Dağlar, ihtişamın ve heybetin alamet-i farikasıdır. Tarih boyunca zulme maruz kalanların sığınağı olmuştur dağlar. Özgürlük savaşçıları, en güzel marşlarını dağların doruklarında mırıldanmışlardır…
18. yüzyılda Şeyh Şamil Kafkas dağlarında Allah nidaları ile koca vadileri inletiyorken, 19. Yüzyılda da Ömer Muhtar Libya’nın Cebelü’l Ahdar (Yeşil Dağ)’ında İtalyan işgal güçlerine kök söktürüyordu… Libya’nın yeşil, Çeçenistan’ın ise mor dağları gül kokuları ile direnişçileri sık sık kendine çekmiştir. Onlar dağların eteklerinde pervane gibi döner, bir asker gibi ayaklarını yere sert vururlardı…
Geçmişte olduğu gibi bugün de direnenler hep bir azınlıktan müteşekkildir. Direnenler, genelde deli ve divane olurlar… Çünkü onlar zulmün en alasına şahid olmuşlardır… Çünkü onlar namusları kirletilen bacılarının ve analarının çığlıklarıyla çılgına dönmüşlerdir… Çünkü onlar ağzında emziği olan bebelerin kurşunların hedefi olduğuna müşahede etmişlerdir… Çünkü onlar liderlerinin barış için yola düştüğünde nasıl bir komplo ile öldürüldüğünü görmüşlerdir… Dahası onlar işgal altındaki topraklarında zillet içinde yaşamaktan yana değiller…
Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetlerin Çöküşü ile birlikte dünyanın yaşadığı en büyük acıyı Boşnaklar ve Kosovalılar gibi Çeçenler de yaşadı. Hatta bu savaşların en hazinini Çeçenistan da yaşadı ve yaşıyor. 16 yıldır devam eden savaşta 300 bin insan öldü. Yüzbinlerce insan mülteci durumuna düştü ve dünyanın farklı ülkelerine dağıldı. 20 bine yakın Çeçen hâlâ kayıp. Ülke halen işgal altında. Rus askerleri şehir içlerinde olmasalar da ülke içindeki karargahlarından Çeçenistan’ı kontrol altında tutuyorlar. Çeçen komutanlardan birçoğu şehid edildi. Bölgedeki insanlık dramını incelemeye giden Natalya Estemirova, Sarema Sadulayeva ve Anna Politkovskaya gibi birçok kişi yakın zamanlarda gözaltına alınıp öldürüldü. Bundan sonra Rusya’nın ve Moskova yanlısı Çeçen yönetimin “İnsan Hakları” sicilini anlatmaya gerek var mı?
Çeçenistan’da yıllardır süren vahşetin, zulmün ve barbarlığın acısı hala dinmemişken birilerinin bir veya iki günlük gezilerle piknik yaparcasına ülkedeki işgali görmezden gelip ve insan hakları ihlallerini hiçe sayıp uluslararası konjonktürde Çeçenlerin yalnızlaştırılmasına destek vermeleri nasıl yorumlanabilir…
Son günlerde büyük büyük gazeteci, yazar, düşünür ve STK yöneticisi ağabeylerimizin Çeçenistan’a yaptıkları gezileri büyük dehşetle izliyoruz… Kimisi oraya gazetecilik yapmak için gittiğini söylerken kimisi de yolculuk masrafları bedava idi biz de hem piknik yapalım hem de oraları görelim diye gittik açıklamasında bulunuyor… Yani hiçbirisinin uluslararası arenada Çeçenler üzerine oynanan oyundan haberi yok… Neyse, ağabeylerimi fazla üzmeyeyim… Umarım Kadirov onlara güzel ikramda bulunmuştur ve doya doya “Allah Allah” diye zikir de çekmişlerdir… Oraya batılı gazetecilerden Stanley Greene ve Sebastian Smith de gitmişti. Hani diyorum keşke biz de onlar gibi oralara gitsek daha iyi olmaz mı?
