

    20. yüzyılın siyasi ve ekonomik sistemi ekseninde kendilerini tanımlayan ülkeler, gruplar, örgütler ve kurumlar geçmiş asırda bir rüzgâr ve esinti ile edindikleri milliyetçi ve ideolojik söylemlerini bu minvalde yeniden gözden geçiriyor ya da geçirmek zorunda kalıyor.

    Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni değişimlere kapı aralamak için birçok alanda açılımlar yapılmakta. Bu açılımlar içerisinden Kürt açılımı her ne kadar daha câlibi dikkat ise de asıl en önemli açılım dış politika alanında yaşanmakta. Özellikle İslam ülkeleri ile artan ilişkilerimiz daha çok temayüz etmekte. 1 Mart tezkeresi ve Davos derken bu yaz Arap ülkelerinden Türkiye’ye büyük bir turist akını oldu. Hemen her ay İstanbul’da Arap siyasiler, işadamları, din adamları ve sanatçıları birkaç toplantı tertip etti. Toplantıların birkaçı ilan edilmesine rağmen büyük çoğunluğu medyaya yansımadı.

    Türkiye’nin İslam dünyasına yönelik bu açılımı aslında yeni değil. Osmanlı`nın çöküşüyle İslam ülkeleri ile kesilen ilişkilerimiz 60’lı yıllarda yapılan bir atılım ile düzeltilmeye çalışıldı. Burada şunu da hatırlatmakta fayda görüyorum. İslam dünyasının Osmanlı’nın çöküşüyle yaşadığı hazin ayrılık aslında koca ciltlere konu olacak hikâyeleriyle doludur.

    Osmanlı sonrası Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkileri uzun süre kesildi. Ancak 60’lı yıllarda Türkiye, Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek için bir heyet gönderdi. Heyetin başında Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yapmış ünlü siyasetçi ve albay Sadi Koçaş bulunmaktaydı. Sadi Koçaş daha sonraki yıllarda kaleme aldığı “Atatürk`ten 12 Mart`a” adlı hatıratında Irak, Kuveyt, Mısır, Ürdün, Filistin, Suriye, Suudi Arabistan ve Lübnan’a yaptığı gezilere geniş bir yer ayırıyordu. Yine bir Ramazan ayında yapılan bu geziler ibret alınacak sahnelerle doluydu.

    Türk heyeti gittiği her Arap ülkesinde büyük bir coşku ve sevgiyle karşılandı. Kesik kesik cümlelerle Türkçe konuşmaya çalışanlar, heyeti görmek için sokaklara dökülenler ve aslında Osmanlıya duyulan büyük özlem…

    Koçaş Ankara’ya dönüşten kısa bir süre sonra Orta Doğu dergisinde ziyaretiyle ilgili kaleme aldığı makalesinde gezinin hedefini şöyle açıklar; “1965 yılı ilk günlerinde dost, komşu ve kardeş Müslüman Arap ülkelerine Türk milletinin dostluk, iyi niyet ve daha iyi münasebetler temini arzusunu iletme; Tarihi, an’anevi, dini bağlarla birbirlerine bağlı olan milletlerimizin samimi arzularını devlet olarak da tahakkuk ettirme görevi ile Orta Doğu’yu ziyaret ettik.”

    Makalenin devamında Türk kamuoyuna Koçaş, gezisinde mülahaza ettiklerini şöyle aktarır; “İntibalarımız çok müsbetti. Kardeş Arap ülkelerine dost elimizi uzatmış, yalnız devlet ve hükümet başkanları ve devlet adamlarından değil, temas imkânı bulduğumuz bütün Araplardan dostluk görmüştük. Heyetimize gösterdikleri ilgiyi, söyledikleri sözleri, aradan 10 ay geçtiği halde, bütün canlılığı ve samimiyeti ile duyuyor ve o anın heyecan ve mutluluğunu hissediyorum.”

    Şimdi de Koçaş’ın hatıratındaki şu canlı diyalogun ne manalar içerdiğini tahayyül edin; “Yaşlı, nur yüzlü eski devlet ricalinden birinin, elimi iki avucu içine alarak, gözlerinden akan yaşlara mani olmaya çalışmadan, selis bir Türkçe ile, bir başkasının telefonla “Allah, 50 yıl birbirlerini kaybetmiş iki kardeş kavmi birleştirmeye gayret eden bu ellere dert göstermesin. Attığınız her adım bir yıl ibadet sayılsın, Allah da, peygamber de sizden hoşnud olsun” deyişini, bir diplomatın nezaketi, saf ve samimi bir Müslümanın his ve heyecanlarının neticesi olarak kabul etmemek mümkün değildir. Ben bu samimi sözleri, hayatımın ve hizmetlerimin en büyük hatırası ve mükâfatı olarak muhafaza edeceğim.”

    Türk heyeti, Filistin topraklarını ziyaret ettiğinde yağışlı havaya rağmen büyük bir kalabalık coşku ve tezahüratla heyeti karşılar. Filistinliler adına Türk heyetini karşılayan yaşlı, ak sakallı ve sevimli Filistinli âlim Şeyh Muhammed Ali el-Caberi heyettekilere tek tek sarılır ve koklaya koklaya öper ve böylece yıllarca özlemini duyduğu Türklerle hasretini giderir. Ardından Türk heyetini görmeye gelen yüzlerce Filistinliye dönen Caberi şunları Söyler; “Ey Nas! İşte bunlar Türk. Belli değil mi? Ancak Türk’ün uğurlu ayağı getirir bu rahmeti… Bizi, Ravzayı Mütahharayı, Kabeyi, Mescidü’l Aksa’yı, Kübbetü’s Sahra’yı, ve Kavmi Necib dedikleri Arab milletini bırakmamak için bu çöllerde din düşmanlarına karşı döktükleri kanın sınırı yoktur… Eğer Türklerin yaptığı Kudüs kalesi olmasaydı, bir tek Müslüman sağ kalmazdı geçen yıllar…”

    Koçaş, şeyh Caberi’nin bu uzun konuşması sırasında Filistinlilerin yüzlerine baktığında göz yaşları ile yağmur sularının birbirine karıştığını söyler. Filistin ve Ürdün’den ayrılıncaya kadar Şeyh Caberi’nin kendilerinden ayrılmadığını söyleyen Sadi Koçaş, Türkiye’ye döndükten sonra 1966 yılında Şeyhi davet etmek ister. Fakat Arap-İsrail savaşından dolayı bir türlü Caberi ile irtibata geçemez. Ancak birgün bir gazetede gördüğü haber onu şoke eder. İşte Koçaş’ın kaleminde o haber: “Birgün Ulus gazetesinde bir resim gördüm. Makineli tabancalı, göğüs ve bağırsakları açık, ağızlarında sigara bulunan bir iki asker arasında Cübbeli, sarıklı yaşlı bir din adamını gösteren bir resme biraz dikkatli bakınca ürpermiştim. Bu, Şeyh Caberi idi. Muhafızlar da İsrail işgal ordusunun erleri idi. Çok üzülmüştüm.”