Her ne ise, bu tür olaylarla karşılaşınca aklıma hemen Ömer Muhtar’ın “Çöl Aslanı” dizisindeki bir kare gelir… Hakikatte de bu fiilen yaşanmış bir hadisedir. Bir grup tasavvuf şeyhi Ömer Muhtar’a gelir direnişe son vermesini ister çünkü İtalyanlar cami ve tekkelerin açılışına izin vermişlerdir ve insanların rahat ibadet etmelerine müsaade etmişlerdir. Sonra kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş ve ekonomik yardımlar teklif edilir… Bu işbirlikçilerin çehrelerine bakan Çöl aslanı şöyle kükrer; “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim… Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”
Ömer Muhtar şehid edilinceye kadar Cebelü’l Ahdar’da işgalci İtalyanlara karşı bir avuç Müslüman ile mücadele etti. Hatta direnişin lideri Senusi şeyhi İdris es Senusi, Mısır’da rahatça yaşamayı, dağlarda İtalyanlara karşı binbir türlü çile içerisinde verilen mücadeleye tercih etti. Çöl aslanı yeşil dağda bir avuç mücahidle yalnız kalır…
Ömer Muhtar, yalnızlığını 1 Şubat 1924 tarihinde şeyhi Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta şöyle ifade eder: “Selamdan sonra… Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ızdıraplı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise, kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terkedildik. Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak… Sübhanallah… tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terkedip gidiyorsunuz?”
Tarih geçmişte olduğu gibi bugün de kimin işbirlikçi, kimin gerçek kahraman olduğunu gösterecektir. Ancak mühim olan nokta ise, bizim hangi tarafta olduğumuzu ve kimin ekmeğine bilerek ya da bilmeyerek yağ sürdüğümüzdür.
Birileri buradan bizim savaş istediğimizi sakın anlamasın. Biz barış yanlısıyız. Barışı her zaman savaşa tercih ederiz. Ancak onurlu bir barıştan yanayız. Boyun eğdirilmiş ve zelilleştirilmiş bir barışı asla tercih etmeyiz.
Ajans France-Press’in İngilizce servisi muhabiri Sebastian Smith, “Allah’ın Dağları / Çeçenistan’da Savaş” adlı kitabında, yıllardır devam eden Çeçen savaşını, titizlikle araştırılmış genel bir Kafkasya bağlamında anlatırken, Çeçenistan insanının acılarını ve umutlarını da dile getiriyor. Yazar kitabında şunları ifade ediyor; “Çeçenistan’da uygar sayılan hiçbir ülkenin asla haklı çıkaramayacağı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın hiçbir yerinde yaşanmamış bir gaddarlık hüküm sürmektedir. Başkent Grozni’nin yerle bir edilmesi; sivillerin ve savaş tutuklularının toplu olarak öldürülmesi ve işkenceler; kamu binalarının sürekli bombalanması; toplu tutuklamalar ve gizli tutuklama kampları, yüz binlerce sığınmacı, Moskova’nın “anti-terörist operasyon” dediği bu olaylar, Putin yönetiminin ne olduğunu ortaya koymaktadır.”
Yüreğinde azıcık vicdan taşıyan herkes Çeçenistan’da savaşın bitmesini ister. 1 milyon nüfusa sahip küçücük bir ülkenin yaşadıkları onlara yeter artar bile… Ancak bunu yaparken Çeçen mültecilerin dramlarını görmezlikten gelmek, Çeçen direnişçilerin velev hataları olmuş olsa bile kazanımlarını bir anda silmek, kayıp onlarca kadın ve çocuğun sorununa bigâne kalmak, yıllardır verilen yüzbinlerce şehidin cesedini çiğnemek ve kısacası yıllardır süren bu “kirli savaşta” elbiselerimizi kire bulaştırmak ne kadar doğru arkadaşlar?..
Hâsılı kelam, özgürlük aşığı ve kartal yürekli insanları zelil bir şekilde işgalcilere ve işbirlikçilere boyun eğdirmek yerine, onların onurlu bir şekilde barış yapmalarını sağlamak daha doğru bir yol değil mi? Tüm tarafların barış masasına güç dengesi içinde oturması gerekmiyor mu?
Çeçenistan’daki savaşı anlamak isteyenlere şunu önermek istiyorum; Çeçenistan’ın Kuzey Kafkasya’daki önemi, Hazar Denizi petrolleri ve petrol boru hatlarıyla ilişkisi ve Rusya’nın Karadeniz sahilindeki Sochi kentinde 2014’te yapılacak kış olimpiyatları ekseninde yeniden okuyun. Kimin barışı isteyip kimin istemediğini o zaman anlayacaksınız…
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR