Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. Çevrimiçi İnsanlık, E-akıl ve Netokrasi

    Leave a Comment

    Hâlihazırda içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl “İnternet Çağı”, “Görsellik Çağı” ve “iletişim Asrı” olarak adlandırılıyor. Websiteleri, uydular, televizyon kanalları, İP tvler, wikiler, mail grupları, facebook, twitter ve MSN’ler tamamen insanı hapsetmiş durumda. İnsanoğlu tarih boyunca ürettiği makinenin içine bu kadar garkolmuş değil…

    Bu “sınırsız” yolculuk aynı zamanda beraberinde birçok değişimi de getiriyor. Artık bilgiyi üretip yönetenler, imtiyazların kaybediyor. 19. ve 20. yüzyılda imparatorluklar sonrası oluşan modern devletler, iktidarlarının ellerinden kayıp gidişini çaresizce seyrediyor. Teknoloji, özgürleşip bireyselleştikçe devlet çatısı çatırdıyor ve duvarlar leaks’e yani ‘sızıntı’ya açık konuma geliyor.

    Wikileaks’in son yıllarda ülkeleri sarsmasının nedeni buradan kaynaklanıyor. Yeni dönemde “şeffaf” olamayan devletler, kurumlar, örgütler, cemaatler ve fertler seslerinin ve görüntülerinin youtube, dailymotion vb.. sitelere sızdırıldığını gördüklerinde şaşırmamaları gerekiyor. Çünkü dünya ilk kez devletinden ferdine kadar teknolojinin esiri olmuş durumda. Hatta yaşadığımız evlerden yediğimiz gıdalara kadar hemen her şey artık bir teknolojik ürün…

    Devletler, ordular ve küresel şirketler siber âleme hazırlık için kendilerini yeniden yapılandırıyorlar. Zaten yeniden var edilmeye çalışılan NATO’nun yeni savaş alanı da siber âlem değil miydi?

    İşte, dünya teknolojik olarak kendini yeniden yapılandırmaya çalışırken, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kısacası Arap dünyasında halk ayaklanmaları patlak verdi. Herkes bu ayaklanmalara odaklanmışken ve bunu yorumlamaya çalışırken aslında kaçırdığımız bir şey vardı;  o da geçmişte bir değişimle koltuk sahibi olanların yeni değişimi okuyamadıklarından kaynaklanan gidişlerini seyrediyoruz…

    Hakikatte internetin toplumsal hareketler ve gençler üzerindeki ilk etkisi 1999 yılında ortaya çıkmıştı. İnternetteki ağlar üzerinden bir araya gelen gençler, 1999’daki Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) karşı kitlesel protesto olan “Seattle Savaşı”nda dünyanın dikkatini çekmişlerdi. Burada, 73 ülkeden farklı kültürel, etnik ve siyasal geçmişten gelen 50 binin üzerinde eylemci, neo-liberal küreselleşmenin takatsiz bırakıcı etkilerine, emek ve insan hakları, çevrenin sürdürülebilirliği, demokratik uygulama ve ulusal bağımsızlık pahasına dünyan nüfusunun bir azınlık için muazzam kârlar üreten bir dünya ekonomi politikasına karşı ortak muhalefetlerini birleştirip daha önce görülmemiş bir ittifak oluşturdu.

    İnternet, kampanya ve hareketlerin “süper hareket alanları” içerinde örgütlenmesini kolaylaştırmış ve eylemcilerin daha önceki, zaman, mekân ve maliyet engelleri olmadan iletişim kurmalarını ve seferber olmalarını sağlamıştı. İnternet’in yeni küresel eylemcilik için önemi Seattle protestosu esnasında tekno-eylemcilerin Bağımsız Medya Merkezi (IMC)’nin diğer adıyla indymedia’yı devreye sokmasıyla daha da arttı. Böylece IMC küresel tekno-eylemcilerin merkezin haline dönüştü. Tekno-eylemciler daha sonra birçok sokak gösterilerinin başlamasında bu site üzerinden görüşerek başladılar. 24 Kasım 1999’da indymedia sitesinde konuyla ilgili yayımlanan bir makalede şuna yer verilmişti; “Direniş küreseldir… Pasifik ötesi işbirliği bu websitesini var etmiştir.”

    Elbette bununla sadece internetin Arap ülkelerinde diktatörlüklere karşı başlayan benzersiz ayaklanma ve yeni devrimlerin asıl faktörü olduğunu söylemiyoruz. Ancak gençlik örgütlenmelerinin net üzerinden başladığı ise inkâr edilemeyecek bir gerçek.

    Arap halk ayaklanmalarının arkasında birçok nedenin yanı sıra internetin rolünün de olduğu aşikâr. Gençlik örgütleri net üzerinden örgütlendi ve gösteri çağrılarını bura üzerinden ilan ettiler.

    Wiki-Wiki siteleri

    Son yıllarda wiki tarzı sitelerin sayısı artarken aynı zamanda dünyayı da sarsmaya devam ediyor. Wiki, içeriğinde kullanıcıların değişiklik yapmasına izin veren web sitesi manasından kullanılıyor. Wiki yazılımı 90’ların ortalarında tasarım modeli topluluğu içersinde model dilleri yazma ve tartışma aracı olarak doğdu. İsim ve kavramı Ward Cunningham icat etti ve ilk Wiki makinesini 1995’te uygulamaya koydu. Sürati nedeniyle sisteme “çabuk” anlamına gelen bir Hawai terimi olan wiki-wiki adını verdi. Cunningham kendi kurduğu sistemi şöyle tanımlar; “Wiki birbirleriyle bağlantılı serbestçe genişletilebilir bir web ‘sayfaları’ koleksiyonu, bilgi depolaması ve düzeltilmesi için bir üstü metin sistemi –her sayfanın form- yetenekli bir web tarayıcısı olan her kullanıcı tarafından kolayca değiştirebileceği bir veri tabanıdır.”

    Gücün merkez dışına yayılması, azınlığın çoğunluğa hükmettiği modern kapitalist toplumları tanımlayan toplumsal hiyerarşilere zarar vermek için önemlidir. Pasif, güçsüzleştirilmiş daimi tüketici rolüne indirilmiş yurttaş çoğunluğuna sahip modern Batı kapitalizminde bu elit azınlık bilgi üretimine hâkimdir. Bir wikide erişim engelleri yoktur: Indymedia’da olduğu gibi içerik üreticileri onun tüketicileridir, bunun tersi de doğrudur. Indymediacılar bunu şöyle yorumluyorlar; “Herkes katılabileceği için herkes sorumluluk sahibi olduğunu hisseder.”

    Wikipedia, wikimedia ve wikileakslerin gençlerin yeni uğrak yeri olmasının nedeni buradan geliyor. Çünkü herkes bu gücün içinde yer almak istiyor. Buna imkân tanınmayan siteler ise uğrak yeri olmaktan çıkıyor.

    Sonuç olarak şunu diyebiliriz, dünya teknoloji (internet) bağlamında yeni dünya nizamına doğru gidiyor. Teknoloji bir mücadele alanına dönüşmüştür. Çevrimiçin tutulmaya çalışılan insanlık E-akıl (veya tekno-akıl) ile yönlendirilmeye çalışılıyor.

    Siber âlemdeki hâkimiyet savaşı hâlâ devam etmektedir ve karşıt amaç, değer ve çıkarlara sahip aktörler üstünlük savaşını sürdürmektedir. Modern kapitalizm internet üzerinden biçimlenmektedir bundan dolayı dünya demokrasi, teokrasi ve nomokrasinin yanı sıra netokrasiyi de gündemine alacaktır.

    Genelde teknoloji ve özelde internetin ahlâkî yönünün ayrı ele alınması gerekiyor. Ancak insanlığı esir alan bu ağa karşı bilinçli bir toplum oluşturmamız gerekiyor. İlkokul’dan üniversiteye internet kullanımı ve teknoloji felsefesi üzerine gecikmeden dersler konulması gerekiyor.

    Not: Bu yazı Önder Vakfı’nın çıkarmış olduğu Tohum dergisi için kaleme alınmıştır.  Dergide yayımlandıktan sonra, yayıncıların izniyle buraya alıntılanmıştır. 

  2. Arap Perestroikası tüm dünyayı saracak

    Leave a Comment

    İnsanlık tarihi, hemen her asırda dünya siyasetini değiştiren bir değişim veya ayaklanmaya tanıklık etmiştir. Zulme, baskıya, zorbalığa, fakirleştirmeye, yolsuzluklara ve ahlâkî dejenerasyona karşı doğan bu ayaklanmalara hemen hemen halkın her kesiminden insanların katıldığını müşahede ediyoruz. Çünkü bu sosyal patlamadır, bir sel ve fırtına gibi eser ve çok geniş bir alanı etkisi altına alır. Bunun önünde durulması imkânsızdır çünkü herkesi önüne katıp götürür. Bu tür durumlarda önemli olan bu rüzgâra nasıl yön verilmesi gerektiği olmalıdır.

    Şimdilerde Arap dünyasını kasıp kavuran değişim rüzgârı aslında soğuk savaş döneminde oluşan sistemlerin gecikmiş bir çöküş görüntüsüdür. Doğu Avrupa halkları 1989 yılında bunu yaşadı. Orta Asya ülkeleri 90’lı yılların başında buna tanıklık etti. Aslında Berlin Duvarı’nın yıkılışı bize Soğuk Savaş dönemin bitişini göstermişti. Ancak Arap dünyasının soğuk savaş kalıntıları sunî yöntemlerle bir şekilde -20 yıla yakın- zorla ayakta tutulmaya çalışıldı. Bu değişimin yaşanması zorunluydu ve Arap dünyasının kendi perestroikasını başlatmasının önünde de kimse duramazdı.

    Son günlerde Arap ülkelerinde yaşanan hadiseler, tamamen aynı olmasa da ellili yıllarda olan biteni andırıyor. O devir iki önemli kolonyal güç olan İngiltere ve Fransa’nın Arap coğrafyası üzerindeki doğrudan egemenliklerini kaybetmeye başladıkları yıllardı. Varlıklarını İngiltere veya Fransa ile uzlaşma esasına göre idame ettiren kukla figürler, bir yandan artan halk hareketleriyle birlikte gittikçe ivmelenen ülke içi yönetim krizlerinin girdabında sürüklenmeye başlamış, diğer yandan yalıtılmış, güvenli sığınaklarından çıkmak zorunda kalarak dış dünyanın yakıcı atmosferiyle yüzleşmek zorunda kalmışlardı. Uluslararası ve bölgesel güç dengelerinde deprem etkisi yaratan bu gelişme, geniş halk kitlelerinde dalgalanmalara ve milliyetçi akımların etkisindeki askeri darbelere zemin hazırlamıştı. Bu arada küresel güçler sahnesine yeni aktörler girmeye başlamış; ne iç, ne de dış sorunlarla bir başlarına halleşemeyen Arap rejimleri tekrar yalıtılmış, güvenli sığınaklara gerisin geri rücu etmişlerdi. Soğuk savaş adı verilen yeni bir küresel çağa girilmişti, İngiltere ve Fransa yoktu artık. Yerlerini ABD ve Sovyetler Birliği almıştı.

    Kısacası, 1922’de Osmanlı devletinin çöküşünden bu yana Arap dünyasının siyasi tarihi ikiye ayırabiliriz: Birincisi İngiliz ve Fransız sömürgeciliği dönemi ve ikincisi II. Dünya Harbi’nden sonra bölgeyi saran gizli Amerikan İmparatorluğu dönemi. Ve şimdi yeni bir dönemin doğuşuna tanıklık ediyor. O da Arap halklarının artık aşırı bağımlılıktan kurtuldukları 21. yüzyıl.

    21. yüzyıla girerken neler yaşadık

    2000’li yıllar sözde “Terörle Savaş” dönemiydi. 11 Eylül olaylarının ardından Irak ve Afganistan başta olmak üzere birçok Müslüman ülkede haksız ve illegal savaşlar yüzünden 10 yılda 15 milyon Müslüman katledildi. Guantanamo, Ebu Gureyb ve Bagram’daki hapishaneler başta olmak üzere Libya, Tunus, Mısır ve Pakistan’da kurulan ABD’nin gizli zindanlarında onbinlerce insan ya öldürüldü ya da ağır işkencelere tabi tutuldu.

    Yine bu dönemde İsrail’in barbar saldırıları ve Gazze ablukası dünya tarafından büyük tepkiler gördü. Küçük bir devlet olan Lübnan’daki Hizbullah örgütü tüm dünyanın terminatörlerini arkasına almış olan İsrail’i başarılı bir müdafaayla rezil rüsvay etti. Ardından dünyanın en büyük açık cezaevi olarak adlandırılan Gazze’de Hamas İsrail’i bir avuç imanlı er ile mağlup etti. Böylece Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan’ın yapamadığını iki küçük örgüt başarmış ve bölge halkları başta olmak üzere tüm dünyanın kalbinde taht kurmuşlardı. Ardında 2010 yılında Mavi Marmara olayıyla Müslüman halklar ezilmişler adına ayaklanacağını işaretlerini verdi…

    Bu olayların ardından dünya son yılda bir sessizliğe büründü. Bu sessizliğin peşinden büyük bir hareketliliğin geleceği herkes tarafından okunuyor ve tahmin ediliyordu. İşte, bu sessizlik sonrası 2011’de esen fırtına diktatörlere ve tiranlara karşı savaş yılı oldu ve olacak. Dünya bir daha eskisi gibi olmayacak. Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e tüm Arap dünyasını saran ateşin alevi, insanlık için yeni bir umut doğuruyor. Fikret Başkaya’nın ifadesiyle, “Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yıllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…”

    Bu rüzgâr tüm dünyayı etkileyecek

    Soğuk Savaş sonrası dünya yeni yeni şekilleniyor. Son yirmi yılda ABD’nin tek kutupluluk için verdiği mücadele başarısızlıkla sonuçlandı. Afganistan ve Irak’taki Vietnam sendromu ve ekonomik kriz bunun başlangıcı oldu. Bugün özetle ABD yörüngeli sistem, nam-ı diğer küresel kapitalizm, içine düştüğü derin krizin darbeleriyle gittikçe sersemleşiyor, etki alanlarını birer birer yitiriyor. Boşluk kabul etmeyen küresel güç mekanizması dengeyi tutturacak küresel ve bölgesel yeni güç odakları arıyor. Bu arayış sürecinin sancıları olarak da kitlesel halk hareketleri ve devrimler patlak veriyor. Yani içinde bulunduğumuz süreç, tarihin doğal seyri. Tunus ve Mısır devrimlerini başlatan ve başarıya ulaştıran, küresel güç mekanizmasının yeni aktör arayışından başka bir şey değil. Tunus ve Mısır yeterli gelmediği için arayış devam ediyor. Dolayısıyla yeni devrimler de gelecek. Ta ki devrimler yoluyla ortaya çıkan bileşke, yeni bir küresel güç odağını çıkarana dek.

    Ünlü İngiliz yazar John Pilger, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaları değerlendirdiği yazısında “Bu başkaldırı, dünya yüzünde halkların yıllardır mücadelesini verdikleri, onların düşüncelerini kontrol altında tutanların ödlerinin koptuğu şeydi.” Dünyanın dört bir yanında halkların bilincinin yükselmekte olduğunu, bu dalganın onları korku ile kontrol altında tutmak için uğraşan emperyal elit liberallerin üzerinden aşıp gittiğini söyleyen Pilger, “Mısır Başkaldırısı Bizim Oralara Geliyor” başlıklı makalesini hayli çarpıcı bir cümleyle noktalıyordu:

    “Tahrir Meydanı’nda genç bir Mısırlı kadın, ‘Durmayacağız,’ diyordu. ‘Eve Gitmeyeceğiz.’ Londra’nın ortasında, sivil itaatsizliğe kalkışmakta kararlı 1 milyon kişiyi polis zoruyla zaptetmeye kalkın ve ondan sonra da bunun mümkün olamayacağını sanmaya çalışın bakalım.”

    Evet, bu halk ayaklanmaları sadece Arap dünyası ile sınırlı kalmayacak bilakis tüm dünyadaki köhnemiş zihinlere, 19. yüzyıl kafa yapısına, diktatörlere, koltuk sevdalılarına, insanların beyinleri ile dalga geçenlere ve halklarını aşağılayanlara karşı yapıldı ve devam ediyor….

    Not: İHH İnsani Yardım Dergisi için kaleme alınan bu yazı, derginin izniyle buraya alıntılanmıştır.

  3. Ey Cemaat! Kaddafi’yi nasıl bilirdiniz?…

    Leave a Comment

    70’li ve 80’li yılların en renkli liderlerinden olan Muammer Kaddafi, 2011 yılında yeniden kendinden söz ettirmeyi başardı. Geniş halk ayaklanması karşısında artık dayanamayacağı anlaşılan Kaddafi, giderayak yine öyle cümleler kuruyor ki, herkesi şaşırtmaya devam ediyor…

    Aslında Kaddafi tarih sahnesine çıktığı günden beri renkli kişiliği ile tüm dünyayı şaşırtmayı başarmıştı. 1969 yılında henüz 27 yaşında iken, yüz subay ve 5 bin asker ile darbeyle kolay bir şekilde iktidarı ele geçirdi. Komşuları Tunus ve Mısır başta olmak üzere tüm dünya hiç beklenmeyen bir şekilde ortaya çıkan bu darbecilerin kim olduğunu merak ediyordu.

    Kaddafi bazı subay arkadaşları ile birlikte darbeden bir yıl önce İngiltere’nin başkenti Londra’nın 50 km uzaklığında bir yerde askeri eğitim aldı. İngiltere’de bulunduğu müddet zarfında arkadaşlarıyla darbe planları ile uğraştığı için, bir gün dahi Londra’ya uğramadığı söyleniyor. İngiltere’den dönüş sonrası hiçbir iç hazırlığın olmamasına rağmen kimsenin beklemediği ve tasavvur bile etmediği bir anda çıkıp kolay bir şekilde (4 saat içinde) yönetime el koydu. Dönemin Libya Kralı İdris o günlerde tedavi için Türkiye’de bulunuyordu. Türkiye’ye karşı büyük sevgi ile dolu olan İdris’in babası Şeyh Senusi Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin çok yakından tanıdığı simalardan biri…

    Kaddafi, iktidarı ele geçirdikten sonra ilk bağlantı kurduğu kişi Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır idi. Tüm dünya gibi Nasır da darbeyi gerçekleştiren bu gençleri tanımak istiyordu ve darbenin vuku bulduğu gününün gecesinde acilen danışmanı ve ünlü gazeteci Muhammed Hasaneyn Heykel’i Libya’ya gönderdi. Heykel hatıratında sabaha kadar Kaddafi ve diğer subaylarla sohbet ettiğini not ediyor.

    Heykel bir gün sonra Mısır’a döndüğünde direkt Abdunnasır’ın başkanlık sarayına gidiyor ve görüşmesinin sonucunu ona aktarıyor. Heykel, genç ve toy olan subayların hiçbir hedeflerinin olmadığını sadece Cemal Abdunnasır’ı kendilerine örnek edindiklerini ve Mısır ile birleşmek istedikleri yönündeki isteklerini aktarıyor. Birkaç hafta sonra Abdunnasır, Kaddafi ile bir araya geliyor. Uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmemek için birleşme fikrinden şimdilik vazgeçmesini ve nasıl yol izlemesi gerektiği ile ilgili ona nasihatlerde bulunuyor. Fakat 1970’de Abdunnasır’ın ölümüyle genç Kaddafi bir yönüyle rehberini kaybediyor ve daha sonra Nasır’ın üstlendiği rolü üstlenmeye çalışırken rotayı kaybediyor…

    Kaddafi artık tek başınadır ve dünyaya nizam vermeyi hedeflemektedir. Arap Birliği toplantılarında giyimiyle ve konuşmasıyla ilgi odağı olmayı başaran Kaddafi, davranışlarıyla diğer Arap ülkelerinin liderlerinin hep büyük tepkisini celbetti.

    Güney Akdeniz’e 3 bin mil sahili bulunan Libya’nın yeni lideri, sahip olduğu petrol gücü ile neler yapabileceğinin farkına vardı. Soğuk Savaş döneminin dünyasında ilginç tavır ve davranışlarıyla yer edinmeyi başardı. Günde 3 milyon varil petrol üretiminden elde ettiği paralarla tüm dünya ile oynamaya başladı. Paranın gücünün farkına varan Kaddafi, sadece dünyadaki tanınmış şahsiyetleri, örgütleri ve partileri değil aynı zamanda devlet liderlerini de parmağında hop hop oynatıyordu. “Ben gidersem dinciler gelir fobisiyle” de Soğuk Savaş dünyasının güçlerini kendisine mecbur kılmıştı.

    Çok yakından tanıyanların dahi deli ve mecnun dedikleri Kaddafi, şakşakçılarının da inanılmaz teşvikiyle 70’li yılların ortalarında düşünürlüğe soyundu. Kaddafi sadece Arap dünyasının değil dünyanın da yeni bir nizama ihtiyaç duyduğunu düşünerek bir grup şakşakçısı olan akademisyenle birlikte “Cemahiriyye” diye bir fikir ortaya attı.

    Tabi Kaddafi ve adamları bu fikri ortaya atmadan önce dünyada Sosyalizm, faşizm, demokrasi, cumhuriyet ve teokrasi başta olmak üzere ne kadar yönetim modeli var ise hepsini inceledi. Machiavelli’nin düşüncesinden çok etkilendi. Tito başta olmak üzere dönemin diktatörleri ile bir araya geldi. Sadece gördüğünün değil okuduklarının da en iyisini yazmak istiyordu.

    75 yılında tüm araştırmalarının sonucu olarak “Yeşil Kitap”ı çıkardı. Bu kitapta yazdıklarının en iyi anayasa ve en nizami model olduğunu iddia etti. Yeryüzündeki bütün fikirlerden ilginç konuları seçerek kitabına aktarmıştı. 1977 yılında da ülkesinin adını, “Cumhuriyet” yerine; sosyalizmdeki “halklardan” esinlenerek “Cemahiriyye” olarak değiştirdi. Devletin bir başkanının olmadığını ve halkın kendi kendini “Halk Meclisleri” ile yönettiğini iddia etti. Hakikatte Kaddafi’nin bu düşüncesi kadim Yunan’ın site devleti Atina’da uygulanan “Egzelya / Ecclesia” (Halk Meclisi)’nin kötü bir kopyasıydı.

    Petrolden ve doğalgazdan gelen paralar başta olmak üzere devletin tüm gelirlerini kendisi, ailesi ve kabilesi arasında pay ediyordu. Ancak, buna rağmen ülkede “herkesin kendi kendisinin efendisi” olduğunu ileri sürüyordu. “Kaid” lider ve “Fatih” gibi isimlerle halkın kalbini kazanmaya çalışıyordu. Darbesinin adını bile “Fatih Devrimi” olarak adlandırıyordu.

    Kaddafi, etrafındaki şakşakçıların etkisiyle kendini sadece bir lider olarak değil aynı zamanda felsefeci, din adamı, düşünür ve neredeyse bir “ilah” olarak görmeye başladı. Hatta bir ara Kur’an-ı Kerim’i yeniden yazma girişiminde bulundu. Kur’an’daki bazı kelimelerin fazla olduğu ve bunların çıkarılması gerektiğini savundu. İslam dünyasında gelen tepkiler üzerine bundan vazgeçti. Bir dönemler “İslami Sosyalizm” kavramına sarılan Kaddafi, 2005 yılından sonra Liberalizm’e ilgi duymaya başlamış ve “Yeşil Kitap” yerine “Mavi Kitap” adı altında bir kitap yazmayı hedeflemişti.

    Bunların yanı sıra Kaddafi, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin Libya’yı Afrika’da önemli bir müttefik olarak görmesi, Avrupa ve ABD’nin de ülkedeki petrol ve doğalgaz rezervlerine göz dikmesinden dolayı önünde hiçbir engel tanımadan har vurup harman savuruyordu. Çocukları ile birlikte Avrupa’da “Sarışınlar” için paralarını yağdırırken, diğer yandan da dünyanın yeni bir “Che Guevara”sı olduğunu ispatlamak için İrlanda’daki Gizli Ordu Hareketi’nden Filipinler’deki Nur Misuari’nin liderliğini yaptığı Moro Milli Kurtuluş Cephesi (MNLF)’ne, Filistinli direniş örgütlerinden, Latin Amerika ve Afrika’daki örgütlere paralar yağdırdı. Para onun değil miydi? Zaten deli olarak adlandırılmıyor muydu? O halde ne yapsa yeridir dercesine har vurup harman savurdu.

    Lâkin Batı, çok yüksek düzeyde bir serveti elinde bulunduran Kaddafi’nin bu paraları gelişi güzel sarfetmesini hazmedemiyordu. Bundan dolayı Kaddafi’nin başına çoraplar örerek elindeki paraların büyük yekûnuna el koymak istiyordu. 1986 yılında Berlin’de ABD askerlerinin uğrak yeri olan bir diskoteğin bombalanmasından sorumlu tutuldu ve ardından Amerikan jetleri Libya’yı bombaladı. 1988 yılında İskoçya’nın Lockerbie kentinde Pam Am uçağının bombalanmasından da Kaddafi sorumlu tutuldu. Lockerbie olayından sonra, ambargoya maruz kalan ülkesi, yıllarca varlık içinde yokluğu yaşadı. Dünya kamuoyunda zor durumda kalan Kaddafi, bu sıkıntıdan kurtulmak için milyar dolarlarca para sarfetti. Sadece uçakta ölen 270 kişinin ailesine tazminat ödemekle yetinmedi, bu davanın sürdüğü yıllar boyunca dünyanın tanınmış birçok devleti liderine ve aracı kurumlarına oluk oluk para yağdırdı. Ancak herkes Kaddafi’nin bu her iki olayla da bağlantısının olmadığını çok mu, çok iyi biliyordu. Fakat, işe yarar bir deliyi dizginlemekten başka bir yol yoktu batı için!?…

    Soğuk Savaş sonrası dünya adım adım değişmeye başladı. Doğu Avrupa’daki ve Orta Asya’daki ABD ve Sovyetlerin uyduları bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladı. Ama batı, İslam dünyasında İslamcıların iktidarı ele geçirme korkusu yüzünden soğuk savaş liderlerini sunî yöntemlerle ayakta tutmaya çalıştı. Halk desteğinden yoksun olan topal ördek misali bu dikta rejimler, sübvansiyonlarla diriltilmeye çalışıldı. Ancak değişim rüzgârı güçlü geliyordu ve bunların ayakta durması da imkânsızdı. Irak ve Afganistan işgalinden sonra tüm Müslüman ülkelerde halklar yönetimlerine karşı ayaklanmaya başladı. Batıdan halen destek almaya devam eden ülkeler bu gösterileri geçmişte olduğu gibi şiddetle bastırmaya devam etti. 2008 hem Tunus ve hem Mısır’da başlayan işçi gösterileri yönetimleri devirecek aşamaya gelmişti. 2005 yılında ayaklanan yüzbinlerce göstericinin üzerine Kaddafi’nin ordusu ateş açmış ve bine yakın kişiyi öldürmüştü. Kaddafi’nin 1997 yılında bir cezaevinde başlayan isyanı bastırmak için buldozerlerle cezaevi duvarlarını mahkûmları üzerine yıkmış ve 2 bine yakın insanı ezerek öldürmüştü.

    Kaddafi, aslında iktidara geldiği günden beri tüm muhaliflerinin sesini kısıyordu. Çoğunu kendine uygun bir yöntemle ortadan yok ediyordu. Bundan dolayı muhaliflerin çoğu ya Avrupa’ya ve Arap ülkelerine kaçtı ya da cezaevlerinde ömür boyu hapse mahkûm edildi. Cezaevlerindeki insanların birçoğu da inanılmaz işkence yöntemleri ile katledildi. Aslında Kaddafi’ye karşı her zaman ayaklanmalar oldu ancak batının göz yumması yüzünden muhalif sesler çok sert bir şekilde bastırıldı.

    İşte bu süre zarfında Muammer Kaddafi, 41 yıllık iktidarı döneminde bugün sonunun gelmesini sağlayacak hatalara da imza attı. Maalesef, geçmişte geçerli olan kaidelerin bugün hükümsüz olduğunu diğer diktatörler gibi göremedi. Onlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

    1-Kaddafi darbe yaptıktan sonra kendi kabilesi dışında hiçbir kabileyi yönetime ortak kılmadı hatta onları tasfiye etti. Çok farklı kabile gruplarının bulunduğu Libya’da Soğuk Savaş döneminde bu usul geçerli olabilirdi, ancak bugün bu artık tutmuyor. Bugün Kaddafi’nin dışladığı tüm kabileler ona karşı ayaklanmanın başını çekiyor.

    2-Kaddafi’nin kendi çıkarları ve hevesi için har vurup harman savurduğu petrol ve doğal gaz paraları geçmişte işine çok yarıyordu fakat bugün artık yaramıyor. Çünkü geçmişte petrol almak için ayağına gelenler, bugün çok farklı petrol kaynakları keşfettiler ve artık petrol üreticilerinin kendi ayaklarına gelmesini talep ediyorlar. Hâlihazırda petrole sahip ülkeler, geçmişte ayaklarına çağırdıkları efendilerinin ayaklarının dibinden eksik olmuyorlar.

    3-Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni dengeler, yönetimlerde de belirli değişiklikleri beraberinde getirdi. Günümüzün süper güçlerinin artık her yerde askeri üslere ihtiyacı yok. Çünkü bundan böyle işlerini havadan ve uydudan görüyorlar. Farklı yöntemlerle ülkeleri cezalandırıyorlar…

    4-Yine geçmişte olduğu gibi bugün süper güçlerin savaş için artık meydanlara ihtiyacı kalmadı. Küçük ve orta ölçekteki devletler CNN gibi televizyonlar ve CIA gibi istihbarat ağları ile çok rahat bir şekilde devriliyor.

    5-Soğuk Savaş döneminde faşist ve diktatör devletler, batıyı irtica veya komünizm fobisiyle korkutarak ayakta duruyordu. Fakat bugün artık buna ihtiyaç kalmadı. Batı, kendi işini kendisi görüyor.

    6-Geçen asırda dünyanın birçok yerinde eğitim-öğretim durumu çok düşüktü. Onun için para ve erki elinde bulunduran kişiler, istediği gibi atını sürebiliyordu. Ama bugün dünya değişti. Yüzde 60’dan fazlası gençlerden oluşan Müslüman ülkelerde yeni nesil başlarında halkını fakirleştiren, yolsuzluğa bulaşmış ve baskı ile ayakta duran insanları istemiyor…

    7-Halklar, artık ben devlet başkanı değilim safsatasını yutmuyor. Yeni dünya da buna pabuç bırakmıyor. İstediğiniz gibi bir sistem kuramıyorsunuz. Tüm insanları ikna etmeniz gerekiyor. Herkese eşit davranmanız gerekiyor. Devlet başkanı değilsin amma petrol ve doğalgaz paralarını ne diye cebe indiriyorsun o halde?.. Bilin ki, artık sorgulayan bir dünya var ve şeffaf olmak zorundasınız…

    Tüm bunlardan sonra görünen şu ki, Kaddafi ve benzerlerinin sonu yaklaşıyor. Çünkü, dünya değişti onlar hâlâ aynı teraneleri okumaya devam ediyor. Saddam, ya da Çavuşesku gibi bir son onu bekliyor. Batı da, yıllarca beslediği insanları sözde insani yardım adı altında kurtarmak için girişimde bulunacağına içten gelen değişime halel getirmesi yeter, kimsenin batıdan yardım istediği falan yok. Batı dünyası kendi kendine gelin güvey olmasın…

    Hâsılıkelâm, burada asıl sorgulanması gereken konular şunlar; Kaddafi’nin 41 yıl nasıl iktidarda kaldığı, yıllarca maddi anlamda finanse ettiği örgütler, yazarlar, dini liderler, devlet liderleri ve orduların listesi ve 1969 darbesinde Kaddafi’ye Türkiye’nin destek verip, vermediği…

  4. Güney Sudan, İsrail ve zavallı ülkeler

    Leave a Comment

    Tüm dünya Sudan’daki referanduma odaklanmış durumda. Afrika’nın en fazla toprağına ve Nijerya’dan sonra Afrika’nın en zengin petrol rezervlerine sahip Müslüman ülkesi Sudan 9 Ocak 2011 yani yarın Güney Sudan’ın kaderi için halkoylamasına gidiyor. Güney bölgesinde Müslümanlar çoğunlukta olmalarına rağmen bölgedeki Hıristiyan milislere batının ve İsrail’in desteği ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdi.

    Güney’in bu aşamaya nasıl geldiğini bölgenin ilk ayrılıkçı hareketi Anya Nya lideri Joseph Lagu, geçtiğimiz aylarda yayımlanan hatıratında açık bir şekilde ifade ediyor. 1955 yılında Kuzey Sudan’a yönelik saldırılara başladıklarını belirten Lagu hatıratında, 1967 İsrail-Arap savaşı sonrası İsrail Devlet Başkanına mektup yazdığını ve orada şunlara yer verdiğini söylüyor: “Arapları yenen Allah’ın seçkin halkı olmanızdan dolayı çok mutluyum. Bizi maddi ve manevi desteklemeniz halinde Mısır’a destek veren Sudan’ı bizler de alt edebiliriz.” Lagu bu mektup sonrası İsrail’in kendilerine silah yığdığını ve 18 bin kişi silahlandırdığı kaydediyor.

    Joseph Lagu’nun hatıratından bu bölümleri okuyunca 2003 yılında Özgün İrade dergisinde neşrettiğim ve konuyu aydınlatacak makalem aklıma geldi. Sudan’da olup bitenlerin iyi anlaşılması için makaleyi tekrar istifadenize sunuyorum:

    Tel Aviv Üniversitesine bağlı ‘Moshe Dayan Ortadoğu ve Afrika Araştırmalar Merkezi’ (The Moshe Dayan Center For Middle Eastern and African Studies)’nin 2003 yılında yayımladığı “İsrail ve Sudan Kurtuluş Hareketi-Başlangıç Noktası ve Hareket Merhalesi” adlı kitap Sudan’da olup bitenleri çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Kitabın müellifi ise Mossad’ın emekli başkanlarından Moshe Farchi. İbranice olarak yazılan kitap yüz sahifeden müteşekkil. Farchi, Sudan yönetimine karşı uzun yıllardır mücadele eden John Grang destek veren İsrailli birliğin askeri kanatın içinde yer aldı.

    Kitap iki yönüyle çok önemli muhtevalar içermektedir. Birincisi, İsrail istihbaratının Güney Sudan’daki en büyük ayrılıkçı grup olan Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (Sudanese People’s Liberation Movement) SPLM ile örgütün askeri kanadı olan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu (Sudanese People’s Liberation Army) SPLA’nın ele başı John Grang’a verdiği silah, para, istihbarat, uzman, diplomatik ve siyasi desteği tafsilatıyla açıklamasıdır. İkincisi de yine birincisi kadar önemli malumatları ihtiva etmektedir. Bu bölümde, İsrail’in İslam âlemini ve Afrika’yı zayıflatma ve bölme stratejisine geniş bir yer ayrılmakta. Bunların başında özellikle Mısır geliyor. 1979’da İsrail-Mısır arasında imzalanan barış ittifakına rağmen İsrail’in, Mısır’ı zayıflatma ve bölme çalışmalarına devam ettiği vurgulanıyor.

    İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gurion (1886-1973), ordu komutanlarına, istihbarat birimlerinin ve güvenlik müesseselerinin sorumluları ile birlikte siyasi liderlere yaptığı bir konuşmada, “Biz küçük bir halkız. İmkânlarımız ve kaynaklarımız kısıtlıdır. Arap ve İslam ülkelerindeki düşmanlarımızla muamelelerimizde mutlaka ilaç olacak bir gedik aramalıyız. Onlar ile tanışmamız esnasında zayıf noktalarını keşfetmeliyiz. Özellikle cemaatler, ırki azınlıklar ve mezhepler arasındaki ilişkileri ele alın. Böylelikle bu sorunların daha da büyümesi için iştirakte bulunacağız. Sonunda bu sorunlar içinden çıkılmaz hale gelecektir.” demişti. Kitabın yazarı, İsrail’in azınlıklar üzerindeki çalışmasının 40’lı yılların sonunda başladığını ve bunun içinde ilk hedef olarak Irak, Suriye ve Sudan’ın seçildiğini vurguluyor.

    Kuzey Irak ile Güney Sudan Arasındaki Bağlantı Nedir?

    Moshe Farchi, kitabın giriş bölümünde şunları söylemekte, “İsrailli merciler, Güney Sudan’daki liderlerle özel ve ciddi ilişkiler oluşturmanın ehemmiyetini kavradı. Ve böylece Güney Sudanla olan ilişkilerini Kuzey Irak’taki Kürt liderler Mustafa Barzani sonra da oğlu Mesut Barzani ile olan ilişkilere benzer şekilde inşa ettiler. Keza hedefin gerçekleşmesi için Sudan Kurtuluş Hareketi ile yardımlaşma ve diyalog içine girebilecek bazı İsrailli seçkin kişilerden bir birlik oluşturuldu. Birlik üç mütehassıs ekipten teşekkül etmişti; birincisi siyasi işlerden sorumlu ekip, ikincisi askeri alandan sorumlu ekip ve üçüncüsü de istihbarat ve güvenlik alanında çalışacak ekipti (Kitabın yazarı ise ikinci ekip içerisinde yer alıyordu).”

    İsrail tarafından oluşturulan benzeri birliklerin üç önemli görevinin olduğunu belirten yazar, bunları şöyle sıralıyor:
    1- İsrail’in güvenliğini sağlamak için güçlü askeri bir gücün inşası.
    2- Arap ve İslam dünyasını saran önemli devletler ile ilişki ve yardımlaşma için girmek. Yazar, İsrail’in bunun için özellikle üç ülkeyi saç ayak olarak seçtiğini belirtiyor. Bunlar, İran, Türkiye ve Habeşistan (Etiyopya). İsrail, bu üç ülkeyle askeri ilişkilerini geliştirmeye önem verdi. 1958 yılında hem Ankara’da hem de Tahran’da dört ülkenin genelkurmay başkanları arasında gizli toplantılar yapıldı. İsrail İran, Türkiye ve Habeşistan’a onbinlerce askeri uzman gönderdi. 77 ve 78’li yıllarda İran’da 20 bin İsraillinin bulunduğu kaydediliyor. Her üç ülke aynı zamanda İsrail tarafında silah deposu haline getirildi. Farchi, İran İslam devrimi sonrası önemli bir ayağını kaybeden İsrail’in, özellikle Türkiye’yi kaybetmemek için yoğun çabalar sarfettiğini bildiriyor.

    3- Arap ve İslam dünyasındaki azınlıklarla ilişkiler içine girip sorunun büyümesini sağlamak. (Kitapta, İsrail’in bunun içinde özellikle Irak, Sudan, Lübnan ve Suriye’yi seçtiği kaydediliyor.)

    Sudan’a sızan İsrailli uzmanlar, ilk önceleri John Grang ve hareketi üzerine malumatlar topladı daha sonra Grang’a güvenleri oluşunca onu Sudan’da hayallerini gerçekleştirmesi ve devlet kurması için desteklemeye başladılar.

    Kitabın yazarı Moshe Farchi, SPLA lideri John Grang’ın 2004 baharında Eritre’nin başkenti Asmara’yı ziyaret eden İsrail Savunma Bakanlığından bir ileri gelen, “Sizler ezilen halklar, azınlıklar ve cemaatlerin destekçisiniz. Sizler olmasaydınız Kürtler, Arapların köleliğinden kurtulamayacaklardı. Zira, Güneyliler de sırtlarındaki kölelik, zillet, boyun eğme ve hizmetkarlık tozunu silkip üzerlerinden atmak istiyor. Kuzeylilerden ayrıldığımızda dahi sizinle olan özel ilişkilerimizi devam ettirmekten yanayız.” Farchi, Grang’ın bu sözleri, İsrail sayesinde barış görüşmelerinde elde ettiği zaferden dolayı teşekkürlerini iletirken ifade ettiğini belirtiyor.

    Kuşatma Altındaki Sudan ve Casuslar

    Moshe Farchi, İsrail’in hedefini gerçekleştirmek için Mısır’ı zayıflatmak ve arkadan tehdit etmek için Sudan’ı kuşatıp ve Güney bölgesini ayırmanın yollarını aradığını ve bunun için 1956-1977 yılları arasında 32 Afrika devletiyle çok ciddi ilişkiler içine girildiğini vurguluyor. Kitapta, John Grang’ın nasıl imtihan edildiğinden tutunda (İsrail’e güvenini ölçmek için) maddi olarak desteklenmesinden silahlandırılmasına kadar tüm konular etraflıca anlatılmış.

    Kitabın birinci bölümü “Sudan’a Giriş Yolu Afrika” adını taşıyor. İnsan bu bölümü okuyunca dehşete kapılıyor. İsrail’in Sudan’ın Güneyine nüfuz etmek ve bölmek için Afrika’yı kontrol altına almak, kalbine intişar etmek, Sudan’a yaklaşmak ve kuşatmak için nelere başvurduğunu hayretler içinde okuyor. İlk hedefleri ise, Sudan’a stratejik önem kazandıran Kızıl Deniz ile bağlantısını kesmek ve (Yahudiler için kutsal olarak kabul edilen) Nil nehrine ulaşmak. Bunun 50’lilerin başlarından ve 60’ların sonlarında uygulamaya sokulduğunu vurgulayan yazar şunları söylemekte, “Bölgeye büyük bir önem gösteren İsrail, Etiyopya, Kongo, Zaire sonra Uganda ve Kenya üzerinden Afrika’ya diplomatlar, uzmanlar, müsteşarlar gönderdi. Bunların başında Ehud Ehzbail ve Eshir Ben Nasan gibi Mossad’ın iki zor adamı bulunuyordu. Yine Mossad’ın ileri gelen adamlarından ve savunma cihazları sorumlusu Ahron Zair’in bölgeye 5 bin ziraat, bina uzmanı ve Müsteşarın gönderilmesinde büyük rolü oldu. Bunlara ek olarak askeri uzmanlar, Sudan’a komşu ülkelerin ordularını organize etme, eğitme ve silahlandırma görevlerinde yer aldılar. Böylece Sudan’daki tüm gelişmeler kontrol altına alınacak ve Sudan’ın Güneyindeki ayrılıkçı örgütler desteklenmiş olacaktı.”

    Etiyopya’nın son imparatoru Haile Selasiye, Siyonistlerin pek sevdiği bir liderdi. İsrail ile “sıkı ilişkiler” içine girmiş ve İsrail ordusu tarafından destekleniyordu. Onun sayesinde İsrailli uzmanlar, Etiyopya’nın emniyet, istihbarat, ordu ve Dışişleri Bakanlığını ele geçirdiler. Etiyopya’da hâlâ bile İsrail’in desteği olmadan kimse bu birimlerde üst makamlara gelememektedir. İsrail, Etiyopya’da ve Afrika’da özellikle Etiyopya Yahudileri olan Falaşaları kullanıyordu. Falaşalar, İsrail’e ilk olarak 1955’te götürüldüler. Khar Batya diye bilinen yerleşim bölgesindeki Yahudiler bunlar. Daha sonra,1979-85 yılları arasında Sudan üzerinden 40 bin Falaşa ‘Musa Operasyonu’ diye bilinen bir hareketle İsrail’e getirildi. 3.7.2001 tarihli Ha’aretz gazetesinin haberine göre, Etiyopya iç harbi sıralarında İsrail istihbarat teşkilâtı MOSSAD lehine çalışan bu Yahudilere verilen güzel vaadler; İsrail’e göçtüklerinde unutuldu. Yani Falaşalar umduklarını bulamadılar. 1991’de ise, ‘Süleyman Operasyonu’ adı verilen bir hareketle 15 bin Falaşa daha İsrail’e götürüldü.

    Şurası bir gerçek ki; Afrika kimliklerini ve kültürlerini geride bırakıp, yeni bir kimlik arayışı için büyük umutlarla İsrail’e giden Falaşalar, beyaz ırktan oluşan İsrail toplumuyla uyuşamıyorlar; daha doğrusu dışlanıyorlardı. Falaşalar İsrail’de ikinci sınıf insan muamelesi görmelerine rağmen, Afrika’da Mossad adına en çok çalışan kişiler olarak da biliniyor. İsrail, bunların büyük kısmını eğittikten sonra Güney Sudan’a yerleştirdi. Bölgeye yerleştirilen Falaşaların hepsi ayrılıkçı örgütleri destekliyor ve bunların içinde önemli mevkilere getiriliyorlardı. Mossad’ın İsrail’e götürdüğü ancak sonradan herhangi bir işte kullanılamayan Falaşalar ise, İsrail yönetimi tarafında ya öldürüldü veya bilimsel denemelerde kobay olarak kullanıldılar. İbranice bilmeyen Falaşalar, ibadetlerini Ge’ez dilinde yapıyorlar. Tevrat’a göre amel edip, Talmud’u bilmiyorlar. İşte bu yüzden bazı dinler tarihi uzmanları Falaşaların Yahudiliklerinden şüphe ediyorlar.

    İsrail’in Afrika’daki üsleri ve şirketleri
    İsrailli casuslar Etiyopya’da özellikle ziraat ürünleri ve balık konservesi işiyle uğraşan “Ankoda” şirketi adı altına çalışıyorlardı. İsrailli casuslar ve işbirlikçileri bu şirket adı altında Sudan ve Yemen’e giriyorlardı. Ve yine bu kanal aracılığıyla İsrail, Güney Sudan’daki ayrılıkçı insanlar ile ilişkilerini geliştirdi. İsrail, Etiyopya ile askeri ilişkilerine önem veriyordu. 60’lı yıllarda Etiyopya ordusuna eğitim veren İsrailli uzman sayısı 600 idi. Etiyopya’ya her türlü İsrail yapımı silah, füze ve savaş helikopteri yardımı yapmaktan çekinmeyen İsrail, bugün Etiyopya başta olmak üzere, Kenya, Angola, Mozambik, Orta Afrika Cumhuriyeti, Tanzanya, Gana, Zaire, Çad, Uganda ve Kongo’da askeri üsleri bulunmaktadır. Bunların çoğu Arap ülkelerini kontrol altına almak için, Kızıl Deniz ve Sudan hudutlarına yakın bir yerde inşa edilmişlerdir.

    İsrail Etiyopya’ya uyguladığı politikanın aynısı Uganda’ya uyguladı. Uganda’ya da 500 İsrailli uzman gönderildi. Böylelikle Uganda’ya diplomatik, askeri ve istihbarat desteği verildi. Uganda ordusu İsrail yapımı silahlar ile donatıldı. Eritre 1993 yılında bağımsızlığını elde etmesiyle İsrail bu kez bu ülkeye yöneldi. Kitabın yazarı Moshe Farchi Eritre için şöyle demektedir, “Afrika kıtasındaki İsrail’in en güçlü stratejik ortağı. Sudan ve Yemen’in güvenliği tehdit eden Kızıl Deniz hudutlarındaki en önemli üsler buradadır.” 1996 yılından sonra Afrika ülkelerine yapılan İsrail’in askeri yardımları Eritre üzerinde yapılmaya başlandı. Resmi kayıtlara göre 1997 yılında Eritre’de bulunan İsrail uzmanların sayısı 710 idi. Bunların 650’si askeri alanda, diğer 60’ı ise Eritre istihbaratı aracılığıyla Yemen, Sudan ve Mısır’da Casusluk yapıyorlardı.

    İsrail’in Güney Sudan’a Sirayeti
    İsrail’in, Güney Sudanla bağlantıları Addis Ababa’da bulunan İsrail Konsolosluğu aracılığıyla başladı. Etiyopya’da kurulan İsrail şirketleri bu bağlantıları sağlıyordu. Güney Sudan’la ilk bağlantıyı sağlayan kişi “Ankoda” şirketi müdürü Mossad ajanı Eshir Ben Nasan’dı. Bu şirket ilk önceleri Güney Sudan’da, içine rahatlıkla sirayet edebileceği kabileyi araştırdı. Güney Sudan’da yapılan uzun araştırmadan sonra “Danka” kabilesi üzerinde karar kılındı. Mıntıkanın en güçlü kabilesiydi. İsrail bu kapı aracılığıyla Güney’e girdi. Bu kabile Güney Sudan’ın en büyük ayrılıkçı hareketi olan SPLM/A’nın lideri John Grang’ın kabilesiydi. İsrail’in Güney Sudan’a sirayetinde aynı zamanda en önemli rolü üstlenen kişilerden biri de Mossad’ın önemli işler adamı David Kamhi idi. Kamhi, bu başarısında sonra İsrail Dış İşleri Bakanlığı Genel Müdürü olarak tayin edildi. Böylelikle, İsrail Güney Sudan ve komşu ülkeler aracılığıyla Sudan ordusunun içine rahatlıkla ulaşarak, buradaki Güney Sudanlılarla bağlantıya geçti. Daha sonra ordudaki Güneyliler aracılığıyla ayrılıkçıların güçlenmesini sağladı.

    Kitapta İsrail’in Güney Sudan’daki ayrılıkçı örgütlere yardımının beş merhalede gerçekleştiği kaydediliyor. Merhaleler özet olarak şunlar:
    1- 50’lı yıllarda İsrail iki şey üzerinde durdu; Birincisi güneylilere insani yardım (ilaç, gıda ve doktor), ikincisi Güney’deki kabileleri tespit etmek ve Kuzey ile Güney arasındaki sorunun kaynağına yoğunlaşmak.
    2- 60’lı yıllarda ise şunlar gerçekleşti. İsrail Uganda üzerinden Güney Sudan’a silah aktarmaya başladı. İlk silah girişi 1962 yılında oldu. Silahların çoğu İsrail’in 1956 yılında Mısır’dan ele geçirdiği hafif Rus silahları idi. Buna ek olarak İsrail’in Uzi silahları da Güney Sudanlılara satıldı. Ancak daha sonra Güneye silah aktarımında Etiyopya en başta rol aldı. İsrailli askeri uzmanlar Etiyopya üzerinde Sudan’a gidip askeri eğitim veriyorlardı.
    3- Üçüncü merhale ise 60’ların ortasından başlayıp 70’li yıllara kadar uzanıyor. İsrail Mossad adına çalışan aracı “Cabi Şefik” aracılığıyla Güneye silah vermeyi sürdürdü. İsrail’in güneye aktardığı silahların büyük yekûnunu 1967 harbinde ele geçirdiği Rus silahları oluşturuyordu. İsrail aynı zamanda Güney Sudan’da kurduğu askeri okul aracılığıyla ayrılıkçıları eğitiyordu. Ayrılıkçı liderlerin çoğu bu okuldan mezun oldu. Ayrılıkçıları eğiten İsrailli uzmanlar, aynı zamanda bizzat Sudan yönetimi ile devam eden çatışmalara da iştirak ediyorlardı.
    4- Dördüncü merhale ise 70’lerin sonundan 80’li yıllara kadar sürüyor. 1972’de Addis Ababa’da yapılan nısbi antlaşma ile Güney’e özerklik verildi. 1978 yılında Güney’deki Bentu bölgesinde petrol bulundu. Bunun ardından emperyalist güçlerde bölgeye müdahalede bulunmaya çalıştılar. Ayrılıkçı örgütlere bu kez emperyalistlerin desteği de yoğunlaştı. Etiyopya’nın Güneye silah yardımı da iki misli arttı ve bir radyo istasyonu güneylilerin tasarrufunu tamamen devredildi. 16 Mayıs 1983’de ayrılıkçı örgütlerin Sudan ordusuna saldırılarıyla çatışmalar alevlendi. Aynı yıl Etiyopya’da John Grang ve yardımcısı Salva Kiir öncülüğünde kurulan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu (SPLA)’nun kurulmasıyla saldırılar yoğunlaştı. İsrail, Grang’ın ordusuna son teknoloji yapımı silahlar ile destek verirken aynı zamanda savaş pilotlarıyla da yardımda bulunuyordu. İsrail, uydu aracılığıyla Sudan ordusunun resimlerini çekiyor ve güney’deki ayrılıkçılara bildiriyordu. İsrailli pilotlar ve uzmanlarda Güney ordusuna havadan ve karadan destek veriyorlardı. Sudan yönetimi, 1988 yılında 2’si Mossad ajanı olmak üzere 5 İsrailli askeri uzmanı çatışmalarda öldürdü. 1990 yılında Sudan’ın bir çok şehrinin Güneyliler tarafında işgal edilmesinde İsrailli uzmanların baş görevlerde bulunduğu da kaydediliyor kitapta.
    5- Beşinci merhale 1990’da başladı ve günümüze kadar devam ediyor. Bu merhale, ‘olgunlaştıktan sonra meyveyi koparma dönemi’ olarak adlandırılıyor. Bu dönemde İsrail’in John Grang’a ve SPLA’ya verdiği destek zirveye ulaşıyor. Etiyopya yerine Kenya iki ülke arasında köprü vazifesi görmeye başladı. İsrail ordusu SPLA’yı gelişmiş silahlar ve mallara boğdu. Öyle ki SPLA, Sudan ordusundan daha modern teçhizatlı konuma geldi. Bu gelişmeler SPLA’nın siyasi kanadı olan Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SPLM)’nin Hartum yönetimi ile görüşmelerdeki elinde güçlendirdi. Sudan yönetimi ya güneyi terk edecek ya da isyancı örgütlerin sunduğu en ağır şartları kabul etmek zorunda kalacaktı. Hartum yönetimi ikincisini kabul etmek zorunda kaldı. Yönetime güneyliler ortak olduğu gibi, yer altı kaynaklarını da paylaşacaklardı. Ve 6 yıl sonra yapılacak referandum ile Güneyin kaderi belirlenecekti. 2003’te imzalanan Nairobi’deki antlaşmanın içeriği buydu. Grang, Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in yardımcısı olarak kabul edildi. (Geçen yıl bu gelişmelerin olduğu bir dönemde bu kez Darfur olayları patlak verdi. Ve 17 aydır da devam ediyor.)

    İsrail’den eski ayrılıkçı lider John Grang’a 500 Milyon Dolar Yardım
    Moshe Farchi’nin kitabında kaydettiği diğer önemli malumatlar şunlar:
    1- İsrail’in John Grang’a olan güveni İsrailli subayların Grang’ı birkaç şahsi eğitime tabi tutmasından sonra pekişti. Kenya, Tanzanya, Uganda ve Zaire’de bulunan ABD Büyükelçilikleri tarafından Grang önerilmişti. 1945 yılında yukarı Nil’de doğan Grang, Orta okulu Tanzanya’da okudu. Sınıf arkadaşlarından biri de Uganda Cumhurbaşkanı Museveni idi. Amerika’da okumak için burs kazandı. ABD’de ziraat ekonomisi üzerine doktorasını yaptı. ABD bulunduğu sıralarda askeri eğitim gördü. Daha sonra İsrail’de ülke güvenliği fakültesinde askeri devriyelere katıldı. Özellikle Kenya ve Tanzanya’daki ülkeler olmak üzere komşu ülkelerdeki İsrail Büyük elçilikleri aracılığıyla üç kez İsrail ziyaret etti. Sudan ordusunda Albay idi. Mayıs 1983’de Sudan Cumhurbaşkanı Numeyri tarafından isyanı bastırmak için güney bölgesine gönderildi. Ancak aynı yıl ordudan ayrılarak isyancı Sudan Halk Kurtuluş Ordusu adlı örgütün başına geçti.
    2- Sudan Halk Kurtuluş Ordusu’ndaki liderlerin ve subayların aylıklarını İsrail ödüyordu. İsrail’de yayımlanan askeri dergi “Marghun” İsrail’in Güney Kurtuluş Ordusuna takdim ettiği miktarın 500 milyon dolar olduğunu yazdı. Bu miktarın büyük bölümü ise ABD tarafından karşılanmıştı.
    3- İsrail aynı zamanda Nil nehrinin yönünü değiştirmek için Güneylileri ikna etti. Güneylilerin Kuzeylilere nazaran bu suyu daha hak ettiklerini bildirdi. İsrail’in hedefi Etiyopya’da Nil nehri üzerine kurduğu barajlar ve Güney Sudan’a akan mavi Nil Nehri’nin sularının başka yöne kanalize edilerek Mısır ve Sudan’ı zor durumda bırakmaktı. İsrail aynı zamanda demografik yapıyıdeğiştirmek için Güney Sudan’a Mısır’dan 6 bin çiftçiyi göndereceğini iddia etmişti (Irak’ta olduğu gibi).
    4- Güney’de petrolünü bulunmasıyla İsrail, Sudan’ın güneyine petrol aramalarında bulunması için bir heyete gönderdi. Heyetin başında İsrailli prof. Elyahu Lunfiski bulunuyordu. Bunun ardından Güney’deki isyancılar, Sudan yönetiminden petrol’den olan hisselerini istemeye başladılar.
    5- İsrail, John Grang’a olan maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra 2003 yılında hizmetine İsrail’de eğitilen Etiyopyalı Yahudi Falaşalardan bir subay gurubu sundu. Kitabın yazarı Farchi, bunlardan bazılarının isimlerini zikrediyor.
    6- Tüm bu gelişmelerin ardından John Grang, Güney Sudan’ın ayrılacağını ve bağımsız bir devlet kuracağını ilan etti. Grang bunu ABD, İsrail ve komşu ülkelere bildirdi. Grang bunu gerçekleştirdiği anda Sudan hükümetinin kendisine saldırı düzenlemesi halinde, ABD’nin yanında yer alıp bölgeye müdahale etmesini istedi. ABD Savunma Bakanlığı’da bunun üzerine Kenya, Tanzanya ve Eritre’deki birliklerini Sudan’a müdahale için gerekli bir emre kadar hazır beklemelerini istedi.
    Kitap’tan çıkarılacak sonuç

    Kitaba İsrail’in stratejik “protokolleri” dersek yeridir. Çünkü kitap İsrail’in Ortadoğu ve Afrika siyaseti hakkında çok önemli malumatlar içermekte. Umarız bu kitap en yakın zamanda Türkçe’ye kazandırılır. Ki böylece umarız bazılarının gözleri açılırda etrafımızda cereyan eden çatışmaların hakikatini de böylece anlamış oluruz. Bugün ABD, İngiltere ve İsrail tarafından başlatılan küresel savaşın hedefinin İslam ve Müslümanlar olduğu gün gibi ortada. Kendileri kurdukları komploları Müslümanların üzerine yıkıyor, daha sonrada yine Müslüman toprakları işgal ediyorlar. Umarız Müslümanlar ferasetleriyle olup bitenleri hakkıyla anlar ve tepkisel hareketler yerine en uygun bir şekilde bunlara cevaplarını verirler.

  5. WikiLeaks, fuhuş, yolsuzluk ve İslamcılar

    Leave a Comment

    Kim tarafından ortaya çıkarılırsa çıkarılsın WikiLeaks’in ortalığa saçtığı belgelerden sonra yeni döneme girdiğimiz ayan beyan görünüyor. Artık hiçbir şey gizli kalmayacak. Dijital veya görsel çağ olarak adlandırılan bu yüzyıl, mahremiyeti, sesli düşünmeyi ve değerleri alt üst ediyor…

    Herhangi bir yere düştüğünüz bir not, sarfettiğiniz bir söz, bulunduğunuz herhangi bir yer, mekân ve zamanı tüm mahremiyetiyle birlikte ‘Big Brother’ kaydediyor. Hotmail, Messanger, Yahoo ve Gmail gibi elektronik postalar, Facebook, FriendFeed, bloglar ve Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri, iPhone, iPad, cep telefonları, sokak kameraları, uydular, televizyon ve bilgisayar benzeri daha birçok elektronik cihaz an be an artık insanlığı gözetliyor… İnsanlığın artık bundan kurtuluşu namümkün.

    Mahkemelerde cep telefonu dinlemeleri ve görüntüleri delil olarak sunuluyor. Gizli kameralar tüm dünyada peynir-ekmek gibi satılıyor. İstediğiniz kişinin evini veya işyerini rahatlıkla dinleyebiliyor ya da görüntüleyebiliyorsunuz. Hatta bunun da ötesinde Google-earth gibi programlarla açık denizlerde, çölde ve dağlarda insanları takibe alabiliyorsunuz…

    Birçok ülkede gazetelere ve televizyonlara yansıyan cep telefonu dinlemeleri ve WikiLeaks’in ortaya koyduğu belgeler dünyanın kendisine yeniden çekin düzen vermesi gerektiğini ortaya koyuyor.

    Tüm dünya, WikiLeaks’in ortaya koyduğu belgelerin evrendeki etkisini konuşurken, haktan, ahlâktan ve adaletten bahseden biz Müslümanların da üzerinde daha derin düşünmemiz gereken bir mevzu var. O da, dünyayı sarıp sarmalayan bu ahlâki yozlaşma karşısında hakikaten bizler, Kur’an’ın ortaya koyduğu ve Hz. Peygamberin yol haritasını çizdiği hayatı yaşıyor muyuz?

    İşte bakın, tüm dünya medyası Müslüman liderlerin, siyasetçilerin, yazarların ve önderlerin ahlâksızlıklarını ve yolsuzluklarını bir bir ortaya seriyor. Müslümanlar dışındaki insanlar bu bataklığın içinde değil mi? Elbette ki içinde, ancak ahlâktan ve adaletten bahsedenlerin bu pisliğin içinde yer almaları olacak şey değil.

    WikiLeaks’in ortaya koydukları aysberg’in görünen yüzü. Daha derinlere indiğinizde tüm dünyadaki bazı Müslüman kimselerin de ahlâklısızlık ve yolsuzluk bataklığında nasıl yüzdüklerini görmek bu dinin hakiki müntesiplerini kahredecektir. Mesela aramızdaki bazı kimselerin Ukrayna’da, Rusya’da, Tayland’da veya diğer Avrupa ülkelerinde gönül eğlendirdiklerini çoğu kimse zaten biliyor. Bazılarının barlarda ya da özel gecelerde içki âlemlerine katıldıklarını biliyor musunuz? Hüseyin Üzmez türü hâlâ bazı kalpazanların dinciler içinde körpe kızların hayatlarını karattığını biliyor muydunuz? Televizyonlarda, gazete köşelerinde, vakıf ve derneklerimizde utanmadan bir de din adına ahkâm kesiyorlar… Peki, fabrikaları olan bazı zengin iş adamlarımızın farklı alanlarda işe fesat karıştırarak ihale üzerine ihale aldıklarını, almadıkları zamanlarda da adamlarını onun bunun üzerine saldırdıklarını biliyor muydunuz?

    Fakat tüm bunlara rağmen asıl utanç verici olan ise, hiç yapmaması gerekenleri dünyalık için bu günahlara ortak olmaları… Hatta bu günah gayyasında sarhoş olmuş adamların dini cemaatlere ve tasavvuf hareketlerine yön vermeye çalışmaları ise asla affedilecek bir şey değildir… Ünlü Alman şair Goethe’nin dediği gibi, “başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz.”

    Kısacası, zinaya, fuhşa ve yoksulsuzluğa bulaşmış bu insanların herhangi bir yapının içinde günah çıkartmalarına fırsat verilmemeli. Onun için ey Müslümanlar, Bilallerinize, Habbablarınıza, Ebuzerlerinize ve Sümeyyelerinize sahip çıkın, fakir ve yoksul oldukları için onları dışlamayın. “Aridu’l Kafa” yani kafaları oyunlara, kötülüğe ve çirkinliğe çalışmadığı için kovmayın.

    İş adamlarınızdan Ebu Bekir gibi olanlarına sahip çıkın, siyasetçilerinizden Ömer gibi olanlarına sahip çıkın ve yazarlarınız ve âlimlerinizden de Ali gibi olanlarına sahip çıkın…

    Onun için ey Müslümanlar! Artık şeffaf olun, mert olun, merd olun ve yeni bir ahlâk isyanı başlatın. Tüm dünya sizin çağrınıza muhtaç iken dünyanın yüzdüğü bu çirkefin içinde yüzme hakkınız yok, yok, yok…

    Ey Müslümanlar! Allah (cc) yarın neden iktidar olmadığınız için değil, her hâl ve şeraitte neden ibadet etmediğiniz, salih amel işlemediğiniz, fakire, yoksula ve yetime sahip çıkmadığınız için hesap soracaktır. Din imtihandır ve nasihattir…

    Hâsılıkelâm, nasıl şeffaf olmamız gerektiğine İslam tarihinde iki örnekle makaleme son verelim:

    1- Hz. Peygamber (sav), Mescid-i Şerifte itikâf iken Safiye validemiz O’nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye validemiz (r.anhâ) dönüp giderken, Allah Resûlü (sav) zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs kabilesinden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr’dir. Hz. Peygamber (s.a) onları durdurarak şöyleder: “Yanımdaki kadın karım Safiye’dir.” Onlar da “Sübhenallah ey Allah’ın Rasûlü, senin hakkında hiç şüphe edilir mi?” derler. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: “Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Zihinlerinize kötü bir düşünce yerleştirir diye korktum.”

    2- Hz. Ömer (ra) bir gün halka seslenir: – “Ey Cemaat! Dinleyin! Belleyin! Belledikten sonra da muktezasıyla amel edin!” diyordu.

    Birdenbire cemaatin içindeki sessizliği yırtan bir sesin yükseldiği duyuldu. Bütün halkın dikkatini, Hz. Ömer’in sesinden daha ziyade üzerinde toplayan bir ses sahibinin hemen orada dikiliverdiği görüldü. Bu zat kalkmış doğrulmuş minberin önünde, Hz. Ömer’e karşı:

    – “Hayır! Dinlemiyorum da bellemiyorum da!” diyen bir Sahabi idi…

    Niçin öyle diyordu, niçin Hz. Ömer’e itiraz ediyordu, kimse bilmiyordu ama bir kaç dakika sonra mesele açığa çıkacaktı. Ömer (ra) süslü bir gömlek giymişti o gün sırtına. O gömlekle çıkmış, ilk giydiği gömlekle halka hutbe irad ediyordu… O gömleğin kumaşı, bir gün önce ganimetle taksim edilen kumaş parçalarındandı. İtiraz eden Sahabiye de kumaştan parça verilmişti, fakat bir gömlek yapacak kadar olmadığı için kendisine bir gömlek yapamamıştı, belki çocuklarından birine ancak bir gömlek yapabilmişti. Sahabi Ömer’in sırtında gördüğü o tam gömleği görünce itiraz etmişti. Bir haksızlık hakkaniyete karşı bir tecavüz müşahede etmişti. İşte onun için Ömer’i dinlemiyordu ve dinlemediğini ilan ediyordu.

    Artık hutbe dinlenmiyordu camide, Hz. Ömer ile o sahabenin konuşması dinleniyordu. Sahabe:

    – “Ya Ömer! Allah’dan kork!” diyordu, “Zulmediyorsun” diyordu. “Dün bana bir parça kumaş verdin, kendine de aldın. Nasıl oluyor ki ben bir gömlek yapamıyorum, sen sırtına bir gömlek yapıyorsun, sonra da karşıma dikilip bana, dinleyin belleyin diyorsun! Ne dinlerim ne de bellerim seni!”

    Hz. Ömer belki da haksızlık karşısında böyle sükût etmeyen, hakkı pervazsızca anlatan böyle bir sahabiyi gördüğü için çok memnun olmuştu. Onu oradan kovmak için bir girişimde de bulunmak şöyle dursun meselenin vuzuha kavuşması için:

    – “Oğlum Abdullah! kalk ve bu gömleğin hikâyesini destanını anlatıver” demişti.

    Hz. Abdullah kalktı, camide babasını cemaate tezkiye ediyordu:

    – “Babama da bir parça kumaş düştü, bana da bir parça kumaş düştü ama ne ona düşen, ne de bana düşen ikimize de bir gömlek yapmadı. Onun için ben hissemi babama verdim, Cuma günü halkın karşısına çıkarken dar ve yamalı olan gömleği yerine cedid-yeni bir gömleği olsun, onunla halkın karşısına çıksın, hutbe okusun… Onun için böyle oldu bu. Yoksa babamın payına düşen kumaş bir gömlek çıkacak kadar değildi…”

    Aynı Sahabi sesi çıktığı kadar bağırıyordu:

    – “Söyle ya Ömer! Dinliyorum şimdi” diyordu… “Hakkaniyetini gördüğüm için, adaletini gördüğüm için diniyorum” diyordu…

  6. Hz. Hüseyin’in mesajı ve ümmet

    Leave a Comment

    İslam ümmeti, üzerinden asırlar geçmesine rağmen halen Hz. Hüseyin (ra) şehadetini gerçek manada irdelemeye korkuyor. Kimi Hz. Hüseyin’in şehadetini anmaktan uzak dururken, kimi de onun mesajını anlamak yerine kendilerine eziyet ederek çok aşırı gitmekte. Öte yandan, Hz. Hüseyni ve Hz. Ebuzeri kendilerine örnek edinip de ne İslam’la, ne özgürlükle, ne adaletle ne de onların vermek istediği gerçek mesaj ile hiçbir alakaları olmayanlar ise işin cabası…

    Bundan tam 1371 yıl önce Hz. Hüseyin çoğu kadın ve çocuktan oluşan 72 kutlu yolcu ile birlikte İslam tarihinin en uzun protesto yürüyüşüne neden çıktı? 10 Muharrem’de sona eren bu kutsal yürüyüş yol ayırımındaki ümmete ne tür büyük mesajlar taşıyordu?

    Eğer bugün Müslümanlar, işgallerden, sömürüden, yozlaşmaktan, dünyevileşmekten, despot yönetimlerden ve çürümüşlükten kurtulmak istiyorsa asırlar önce verilmek istenen bu mesajı çok iyi okumalı… Ancak bu mesajı okumak için ümmetin bu tarihi sahifesini görmezlikten gelimemeli ya da hain Kufeliler gibi ihanet duygusuyla kendisine işkence etmemeli. Mesaja… mesaja… yani Hüseyin’in ortaya koyduğu davaya odaklanılmalı…

    Sünnisiyle ve Şiisiyle herkes bilmeli ki, Hz. Hüseyin ve beraberindekiler şehid edilirken ümmetin sessiz kalması asla affedilecek bir durum değildir… Senelerdir dedelerimizin ve atalarımızın tuttukları yas, Zalim Yezid’e boyun eğişin ve Hz. Hüseyin’in davasına sahip çıkmamaktan kaynaklanan bir ar ve utanç olmasın? Ümmetin asırlardır belini bir türlü doğrulatamaması hem Kur’an’ın, hem Peygamberin hem de Hz. Hüseyin’in ortaya koyduğu mesajı doğru bir şekilde anlamamazlıktan kaynaklanmıyor mu? Hâlâ bile ümmetin Hüseyinleri Afganistan’da, Filistin’de, Somali’de, Çeçenistan’da, Irak’ta ve Yemen’de şehid edilirken sessiz kalmıyor muyuz? Kutsal mabedlerimiz kirletilirken dünyanın çirkin bataklığında bocalanmıyor muyuz?

    Hz. Hüseyin, Muaviye’nin, vefatından önce halefi olarak ümmetin başına Yezid’i tayin etme şekline ve insanların zorla biate zorlanmasına baş kaldırmıştı. Hüseyin’den sonra İmam Hanifeler, İmam Şafiler, İmam Malikler ve İmam Ahmedler de zorla biate karşı çıkmış ve bunun bedelini hemen hemen hepsi kanıyla ödemişti. Çünkü İslam tarihinin Raşid Halifeleri Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali kimseden zorla biat almamış bilakis ümmetin onayıyla seçilmişlerdi.

    Yezid’in seçilişi sonrası Hz. Hüseyin uzun ve tarihi bir yolculuğa çıkıyordu. Yürüyüşe başladığı andan itibaren zalim Yezid’in yüzlerce atlı ve silahlı adamı adım adım onları izliyor ve taciz ediyordu… Kafiledeki kadınların ve çocukların korkudan bedenleri titriyor ve çığlıkları bütün bir vahayı ve çölü inletiyordu…

    Hz. Hüseyin Kufelilerin daveti üzerine oraya doğru yola çıkmıştı. Ancak o da biliyordu ki onlar sözlerinde durmayacak ve ihanet edeceklerdi. Giderken yolda İkrime oğullarından birisiyle karşılaştı. Bu zat, Hz. Hüseyin’e “Canım sana feda olsun geri dön. Vallahi sen ancak mızrakların ucuna ve kılıçlara doğru gidiyorsun. Sana mektup yazanlara asla güvenme! Çünkü onlar seninle savaşmaya kalkacak ilk kişilerdir” dedi. Hüseyin bu cevabı onayladı ve şöyle dedi: “İş Allah’a kalmıştır. O ne dilemişse o olacaktır. Hükümleri her an yerine gelir. Eğer iradesi bizim arzumuz yönündeyse şükürler olsun deriz. Yok, ümitlerimiz boşa çıkarsa, o zaman da sabır ve geri çekilişimizin karşılığını alırız.”

    Hz. Peygamber (sav)’in cennetteki gençlerin efendisi olarak adlandırdığı Hz. Hüseyin, ümmetin tarihi bir yol ayırımında olduğunu bildiği için silahsız olarak kadın ve çocuklarla birlikte, -küçük bir grup bile olsalar. Tıpkı Mavi Marmara gemisinin seferi gibi- yola koyulmuş ve yürüyüş esnasında kendilerini dört bir yandan an ben an kuşatarak izleyen sözde halife Yezid’in Müslüman(!) askerlerine şu altın öğütlerde bulunuyordu:

    “Ey nâs (insanlar)! Hz. Peygamber buyurdu ki, ‘Kim ki zulmeden ve ilahi hududu aşan, Allah’a verdiği ahidden dönen ve peygamberin sünnetini hiçe sayıp, insanlar üzerinden zorla hükmünü yürüten bir yöneticiye rastlar da, söz ve eylemleriyle ona karşı çıkmaz ise Allah ahirette ona iyi bir hayat nasip etmeyecektir.’ Bakın! Onlar şeytanın peşinden gidip, Allah’ın hükümlerine karşı çıkıyorlar. Bozulma baş gösterdi. Allah’ın koyduğu hududu çiğniyorlar. Gayr-î Meşrû yollarla servet ediniyorlar. Meşrû, gayr-î meşrû oldu, gayr-î meşrû olana da meşrû kılıfı giydirildi.”

    “Ey nas! Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti. Tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz, hak ve doğru yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyebilecek kimse kalmadı. Zaman, her mü’minin Allah uğruna hakkı savunacağı zamandır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşama zulmün ta kendisidir.”

    Fakat, Hz. Hüseyin’in yürüyüş esnasında günlerce Yezid’in adamlarına ve dalkavuklarına yaptığı konuşmalar -birkaç kişi dışında- kalpleri ve gözleri mühürlenmiş bu insanlara tesir etmiyordu. Muharrem’in 10’u Cuma günü yaklaştığında gözü dönmüş bu canilerin büyük bir katliama girişeceklerini hisseden Hz. Hüseyin onlara son kez seslendi:

    “Ey nas! Soyuma şöyle bir bakın. Durun da, bir an için ben kimim, düşünün. Zihninizi kurcalayın, bilgilerinizi tazeleyin. Beni öldürmek ve bana duyulan saygıyı hiç saymak sizin için hak mıdır? Ben, sizin peygamberinizin kızı Fatıma’nın ve yeğeni Ali’nin oğlu değil miyim? Şehitlerin efendisi Hamza, babamın amcası değil miydi? Cafer-i Tayyar benim amcam değil midir? Peygamberin şu ünlü, ben ve kardeşim Hasan için “Cennet gençlerinin efendisi” diye buyuran hadisini hatırlamıyor musunuz? Eğer dediklerim doğruysa –ki kuşkusuz doğrudur, çünkü kendimi bildim bileli hiç yalan söylediğimi hatırlamıyorum- bana karşı kınından çekilmiş kılıçlarla durmayı mı reva görüyorsunuz? Eğer söylediklerime inanmıyorsanız, aranızda doğruluğunu ölçebilecek kimseler vardır. Peygamberin benim ve kardeşim hakkında böyle bir şey deyip demediğini onlar size söyler. Bu gerçeğin sizi kanımı dökmekten alıkoyması gerekmez mi? Allah’a yemin ederim ki, şu andan yeryüzünde benden başka peygamber torunu yoktur. Ben Peygamberinizin doğrudan doğruya sülbünden gelen bir torunuyum. Birinizin canına kıydımda mı, beni öldürmek istiyorsunuz? İçinizden birinin kanını mı akıttım? Bir kimsenin malını mı gasbettim? Evet, ne yaptım? Söyleyin! Nedir benim suçum? Nedir beni suçum?”

    Hüseyin bu soruyu üst üste sordu, amma cevap veren olmadı. Bilakis daha da gaddarlaşıyordu zalimler. Hz. Hüseyin’in üzerine saldırmak için vakit kolluyorlardı. 10 Muharrem’de gün daha ağarmadan sabah namazı sonrası saldırıya geçti katiller ve gaspçılar ordusu… Kadın ve çocuk ayırmaksızın silahsız toplam 72 kişinin üzerine yüzlerce atlı ve silahlı çullandı… Mü’min saflar bir bir şehid veriyordu. Dünya belki ilk kez bu kadar karalara bürünüyordu… Bağiler ve zalimler o kadar aşırı gidiyorlar ki, kılıç ve mızraklarla delik deşik ettikleri Hz. Hüseyin’in başını mübarek vücudundan koparıyorlar… Bununla da yetinmiyorlar zalimler, Hz. Hüseyin’in mübarek başını şehir şehir dolaştırıp zalim Yezid’in sarayına getirip ayaklarının önünde yere atıyorlar… (Allah’ım sen bize sabırlar ver…)

    İşte, ümmetin en karanlık sahifesi… Hakikatle bağımızın koptuğu nokta… Filmin koptuğu yer… Bugün bu unutulsa bile, Muharrem günleri her yıl bu dehşetli trajediyi anılarımızda taptaze canlandırıyor. Fakat, kaç kişi bu büyük trajediye doğru bir açıdan bakabilmekte ve bu dünyada hayırla şer arasında süregelen kavga yönünde tam olarak anlamını kavrayabilmektedir?

    Hz. Hüseyin şehid edildiği yere – ki burası Kufe’ye bir mesafe uzaklıkta çöl bir bölgeydi- vardığında “Buranın adı ne?” deyince, ona “Kerbela” dediler. Hz. Hüseyin “Burası kerb (sıkıntı, meşakkat) ve belalı bir yerdir. Babam Hz. Ali, Sıffin’a giderken buraya uğramıştı. Ben de onunla birlikteydim. Babam burada durdu ve adını sorunca, ismini haber verdiler. Babam ‘burası onların hayvanlarını konaklattıkları yerdir. Onların kanlarının akacağı yer burasıdır’ dedi. Bunun sebebi sorulunca babam; “Muhammed’in âli-beytinden bir zümre buraya inecek ve konaklayacak” dedi. Hz. Hüseyin’in emri üzerine hicri 61 yılı muharrem ayının başı (biri) Çarşamba günü yükü bu mekâna indirildi. Hz. Hüseyin bundan on gün sonra öldürüldü. Şehadeti aşura günüydü…

    Peki, Hz. Peygamberin, Hz. Fatıma’nın ve Hz. Ali’nin doğrudan terbiyesi altında yetişmiş ve sahabelerin oluşturduğu en iyi toplum içinde küçüklüğünden orta yaşlara varıncaya kadar yaşamış Hz. Hüseyin bu uzun protesto gösterisiyle ümmete ne mesaj vermek istemişti?

    Hz. Hüseyin bu yürüyüşüyle ümmetin iktidarını zorla gasbedenlere, insanların rızası olmadan zorla biat alanlara, debdebeli saraylar inşa edenlere, lüks ve israfa dalanlara, ümmetin malı olan beytül malı kendi çıkarları için çarçur edenlere, adaleti terk edenlere, halklarına zulmedenlere, düşünce özgürlüğüne gem vuranlara, hukukun üstünlüğünü hiçe sayanlara, vatandaşları arasında din, dil ve ırk ayırımı yapanlara, şurayı askıya alanlara ve zayıfları dışlayıp zenginlere kucak açanlara karşı nasıl durulması gerektiğini öğretti bütün insanlığa…

    21. yüzyıl Müslümanlarının Hz. Hüseyin’in bu mesajından alacakları ne güzel örnekler var. Yüksek bir ideal sahibi olmak ve onun için ölümü, sıkıntıları, eziyetleri, hakareti ve işkenceleri göze almak… Adalet, özgürlük ve eşitlik için… Ancak tüm bu idealler tersinden bir diktatöre, despota ve zalime dönüşmeden gerçekleştirilmeli. Müslüman kanı akıtılmadan yürünmeli. Rahmet ve sabır kılıcını kuşanmalı… Yoksa Ali’nin ve Hüseyin’in yolunda olduğunu söyleyenler de gün gelir Yezidleşebilir…

    Hâsılıkelâm; Hüseyinlerin idealleri ve ülküleri vardır, mazeretleri yoktur ancak Yezidlerin ne değerleri ne de idealleri vardır, mazeretleri ve kılıfları ise çoktur…

    İmam Şafiî “Ehli Beyt’i Sevmek Farzdır” adlı şiirinde şöyle der:

    Ey Resûlullah’ın ehli beyti
    İndirdiği Kur’an’da Allah
    Farz kıldı sevginizi*
    Yeter şeref olarak size, böyle övünç bulunmaz
    Size salat getirmeyinin
    Namazı olmaz.**

    *Ahzab Suresi’nin 33. ayetinde işaret ediliyor.
    **Namazlarda kunut duası sonrası âli beyte salat ve selam getirilir. Nesei, Sünen, Kitabu’s-Sehv, Bab 49.

  7. ‘Ebi! Ne zaman rahata kavuşacağız?

    Leave a Comment

    Yıllarca zindanlarda işkence görmüş ve orada yüce Allah’a ruhunu teslim etmiş olan ünlü İslam âlimi Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah bir gün babasına “Ebi(baba)! Ne zaman rahata kavuşacağız?” diye sorar. Ahmed bin Hanbel oğluna döner ve gözlerinin içine bakarak şu cevabı verir: “Cennete ilk adımını attığın zaman rahata kavuşursun.”

    Allah Resulû ve ashabı da benzeri sıkıntılara ve musibetlere dücar olmuş, hatta Mekke’de işkencenin ayyuka çıktığı dönemlerde hep birden “Meta Nasrullah? (Allah’ın nusreti, zaferi ne zaman?” diye sormuşlardı. Yüce Allah da onlara şöyle cevap vermişti: “em hasibtüm en tedhulü-l cennete ve lemma ye’tiküm meselüllezine halev min kabliküm, messethüm’ül be’sâü ve’ddarrâü ve zülzilü…” (Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk, işkence ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.) (Bakara / 214)

    Süphanallah! Düşünenlere ne güzel öğütler bunlar… Düşünene, taakkul edene, tefekkür edene, tedebbür edene ve tezekkür edene namütenahi ufuklar saçıyor…

    Gün gelir yorulursunuz. Hayatın tüm meşakkatleri sizi sarıp sarmalar. Dinlenmek için de uyumak, kestirmek ve rahatlamak istersiniz. İşte, bu kritik anlarda kendi kendinize şu soruyu sormanız icab eder: Hayatım nereye doğru akıyor? Eğer, Allah’a ve cennete doğru akıyor ise işinizin başına dönüp, ona devam etmelisiniz. Yok, eğer gidişiniz sizi dünyanın karanlık dehlizlerine sürüklüyor ise o zaman durup hayatınızı yeniden gözden geçirmelisiniz. Yani kıblenizi doğru tayin etmenin vakti hâsıl olmuştur…

    Filhakika, bugün bizim problemimiz çok yorgun olmamızdan kaynaklanmıyor. Bilakis sorun çok dinlenmemizden ortaya çıkıyor. İşlerini yapan biri dinlenmek ister. Rabbine karşı sorumluluklarını yerine getirenler rahatlamak ister. Fakat hakikaten biz sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getiriyor muyuz? İbadetlerimizin hakkını veriyor muyuz? Kur’an ahlâkını yerli yerince yaşıyor muyuz? Teheccüd namazına kalkanlarımız kaldı mı? Sabah namazlarının hakkını veren var mı? Mescidlerde yüce Allah’a yakaran gözü yaşlılarımız var mı? Ticaretiyle, yaşantısıyla yani ahlâkı ile iman etmeyenlerin dahi kalbini sarsan ahlâk abidelerimiz var mı? Allah’ın kitabını hakkıyla anlayan var mı?

    Şimdi söyleyin Allah aşkına “Dinlenmeye ihtiyacımız var mı?”

    Nijeryalı bir Müslüman anlatıyor: Annesi onu ibadet etmesi için gecenin son üçte birinde teheccüd namazı için uyandırırdı. Bir gün annesine, “Anneciğim! Biraz dinlenip rahatlamak istiyorum.” deyince annesi de ona şöyle demiş: “Ben de seni sadece rahatlaman için kaldırıyorum, evladım. Cennete girdiğin zaman rahatlarsın.”

    Selef ulemasından Mesruk, secdede iken uyurdu. Arkadaşları dediler ki: “Kendini biraz dinlendirip rahatlatsan olmaz mı?” Mesruk da şöyle dedi: “Ben de zaten onun rahata kavuşması için böyle yapıyorum.”

    Acele rahata kavuşmak için görevlerini terk edenler aslında azaba doğru acele etmiş olurlar.

    Rahata kavuşmanın yolu: Salih ameller işlemekten, insanlara yararlı olmaktan ve zamanı Allah’a yaklaştırıcı işlerle değerlendirmekten geçer.

    Hz. Peygamber dünya meşgalelerinin kendisini sardığı zaman abdest alır namaza dururdu. Yine Resulullah, ezan vakti gelince, “Erihna yâ Bilâl!”, “Bizi ferahlat ey Bilâl! derdi.

    “Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar.” (İnsan / 27)

    Ne yarını düşünürler, ne de geleceği. Bu yüzden hem bugünü hem de yarını kaybederler. Yaptıklarını da kaybederler, sonucunu da yitirirler. İşin başında da, sonunda da ziyandadırlar.

    Hayat böyle yaratılmıştır. Sonunda ölüm vardır. Bulanık bir içecek, istikrarsız bir karışımdır. İçinde nimet de vardır, külfet de, sıkıntı da vardır, rahatlık da; zenginlik de vardır, fakirlik de…

    “Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.” (En’am / 62)

    Cennetten önce rahatlık yoktur. Bu âlemde sıkıntılar, sarsıntılar, fitneler, musibetler, imtihanlar, hastalıklar, endişeler, hüzün ve kederler vardır.

    “Andolsun! Biz, insanı (yüzyüze geleceği nice) zorluklar içinde yarattık.” (Beled / 4)

    Dinlenmek isteyen, rahatlamak isteyen hakiki mü’minler, yüzlerini Allah’a ve cennete çevirenlerdir. Mü’minlerin dünyadaki rahatlıkları da ibadetlerle olur. Onlar ibadetten, taattan aldıkları tadı başka hiçbir şeyde bulamazlar…

    Cennetteki rahatlığı ve mutluluğu hissetmek isteyenler, ayrıca bayramların beraberinde getirdiği havayı da teneffüs etsinler. Çünkü bayramlarda yüce Allah, yeryüzüne bereketler yağdırır… İnsanların yüzünde tebessümler kendiliğinden belirir… Kâinat 24 saat tekbirler ile yankılanır… Cennetin kokusu mü’min ruhları kendine çeker… Güneş ise bir başka doğar…

    Rabbim, bayramların hakkını verenleri cennetinde rahatlığa kavuştursun…

    Bayramınızı tebrik ediyor ve sözlerimi İslam şairi Mehmet Akif Ersoy’un şu şiiriyle noktalıyorum:

    Uyan!

    Baksana kim boynu bükük ağlayan?
    Hakk-i hayâtın senin ey Müslüman!
    Kurtar o biçâreyi Allah için.
    Artık ölüm uykularından uyan!

    Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
    Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
    Çiğnediler yurdunu baştan başa,
    Sen yine bir kerre kımıldanmadın.

    Ninni değil dinlediğin velvele…
    Kükreyerek akmada müstakbele
    Bir ebedî sel ki zamandir adı;
    Haydi katıl sen de o coşkun sele.

    Karşı durulmaz cereyan sîneçâk…
    Varsa duranlar olur elbet helâk.
    Dalgaların anlamadan seyrini,
    Göz göre girdâba nedir inhimâk?

    Dehşet-i mâziyi getir yâdına;
    Kimse yetişmez yarın imdâdına.
    Merhametin yok diyelim nefsine;
    Merhamet etmez misin evlâdına?

    “Ben onu dünyaya getirdim…” diye,
    Kalkışacaksın demek öldürmeye!
    Sevk ediyormuş meğer insanları,
    Hakk-ı übüvvet de bu câniliğe!

    Doğru mudur ye’s ile olmak tebah?
    Yok mu gelip gayrete bir intibah?
    Beklediğin subh-ı kıyamet midir?
    Gün batıyor sen arıyorsun sabah!

    Gözleri mâziye bakan milletin,
    Ömrü temâdisi olur nekbetin.
    Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,
    Görmeye, lakin daha yok niyyetin!

    Ey koca Şark! Ey ebedî meskenet!
    Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
    Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
    Kalmıyacak çekmediğin mel’anet.

    Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden,
    Kan dökerek almalısın merd isen.
    Çünkü bugün ortada hak sahibi,
    Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen.

  8. Türkiye’den Filistin’e giden ilk gönüllüler

    Leave a Comment

    Filistin davası sadece Filistinlilerin değil tüm dünya Müslümanlarının ortak davasıdır. Çünkü Mekke ve Medine’den sonra Müslümanların üçüncü kutsal şehri orasıdır. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa o topraklardadır. Hz. Peygamberin gece yürüyüşü düzenlediği İsra ve Miraç’a yükseldiği şehir o coğrafyadadır. O mübarek belde yüce Allah’ın etrafını bereketli kıldığı topraklardır ve peygamberlerin buluşma noktasıdır… Orası Beytü’l Makdis’dir…

    Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de mü’min kullarına o kutlu toprakların önemini anlatır. Hz. Peygamber de o diyarın Müslümanların gönlündeki yerine işaret eder… Onun için Kudüs’ü, Mescidi Aksa’yı ve Filistin’i Müslümanların kalplerinden ve zihinlerinden tutup atmak çok müşkildir. Bu ruh kıyamete kadar hep böyle baki kalacaktır… Çünkü yüce Rab ve İlah bunu istiyor…

    İşte Hz. Ömer’i, Selahaddin Eyyubi’yi o topraklara sürükleyen ruh budur. Osmanlı bu ruh sayesinde o hinterlandı muhafaza etmiş ve bekçiliğini yapmıştır. Lakin Osmanlı oradan çekildiği günden beri Endonezya’dan Fas’a, Hindistan’dan Yemen’e, Balkanlar’dan Kafkaslara Mü’minler ilk kıbleleri Aksa için gözyaşı dökmektedirler… Hem de üç asırdır…

    Türkiyeli Müslümanlar da yaşadıkları onca drama rağmen Osmanlı mirası Filistin’i unutmadılar ve unutmayacaklar. Çünkü I. Dünya Harbi’nde dört bir yandan kuşatılan Osmanlı, zorunlu olarak o mübarek toprakları terk etmek zorunda kaldı. Geri dönen Osmanlı erlerinin ve o diyarda kalan Osmanlı evlatlarının kalplerinde Filistin ruhu hâlâ yaşamaya devam ediyor…

    20’li, 30’lu ve 40’lı yıllarda dünyanın her yerindeki Müslümanların gönlünde, dünyada yaşanan onca çetin şarta rağmen, Filistin aşkı tutuşmaya devam ediyordu. Hindistan’da, Mısır’da, Arabistan’da ve Suriye’de Filistin için toplantılar düzenleniyor ve yardımlar toplanıyordu. 1920-1960 yılları arasında Filistin, Mısır, Suudi Arabistan, Hindistan, Pakistan, Yemen, Fas, İran, Cezayir ve Türkiye’de 50’ye yakın Filistinle ilgili uluslararası toplantı düzenlendi. Kudüs ve Filistin için dünyanın birçok yerinde cemiyetler ve vakıflar kuruldu. Bu toplantıların başını Çanakkale’de savaşmış ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu belirten Filistin’in efsanevi lideri Hacı Emin el-Hüseyni çekiyordu. Ayrıca bu toplantıların hemen hepsine Türkiye’den İslamcıları temsilen bazım isimler iştirak etti.

    Türkiye’deki Müslümanlar, yaşadıkları bunca büyük değişime rağmen Filistin davasını asla unutmadı. Filistinlilere uzattıkları maddi ve manevi desteği bugün olduğu gibi geçmişte de katiyen bırakmadılar. Siyonist uydurmacası; “Filistinliler arkadan vurdu” hikâyesine de zinhar inanmadı Mü’min gönüller…

    30’lu yıllarda işgalci İngilizler tarafından ölüm fermanı verilen Filistin’in efsanevi lideri Hacı Emin el-Hüseyin’i gizlice gelip Türkiye’ye sığınmış ve birkaç yıl Fatih’te ikamet etmişti. Türkiyeli Müslümanlar, onu korumayı büyük bir vazife biliyorlardı. Ancak İngilizlerin olayın farkına varmasının ardından Türkiye’deki Müslümanların da yardımıyla İtalya üzerinden Almanya’ya kaçmak zorunda kaldı.

    Filistinli ünlü âlim İzzettin el-Kassam da el-Ezher’den mezun olduktan sonra İstanbul aşkıyla yollara düştü. Ancak İngilizlerin doğduğu topraklarda Müslüman kanı akıtmaya başladıklarını duyunca 20’li yılların başında bir yıl Adana’da imamlık yaptıktan sonra yolculuğunu yarıdan kesti ve Kudüs’e rücû etti. Bugün Filistinli direniş hareketleri, işgalci İngiliz güçlerine kök söktüren bu alimin adını halen yaşatmaktadırlar. “Kassam Tugayları” adını buradan almaktadır.

    Yine Filistin’in yılmaz kalemi Dr. İzzet Derveze hakkında İngilizler tutuklama emri çıkarınca, o da 1941 yılında gizlice Kilis üzerinden bazı dostlarıyla birlikte İstanbul’a yerleşti. Derveze, 1945 sonbaharına kadar siyasi mücadelesini ve yazarlık faaliyetlerini Türkiye’den sürdürmek zorunda kaldı. Derveze, Türkiye’de bulunduğu dönemde de ona Türkiyeli Müslümanlar sahip çıktı.

    Türkiyeli Müslümanlar Filistinli liderlere en zor şartlarda sahip çıktığı gibi onların davasına maddi ve manevi destek vermeyi de hiç ihmal etmedi…

    Birleşmiş Milletler 1947 yılında Filistin’i taksim kararı vermesi üzerine Filistin bölgesinde çatışmalar başladı. Taksimi (bölünmeyi) kabul etmeyen Müslümanlar ile Siyonist ve batılı güçler arasında savaş başladı. O tarihlerde dünyanın her yerinden Müslüman gönüllüler, Filistinli kardeşlerine yardım etmek için Kudüs’e akın ediyorlardı…

    Kimler yoktu ki! O dönem gönüllüler içerisinde. Mısır’dan Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Suriye’den Mustafa Sıbai, Pakistan’dan Mevdudi, İran’dan Nevab Safevi gibi İslam dünyasının tanınmış birçok ismi… Irak’tan, Hindistan’dan, Endonezya’dan, Yemen’den, Libya’dan ve Sudan’dan Filistin’e akıyordu herkes…

    Tüm İslam ülkelerinde gönüllüler cihad için Filistin’e gider de Türkiye’den olmaz mı? Bilakis Türkiye’den onlarca hatta yüzlerce kişinin Kudüs’e gönüllü olarak gittiği biliyoruz. Ama bugün elimizde bu gönüllüler hakkında maalesef pek detaylı bir bilgi yok. Ancak o gönüllülerin oraya gittiğine işaret eden bugün elimizde birçok yazı ve makale var. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un damadı, cumhuriyet döneminin ilk önemli mütercimlerinden ve Demokrat Parti Konya milletvekili Ömer Rıza Doğrul da o gönüllüler arasında bulunuyordu. Ömer Rıza Doğrul, İslam dünyasının oluşturduğu gönüllü ordulara katılmak için Mayıs 1948’de Filistin cephesine gittiğini kendisi kaleme alıyor.

    Filistin davasının ümmeti birleştirecek yegâne konulardan biri olduğuna inanan Dr. Ömer Rıza Doğrul, 1947 yılında kendisinin çıkarmış olduğu “Selamet” adlı dergide BM’nin almış olduğu taksim kararını da şöyle değerlendiriyordu:

    “Kimin hesabına kimin malını veriyorlar? Bütün Filistin Araplığı ve İslâmlığı bu projenin aleyhinde olduğu gibi bütün Arap âlemi bu projeye karşı gelmekte, hattâ bu uğurda harbetmeyi göze almaktadır. Filistin’de ve Filistin’in sahil boyunca bir Siyonist devlet kurulması, İslâm âleminin en hassas noktalarının birine bir yabancının sokulması ve İslâm âleminin mukadderatına tahakküm etmeye kalkışması demektir. Filistin’de bir Siyonist devletin kurulması, bütün İslâm âleminin iktisâdî kalkınmasını körletmek ve Siyonistlerin iktisâdî esaretine girmek gerekir. Bu yüzden bütün Arap ve İslâm âlemi, bu esareti kabul etmemekte birleşmiş ve bütün İslâm devletleri, Filistin taksim projesini reddetmekte elbirliği yapmışlardır. Her şeyden önce Filistin meselesinin belirttiği İslâm birliğini ve İslâm âleminin tesanüdü alkışlamayı bir vazife sayıyoruz. Yaşasın İslâm birliği!”

    Bu arada, 1945 -1970 yılları arasında Türkiye’de neşredilen Sebilurreşad, İslam Dünyası, Selamet, İslam Mecmuası, İslam Medeniyeti, Hilal vb. onlarca derginin ana konusunu da Filistin oluşturuyordu. Bugün kütüphanelerde bulunan o dergilerin tüm sayılarına baktığınızda hemen hemen her sayıda Filistinle ilgili haberlerin, Filistinli liderler ve direnişçilerle yapılan röportajlar göreceksiniz.

    60’lı ve 70’li yıllarda da Türkiye’den Filistin davasına destek vermek için birçok kişi gitti. Bunların çoğu bu dönemde sol görüşlü gruplardan olsa da yeni yeni vücut bulmaya başlayan dini gruplardan da insanların gittiğini biliyoruz. Bu dönemlerde Batı Bloku ve Doğu Sovyet Bloku’nun güçlendiği, tüm Müslüman ülkelerde İslami cemaatlerin zayıfladığı ve askeri baskıyla yok edildiği dönemlerdi.

    Fakat Atlas dergisinin çıkarmış olduğu tarih dergisinin Ağustos sayısında büyük Ortadoğu uzmanı (!) Faik Bulut her zaman olduğu gibi tarihi gerçekleri gizleyerek İslamcı gruplar Filistin davasına geçmişte sahip çıkmadılar şimdilerde sahip çıkıyorlar iddiasında bulunuyor ve bu yetmiyormuş gibi Mavi Marmara gemisi olayını da gösterişlikle itham ediyor…

    Faik Bulut’a cevap vermek gerekiyor mu? Bilmiyorum. Fakat o da, bu toplumun balık hafızalı olmadığını bilakis harf inkılâbından dolayı unutturulduğu tarihini bir gün yeniden hatırlayacağını adı gibi biliyor.

    Onun için unutma ey Aurora Bulut’u! Mavi Marmara bir destan yazdı. Kadim efsaneler bugün yeniden yazılsa Mavi Marmara şehidlerinin hikâyesi Manas destanını geçerdi ve kutsal kitaplar yeniden nazil olsa o kutlu insanların hikâyesi bir kıssa da anılırdı. İnan ki, kıssanın konusu da şu olurdu; “6 milyar insanın gözü önünde küçük bir bölgeye hapsedilen çoğu kadın ve çocuklardan olan 1,5 milyon mazlum insana yardım için giden bir gemi ve bir avuç insanın hikâyesi…”

  9. Kehf Sûresi ve Dini Cemaatler (2)

    Leave a Comment

    Kehf sûresindeki yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…

    Dikkat ederseniz üzerinde hasbihâl ettiğimiz sûrenin ismi: Kehf’tir. Arap dilinde “Kehf”, dağlardaki oyuk yani mağaradır. Yüce Allah birçok dağda bu tür mağaralar yaratmıştır ki insanlar bu mağaralar üzerinde düşünsün. Onun için bu sûre üzerinde çok durulmayı hakkediyor.

    Mağaranın dışında olduğun halde mağaranın içinde ne olduğunu bilebilir misin? Elbetteki hayır. Bilebilmen için içini görmen ve bir miktar araştırma yapman gerekir. Biz. Biliyoruz ki Yüce Allah, bu sûrede manevi birçok mağaradan sözetmektedir. Yani bizler için kapalı olan birçok hakikati haber vermektedir. Kâinat ve kâinattaki birçok olaya dair hakikatler.

    Bu durum hayattaki birçok şey için geçerlidir. Hayatın tamamı gerçekleri gizleyen mağaralardır. Kimi, senin iyiliğini istediğini söylemektedir ama içinden senin için hep kötülük istemektedir. Kimi, sana zarar vermek için çalışır ama, senin yararın için çalıştığını yeminler ederek söyler vs…

    Yüce Allah, bizler için kapalı olan bazı hakikatleri bu sûrede bize haber vermek istiyor. İnsan aklı yalnız başına bu hakikatlere ulaşmayabilir. Ayrıca eşyayı zahirleriyle değerlendirmememiz gerektiğini bize haber veriyor. Bize kötülük gibi görünen bir şey hakikatte iyilik olabilir veya iyilik gibi görünen bir şey kötülük olabilir.

    HAYAT MAĞARALARI

    Kur’an-ı Kerim’in anlamlarından sözederken, çoğu zaman okuduğumuz ayetlerin taşıdıkları ince anlamlar üzerinde durmadan okuduğumuzu hatırlatmak isteriz. Oysa Yüce Allah, Kur’an üzerinde düşünmemizi emretmektedir. Kur’an-ı çokça okuma, üzerinde düşünüp taşınma, anlamını kavrama, onunla beraber yaşama ve ona çağırmayı öğretir. Çünkü Kur’an’ın bu şekilde okunması ve anlaşılması kalplerin, ruh ve bedenlerin hayatıdır. Rabbinin kitabından sana vahyedilenleri oku!”

    Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’deki öyküleri çok önemsemeliyiz. Öykülerin gerçek boyutlarına bakmak, kimi işaret, anlam, örnek ve sahnelerinin çağdaş hayatımızla çakıştığına işaret etmek, canlı bir gerçek olarak yaşadığımız hayat boyutunun o öykülerden alınacak derslere ve anlamlara uygun olduğunu belirtmeliyiz. Çağımızda davetçi ve reformcuların/ıslahatçıların en çok muhtaç olduğu şeyler olduğu için bu öykülerden çıkarılacak iman, davet, cihad ve ilahi sosyal yasa ile ilgili dersler üzerinde yoğunlaşmalıyız.

    Yüce Allah bu misalleri bize, hayatın birtakım mağaraları bulunduğunu, bu mağaraların hakikatleri bizden gizlediklerini, insanın, eşyanın zahiriyle aldanmaması gerektiğini, bizden gizlenmiş bir takım hakikatlerin bulunduğunu, bir kader olarak başımıza gelen olaylarda bizim bir seçimimizin olmadığını ve bunun da bir hikmetinin olduğunu, hikmetin her zaman zahirde olmadığını açıklamak için zikretmektedir. Bu nedenle başımıza gelen kader konusunda kendi bilgimizle hüküm vermemeli, şer olarak gördüğümüz bir şeyin vukuunda tepki göstermemeli ve iyilik olarak bildiğimiz bir şeyle karşılaştığımızda da aşırı sevinerek kendimizden geçmemeliyiz. Bilen, Yüce Allah’tır. Sevmediğimiz bir şey bizim yararımıza, sevdiğimiz bir şey de sonradan zararımıza olabilir. Keşke olmayaydı deriz. Bu, bir hikmettir. Yüce Allah, hayat katlanabilir olsun diye onu bize açıklamamaktadır. Yüce Allah’ın kaderine rıza gösterir ve ona inanırız. Yüce Allah’ın bize takdir ettiği, bizim için daha hayırlıdır. Zaten bu konuda bizin bir etkiliğimiz de yoktur.

    Şimdi, bir önceki yazımızda yeni bir metoda ihtiyacı olan Müslümanların içine garkoldukları fetret döneminden kurtulmaları için Kehf suresindeki öykülerden hareketle sunduğumuz çözümlere devam ediyoruz. Kehf suresindeki 4 kıssanın her birinin ayrı bir yönteme işaret ettiğini belirtmiş ve Ashabı Kehf kıssası üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda da Bahçe Sahipleri, Musa-Salih kul (Hızır) ve Zülkarneyn kıssalarındaki metoda değineceğiz…

    MAL-MÜLKLE İMTİHAN VE MUHAVERE

    Kehf sûresindeki ikinci kıssada yani Bahçe Sahipleri kıssasında Yüce Allah, Mü’minlerin artık çoğalmaya ve zenginleşmeye başladığına imada bulunarak bu merhalede nelere dikkat etmeleri gerektiği bildiriyor. Kıssada iki arkadaş vardır. Ancak biri imanı diğeri de küfrü seçmiştir. Mümin arkadaş ile kâfir arkadaş arasında bir tartışma yaşanıyordu. Kafir olan: “Malımın ve mülkümün sonsuza kadar yok olacağını hiç sanmıyorum. Kıyametin kopacağını da hiç düşünmüyorum. Ve şayet rabbime döndürülsem bile bundan daha iyisini mi bulacağım.” diyerek Allah’ı, onun bahçesini yok edebilecek kudretini, kıyametin kopacağını ve insanların dirileceğini inkâr ediyordu.

    Bu öykü hayata ve mala farklı iki bakışı sunmaktadır. Biri, dünya malından fazla bir şeye sahip olmadığı halde iman ve İslam bakış açısını yitirmeden dünya malına dikkatle bakan ve onu doğru bir şekilde ölçüp değerlendiren mümin bir adamın bakışıdır. Diğeri de, sahip olduğu fazla mal-mülkten dolayı haktan sapanın bakış açısıdır. Arkadaşıyla konuşup tartışarak, kasılıp böbürlenerek “Benim malım da, adamlarım da seninkinden fazladır” demiştir. Çünkü üstünlük ve erdemin mal ve eşya ile olduğunu, malı ve çevresi sebebiyle insanların yanında daha saygın olduğunu, onların gözünde taraftarlarının daha çok ve makamının daha üstün bulunduğunu sanmıştır.

    Dünyanın tümü geçicidir. İçindeki mal, eşya ve çocuklar onun süsüdür. Kâfir adamın bahçesinin yok olduğu gibi hemen yok olan bir süs! Kalıcı olan şeyler ise, salih amellerdir. Gerçeği gören mümin adamın gördüğü gibi, kalıcı olan salih ameller Allah (cc)’ın yanında emel ve mükâfat bakımından daha iyidir.

    Yüce Allah mü’minlerin böyle bir durumla karşılaşmaları halinde nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini ortaya koyuyor. Bu merhalede mü’minler imanlarını gizlemiyor hatta izhar ettikleri halde küfrü tercih edenler onların nasihatlerine kulak vermiyor. Müslümanlar da bu merhalede mal-mülk tanışıyorlar ve büyük bir imtihanın eşiğindedirler. Peki, Müslümanlar bu merhalede Ashab-ı Kehf gibi Allah’tan başkasına tapanlardan uzaklaşacaklar mı? Yoksa küfrüne karşı onu öldürecek ya da tedhiş mi edecek? Yahut da onunla tartışarak onu ikna etme yolunu mu seçecek?

    Kur’an bu merhalede sayıca çoğalmaya başlayan ve artık mal-mülk sahibi olan Mü’minlere davetlerini yoğunlaştırmaları tavsiyesinde bulunuyor. Kazanmaları ile birlikte hayır ve hasenatlarını artırmalarını ve insanlarla tartışarak ikna etmelerini salık veriyor. Dostlar, akrabalar, komşular, ortaklar, iş arkadaşları ile çarşıda pazarda, yolda ve başka yerlerde diyalog (muhavere) ile muhatap olmalı ve ikna yöntemi kullanılmalıdır. Bu aşamada bundan başka bir yöntem geçerli değildir. Ancak kâfir olan Mü’minlerin çoğalmasına ve mal-mülk elde etmelerine rağmen hâlâ daha fazla olan gücüyle öğünmektedir: “Ben malca senden daha ziyâdeyim ve cemaatçe de senden daha kuvvetliyim.” (Kehf / 34)

    Buna rağmen Yüce Allah ıslah ve değişim isteyen Müslümanlardan muhavere yolunu izlemelerini önerir. Ayette iki kez “Ve huve yuhâviru-hû” (Kehf / 34, 37) (Onunla tartışıyordu.) ifadesi geçer. “Hivar” sözcüğü Arapçada karşılıklı konuşmak, diyalog, muhavere etmek, karşılıklı cedelleşmek ve tartışmak manalarına gelmektedir.

    Bu aşamada mümin kişinin gizlenmek, soyutlanmak, uzaklaşmak, uzlete çekilmek gibi bir seçeneği bulunmamaktadır. Aynı şekilde bu aşamada ıslah ve değişim için kuvvet ve zora başvurması da uygun değildir. Muhavereden (diyalog ve tartışmadan) başka yöntemlerin caiz olmadığı bir aşamadır.

    Müslüman fertler ve cemaatler güçlerini ve varlıklarını farklı farklı yöntemlerle muhavere üzerine kurmalıdırlar. İnsanları hakka davet için ikna yolunu seçmelidirler. Bunun için uygun olan her yola başvurmalıdırlar. Burada cemiyet, vakıf, dernek ve müesseselerin kurulumuna; sendikalaşmaya, örgütleşmeye müsaade vardır. Fakat bunların birer araç olduğunu ve Allah’a imandan uzaklaştırmaması gerektiği de vurgulanıyor. Bu durumda şahıslar ya da kurumlar için gizlenmek, soyutlanmak, yer altına çekilmek devlet içinde devlet, iktidar içinde iktidar pozisyonuna girmek caiz değildir. Çünkü o bir devlet değildir. Bilakis yetkilerini kendisinin bir cemaat veya bir topluluk olduğu şeklinde sınırlandırması; diyalog ve tavsiye çerçevesi dışında emri bil maruf ve nehyi ani’l münker’de bulunmaması gerekir. Çünkü diyalog ve tavsiye bu durumlarda tek geçerli yoldur. Aynı şekilde bu diyalogun delilsiz bir şekilde karalama, kötüleme, lanetleme, kamplaşma şeklinde olmaması gerekir. Nitekim ayette Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rabbinin yoluna hikmet ile ve güzel öğüt ile davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et / tartış.” (Nahl /125) Yine başka bir ayette Allah Teâlâ Hz. Peygamberin dilinden müşrikleri tartışmaya davet ederek; “Herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz.” (Sebe / 24) Müşrikler hak üzere olmamalarına rağmen münazara gereği onların düşüncesi yerilmemiştir.

    Bu aşamada siret kitaplarında geçen Muhacir Müslümanlar ile Habeş kralı ve ileri gelenlerinin arasını bulan diyalog ortamını iyi incelememiz gerekir. Bu sayede onlar Müslüman olmuş, dinlerini güzelleştirmiş ve Allah onların eliyle birçok kimsenin durumunu düzeltmiştir. Aynı şekilde Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Hz. Peygamber’in (sa) açtığı ve yeryüzünün krallarına, kabile reislerine ve aşiret önderlerine yönelen diyalog ortamını da incelemeliyiz. Ayrıca Medine Vesikası’nı da çok iyi incelememiz irdelememiz gerekiyor.

    Bu merhaledeki Müslümanlar şunları mutlaka yapmalıdırlar; İslam’ın akide ahlâk, şeriat, furuat, muamelat vs. bütün boyutları araştırmalıdırlar. Dinleri çok iyi öğrenmek için çaba sarfetmelidirler. İçinde yaşadıkları toplumu, tarihini, dününü ve bugününü, acılarını, umutlarını ve ilişki kurallarını, güç unsurlarını, zaaflarını, fırsatlarını ve tehditlerini incelemelidirler. Toplumun tüm kesimlerine ulaşabilecekleri araç ve vasıtaları tedkik etmelidirler.

    Kur’an bu merhalede Mü’minlerin dünyevileşme tehlikesine karşı da uyarmaktadır. Çünkü mal-mülk sahibi olduktan sonra insanlar davetten ve dinden yavaş yavaş uzaklaşabilir. Bunun için Yüce Allah sayıca çoğalmayı, mal ve mülkü verenin de kendisinin olduğunu belirtir.

    Unutmamak gerekir ki, Afrika ve Asya’da İslam’ın yayılmasında Müslüman tacirlerin büyük rolü olmuştur. Müslüman tacirler ve iş adamları güzel ahlâkları ve mallarından infak ederek bu davete icabet ederler. Yine bu aşamada Müslümanlar fakir, yoksul ve muhtaçlara yardım ettikleri gibi eğitimin/ilim müesseselerinin çoğalması için de çaba sarfederler.

    İşte Yüce Allah bu merhalede hayatın içine dâhil olmaya başlayan Müslümanlara bu misali zikrediyor ki, hayatta tutarlı yolu edinsinler. Mesela hayır işine mal bağışında bulunur ve onunla Allah’ın rızasını değil de, başkalarının, herhangi bir insanın rızasını yahut şan ve şöhret kazanmayı hedefliyorsan, yahut dünyevi bir menfaat elde etmek için bunu yapıyorsan, bilmelisin ki Allah’ın ortaklara ihtiyacı yoktur. Ama eğer Allah rızası için bunu yapıyorsan, Allah bunu kabul edecektir.

    Tıpkı o bahçe sahibi gibi eğer salih amel işlerken maksadınız, başkalarının rızasını kazanmak ise, Allah yaptığımız o iyiliği kabul etmez. Allah’ın ortaklara ihtiyacı yoktur. Ama eğer sadece Allah rızası için bunu yapıyorsanız, Allah bunu en güzel şekilde kabul edecektir. Başkalarına iyilik yapmak da böyledir. Kimi insan vardır, insanların teveccühünü kazanmak ve dünyalık elde etmek için iyilik yapar, kimi de sırf Allah rızası için bunu yapar. Ve sağ eliyle verdiğini sol elinin görmemesini arzu eder. Her ikisi de bizim açımızdan iyilik yapan birer insandır, ama mükâfatları farklıdır.

    Yine Kur’an bu öyküde bize, iyilerle beraber olmamızı, onlardan gözümüzü ayırmamamızı ve onlarla beraber olmak için sabretmeye kendimizi alıştırmamızı emreder. “Sabah akşam rablerinin hoşnutluğunu dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma.” (Kehf /28) İnsanlar, üçüncüsü olmayan iki gruptur. Rablerinin hoşnutluğunu dileyerek sabah akşam ona yalvaran salih kullar grubu. Bir de kalpleri Allah’ı anmaktan gafil olan, heveslerine uyan ve hayatları kaymış zalim ve kâfirler grubu. Kim salih kişilerden ayrılır ve başka yollara saparsa, ister istemez ikinci grupla beraber olur.

    Davet etmek, delil göstermek ve duyurmakla, insanlara hakkı açık seçik açıklamak, onu kendilerine göstermek ve benimsemeye çağırmakla yükümlüyüz. Bu şekilde görevimiz yerine gelmiş olur: “Deki, hak rabbinizdendir.” İnsanların diledikleri yolu ve beraber olmak istedikleri grubu seçmeleri gerekir. Biz onlara yolların ayrılış noktasını gösteriyoruz. Onlar kendi iradeleriyle iman veya küfür yolunu seçerler; “Dileyen iman eder, dileyen kâfir olur.”

    Başkalarıyla birlikte yaşamak, onlarla görüşmek, öğüt vermek, davet etmek ve uyarmak davetçiler üzerine vaciptir. Uzletten başka alternatif olduğu sürece inanlardan uzaklaşmak ve uzleti seçmek caiz değildir. İnsanlarla birlikte yaşarken davetçinin değişik bir uzlet içinde olması gerekir. Bu da bilinç bazında yaşanan ayrılıktır. Yani insanların batıl şeylerini almaması, kalbini, bilincini ve varlığını Allah ile beraber tutması demektir.

    Kâfir adamın kibir, gurur, şımarıklık ve azgınlık mantığını Kur’an bize sunduğu gibi, mümin arkadaşının kâfir arkadaşıyla konuşurken sergilediği hoş, zarif, sevimli ve imanlı mantığını da sunmaktadır. Aldatıcı maddi güçlerden ve yokolacak geçici dünya malından yoksun olan bu mümin adam saflığını ve kesini inancını korumuştur.

    Sahip olduğu maddi imkânlarla gururlanan, kibirlenip azgınlaşan, gözü dönüp şımaran arkadaşını görmüş, ama bu duruma aklanmamış, facir arkadaşı karşısında aşağılık, korkaklık, ezilmişlik ve zillet duygusuna kapılmamış, kendisi onun seviyesine düşmemiş, sahip olduğu şeylere kendisi de sahip olmaya can atmamış, meydandan kaçmayı ve rabbini teşbih etmek için bir köşeye çekilmeyi de tercih etmemiştir.

    Bu mümin adamın diyalog, tartışma üslup ve mantığı bizlere örnek olmalıdır. Çünkü başkalarıyla nasıl konuşacağımızı, şüphelerini nasıl gidermeğe çalışacağımızı, gözlerinden perdeyi nasıl kaldıracağımızı, anlayış ve bakış açılarını nasıl düzelteceğimizi, sahip oldukları mal, mevki ve makamın kendileriyle konuşmaktan ve onlara doğrulan söylemekten bizleri alıkoymaması gerektiğini öğreniyoruz.

    Aynı şekilde aldanıp kendimizi onlarla kıyas etmemeyi, içinde bulundukları durumda olmayı arzu etmemeyi de bize öğretmektedir. Çünkü mümin olduğumuz sürece biz onlardan daha sağlam ve güçlüyüz, daha üstün ve onurluyuz, imanımızla daha zengin ve Allah’a daha yakınız. Onun için Ahiretini kaybetmiş insanlara merhamet göstermeli onlara hakikati göstermek için çabalamalıyız.

    MUSA-HIZIR VE BİRLİKTE HAREKET ETME ŞUURU

    Üçüncü kıssa olan Musa ve Hızır kıssasında da Allah’u Teâlâ bir sonraki merhaleye geçmek üzere olan Müslümanları, grupları ve cemaatleri birbirlerini anlamaya ve ortak hareket etmeye davet eder. Musa ve Hızır iki denizdir. İki denizin artık birleşme zamanı gelmiştir. Yani yöntem şudur; Bütün davet gruplarının, İslami cemaatlerin, ıslah ve değişim kurumlarının ve hayır hareketlerin buluşması ve diyaloga girmesi. Bu olay iki denizin ya da denizlerin buluşması olarak nitelendirilmiştir.

    Bu buluşmada grupların, cemaatlerin kurumların, cemiyetlerin, hareketlerin, mezhep ve akımların kendi varlıklarını tek bir varlık içinde eriterek tek bir cemiyet haline gelmesi beklenmemelidir. Çünkü bu durum ilahi takdire aykırıdır: “Sürekli ihtilaf edip duracaklardır. Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler hariç. Sizi bunun için yaratmıştır.” (Hud / 118-119) İnsanın varoluşuna da aykırıdır: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda âlemler için ayetler vardır.” (Rum / 22) Her kim bunu gerçekleştirmeye çalışırsa bu imkânsız bir şeydir. Eğer mümkün olsaydı Hz. Musa (as) ile Hızır her konuda ittifak ederlerdi. Fakat onlar sevgi ve özveri üzerinde ayrıldılar. İlkeleri de: Allah için birbirini sevmek, O’nda birleşmek ve O’nda ayrılmak idi…

    Evet, kıssa Hızır’ın şu sözüyle bitiyor: “İşte bu, benimle senin ayrılığımızdır.” (Kehf 78) Ancak ayrılmadan önce gerekli açıklamaları yapmıştır: “Sana sabredemediğin şeylerin tevilini haber vereceğim.” (Kehf 78) Musa (as)’a ve bize sebepleri, illetleri ve şaşırtıcı olayların arka planını açıklamıştır. Bu bizzat İslami akımlar ve hareketler arasındaki uygulamaların, tutum ve kararların, yol ve yöntemlerin gerekçesini ve her birinin neden farklı bir yöntem uyguladığını açıklayan bir diyalog olması gerektiğini göstermektedir. Ta ki bu nehirler denizlerin birleştiği yere ulaşsın, İslam’ın ve Müslümanların hâkimiyetine; Aziz ve Gaffar olan Allah’ın rahmetine vesile olsun diye…

    Şan ve şerefin, güç ve iktidarın “denizlerin birleşmesi” merhalesi olmadan gerçekleşemeyeceği kanaatindeyim. Cemaatler ve akımlar çok sayıda taraftar ve yandaş sahibi olsa, geniş halk kesimlerine dayansa bile… Çünkü bu, iktidardan önce gerekli olan bir aşamadır. Hz. Musa (as) ve Hızır kıssasının eğitim aralıkları olmaksızın doğrudan anlatımı bunun için değil midir? Hâlbuki bu eğitim aralıkları daha önceki Ashabı Kehf ve İki Arkadaş kıssasında geçmişti. Ayetlerdeki bu kıssalar arası eğitim aralıklarının, mağara sonrası diyalog merhalesi ve ona hazırlık için üç açıdan vurgulandığı görülmektedir: “Rabbinden sana vahyedileni oku!” (Kehf 27) “Rablerine dua edenlerle birlikte nefsini tut!” (Kehf 28) “Ve de ki; Hak Rabbinizdendir.” (Kehf 29) Bunlar ilmi ve anlayışı, Allah için sevmeyi, cemaat içi sorumluluğu, Allah’a davet ile hareket etmeyi kastetmektedir. Bunları şu kelimeler ile özetlemek mümkündür: İlim, eğitim, davet…

    İki arkadaş kıssası ile Hz. Musa (as.) ve Hızır kıssası arasında birincisinden ikincisine yani diyalogdan hâkimiyete hazırlayan ara ayetler mevcuttur. İktidar ve egemenliğin doğal bir sonucu olan dünya hayatının ziynetine ve süsüne aldanmamaları, şeytanın şaşırtmalarına karşı uyanık olmaları, saptırıcıların kucağına düşmemeleri ve Hâkim olan Allah’ın anılmasından gafil olmamaları uyarısında bulunmaktadır. Ülkeleri zulümlerinden dolayı topyekûn helak ettiği için Celal sahibi Allah’tan çekinmeleridir. Ancak bunun tersine olarak Hz. Musa ve Hızır kıssası ile Zülkarneyn kıssası arasında bir fasıla olmadığı ve birincisinden ikincisine direkt geçildiğini görmekteyiz. Çünkü hayır sahipleri ve Müslüman cemaatlerin; iktidarın o merhalenin zorunlu bir sonucu olduğunu ve ancak “denizlerin birleşmesinde” doğrudan hâkim olabileceklerini gerçek olarak anlamaları içindir.

    Ayrıca Müslümanların bu merhalede başarısız olmaları, birbirlerini aşağılamaları, bir grubun kendini üstün görmesi veya fitneye düşmeleri halinde tekrar birinci merhaleye düşme korkusu da vardır. Bunun için Müslümanlar, birbirlerine sahip çıkmalı, hak ve hukuka riayet etmeli, kimsenin malını gaspetmemeli ve ilim de kibir göstermemelidirler.

    Yüce Allah Musa ve Hızır kıssasıyla bize şunu da öğretmektedir; Dünyevî ölçülerle hüküm vermeyin, ilim benim katımdadır. Önümüzdeki zahir ile hükmetmeyin. Olanlardan canınızın sıkıldığını, sabredemediğiniz biliyorum. Biliyorum ki salih ve iyi insanların şerle karşılaştıklarını ve kötü kimselerin de hayırla karşılaştıklarını gördüğünüzde hayret ediyorsunuz. Ancak ölçü bu değildir. Çünkü sizin gördüğünüz sadece işin zahiridir. Benim katımda olan ise hakikattir. Gördüğünüz zahir, bazen hakikatin tamamen aksidir. Bazen şer olarak zannettiğiniz şey hakikatte hayırdır. Bazen de hayır olduğunu sandığınız şey, hakikatte şerdir. “Bakarsınız, hayır zannettiğiniz şeyler hakkınızda şer, şer zannettiğiniz şeyler de hayır olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara / 216)

    İKTİDAR VE ZÜLKARNEYN

    Surenin sonundaki Zülkarneyn kıssası da davetçilerin ve davetin nihai amacının yeryüzünde hâkim olmak olduğunu göstermektedir. Fakat Yüce Allah, Mü’minlere sabırlarının, dualarının, ibadetlerinin ve kardeşliklerinden dolayı iktidarı armağan etmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık, ona her şeyden bir yol (sebep) verdik.” (Kehf / 84)

    İktidar olduktan sonra da, Allah’ın yolundan ayrılmaz yolsuzluklara ve istibdada karşı çıkar, yoksullara, muhtaçlara ve mazlum milletlere yardım etmek için çaba sarfeder. Böylece adaleti ve onu sağlayan şu açık hedefi gerçekleştirmek istemiştir: “Kim haksızlık ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, O da onu görülmemiş bir azapla cezalandırır. Ama her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir zor işlere koşmayız.” (Kehf / 87-88) Bu ıslah ve değişim için en üst merhaledir. İmkânlar en üst seviyededir. İktidar gücü yasama ve yargı ile adaleti sağlar, iyi ve salih olanları mükâfatlandırır.

    Allah (cc) iktidardaki Mü’minlerin önlerini açar ve onlara adaleti yeryüzüne yaymaları için sebepler yaratır. “Onun ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik. O da batıya doğru bir yol tuttu.” (Kehf / 84) Burada salih hükümdar için bir örnek portre görülmektedir. Daha sonraki ayetlerde de “summe etbea sebeben / Sonra bir yol tuttu” (Kehf 89 ve Kehf 92) yani bu devasa gücü, imkân ve yolları kullanarak doğuda ve batıda ve ikisinin arasında insanlara karışmış; nehir yataklarına, denizlere, hendeklere ve vadilere girmiştir.

    Yecüc ile Mecüc’ün zulmünden şikâyet edildiğinde buna gizlenme ve soyutlanma yöntemi ile ya da diyalog ve tartışma ile karşılık verilmemiştir. Bilakis burada geçerli olan yöntem: “Bana kuvvet ile yardım edin” (Kehf 95) şeklindedir. Bu kuvvet bilgi kuvvetini ve maddi kuvveti temsil eder. Karar alma ve uygulama, bina ve inşa kuvvetidir. Üretim ve sanayi, koruma ve kollama, infak ve yardım, iyilik yapma, başkasına faydalı olma ve kötülüğü engelleme kuvvetidir. Zulmü, demir kütleleri, silah çeşitleri ile karşılayabilme gücüdür. Çünkü burada artık terk edildiğinde marufu (iyiliğin) emredecek ve işlendiğinde münkeri (kötülüğü) engelleyecek bir devlet ve iktidar gücü mevcuttur. Bu güç dinlerine, dillerine ve renklerine bakılmaksızın tüm insanlar arasında adaleti yayacaktır. Çünkü hepsi de insandır, insanlık şeref ve onuruna sahiptir.

    Bu, Hz. Peygamber’in (sa) hicret ettikten ve devlet inşa ettikten sonra bizzat uyguladığı şeydir. Yeni dünya düzenindeki bir Müslüman ülkenin zayıf bir cemaat gibi davranması şeklinde davranmamıştır.

    SUREDEKİ DİĞER UYARILAR

    Bu dört kıssadaki dışında surede ara uyarıları da vardır ki; bunların sayısı çok olmasına rağmen biz burada aklımızda kalanları zikrediyoruz;

    – Surenin ilk ayetinde olduğu gibi Müslümanlar kendilerine kitabı indiren yüce Allah’a hayatlarının her merhalesinde hamd etmeyi unutmamaları gerekiyor.

    – Acıların büyüklüğüne rağmen umutların diri tutulması gerekiyor. Bunun için sıkıntılardan ve problemlerden çok umutlandırıcı olaylardan bahsedilmesi gerekiyor. Yine ilk ayetlerde olduğu gibi cennet ile müjdeleyip sonra cehennem ile korkutmak gerekiyor.

    – “Bunun üzerin biz de onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk.” (Kehf / 11) Yüce Allah bu ayette bize şunu haber vermek istiyor: Duyular arasında uyumayan kulaktır. Gözlerini kapattığını zaman göremezsin. Ama kulaklarını asla kapatamazsın. İstesen de, istemesen de kulak daima açıktır ve görevini yürütmektedir. Onun için dünyanın gürültüsünden uzaklaşmak istiyorsanız kulaklarınızı kapayın. Ahirette de insanlar çağırıldıklarında kulaklarına hitap edilecektir.

    – “Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın, biz onları sağa ve sola döndürürdük.” (Kehf / 18) Yüce Allah, bu gençleri, varlığının belgeleri olarak tekrar hayata döndürecek. Bu nedenle uzun zaman yatacak kimseler için sağlık kuralları koyuyor. Şimdi de görüyoruz ki doktorlar, uzun müddet yatan hastaların sağa ve sola döndürmek gerektiğini söylüyorlar. Değilse vücut yaralanıp bereleniyor, ya da kan dolaşımı normal sağlanamıyor.

    – Surede üç iktidar konu edinilmektedir: Zalim hükümdar Kehf kıssasında geçer; çalıp çırpan ve yolsuzluklara gark olmuş hükümdar Musa ve Hızır kıssasında geçer ve son olarak adil hükümdar Zülkarneyn. Allahu Teala siyasi istibdadı ve mali bozgunculuğu Müslümanların eliyle yok edip yerine adil hükümdarın gelmesi için sebepler yaratır.

    – Her hal ve şeraitte Allah’ı anmaktan uzak durmamalı ve onu rahmetine sığınılmalıdır. O unutulduğu zaman dava hiçbir zaman başarıya ulaşmayacaktır. “O gençler mağaraya sığındıklarında dediler: Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve işimizde bir çıkar yol göster.” (Kehf / 10) “Senin Rabbin Gafurdur, rahmet sahibidir.” (Kehf / 58) Dikkat ederseniz Kur’an’da yüce Allah Müslümanlara hep imanda istikamet üzere olmayı ve Salih amelde daim olmalarını öğütler.

    – Rızkı, nimet ve bolluğu sadece Allah verir. İnsanın düşünmesi, çabası, plan ve projeleri, malları sadece görünen maddi sebeplerdir. Ona “Bahçene girdiğin zaman ‘Maşaallah’, güç ve kuvvet ancak Allah’tandır, demen gerekmez miydi?” demiştir. Gurur, insanın kendi kendisine tapmasının başlangıcıdır. İnsanoğlu nefsine tapmaya başladı mı, Allah’a kulluktan uzaklaşmış olur. Veren Allah, o malı her an için geri alabilir.

    – Yine bu surede Mü’minlere bulundukları her merhaleyi dikkatli tanımlamaları, derin analiz yapmaları ve uygun çözüm bulmaları tavsiye edilmiştir. Bu sûrede geçen “Hubr” kelimesi bunu detaylı bir şekilde açıklar. Yani, eşyanın zahiri, onların hakikati değildir. İnsan, işlerin zahirine bakarak onların hayır mı, yahut şer mi olduklarına kesin hüküm vererek şer olar gördüğümüz bir şeyle karşılaştığımızda ahu figanlar ederek onu karşılamamalı. Allah’ın kaderine rıza göstermeliyiz.

    – Surede Müslümanların karşı karşıya kalabileceği birçok fitneye dikkat çekilmiştir: dünya hayatı ziyneti (mal ve çocuk), makam ve iktidar fitnesi, arkadaş fitnesi, ilim fitnesi ve şeytanın fitnesi…

    – Bağ, bahçe ve bostanların düzenlenmesi ile ilgili Kur’an’da tarımsal güzel bir incelik bulunmaktadır. Bu da bağ ve bahçeleri tasvir ederken görülmektedir. Toprağa emek vermek, tarımını düzenlemek, ekin ve ağaçlarını ahenk içinde yetiştirmek, teknik ve sanatsal bir zevki ortaya koymakta, bu da üretim ve gelirin artmasına yol açmaktadır.

    – Surede geçen davetteki hitabet ve söylem yöntemlerini incelediğimizde farklı yerlerde ve farklı kesimlere farklı bir dil kullanıldığını görmekteyiz. Öyle ise bir Müslüman nerede ve kimlere hangi dili nasıl kullanacağı çok iyi bilmeli.

    – Gerçek fail Allah’tır. O’nun iradesi olmaksızın hiçbir şey gerçekleşmez. Bu nedenle insan her şeyi Allah’a havale etmeli, inşallah demedikçe şunu şunu yapacağım dememelidir. Çünkü gelecekte yapılacak şeyin temel unsurları kişinin kendi elinde değil, Allah’ın elindedir. Yüce Allah buyuruyor: “İnşaallah, demedikçe, yarın her hangi bir işi yapacağım, deme. Unutacak olursan, rabbini an.”

    – Musa ve Hızır kıssasında hareketle İslam âlimleri ilim öğrenmenin farz olduğunu ve bunun için çok uzaklarda bile ilim elde ediliyorsa oraya gitmek için çaba sarfedilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Müslüman âlimleri İlim öğrenmek için yolculuk yapmanın en güzel örneklerini vermiş, bunun için türlü sıkıntılar ve zorluklara katlanmış ve sabretmişlerdir. Günümüzde Dr. Abdulfettah Ebu Gudde ilim tahsili için yolculuk yapan ve bu uğurda her türlü sıkıntı ve zorluklara sabreden İslam âlimlerinden örnekler topladığı bir kitap yazmış ve “Safahatun min Sabri’l-UIema ala Şedadidi’l-ilmi ve ve’t-Tahsili” adını vermiştir. Bu kitap “İlim Uğrunda” adıyla Türkçeye kazandırılmıştır.

    – Yeryüzünde ne kadar güçsüz olursak olalım. Allah’ın kendilerine imkân ve ilim verdiği kimselerden yararlanabilir, onlardan bilgi edinir ve durumumuzu düzeltebiliriz.

    – Kehf kıssasında geçen “Hangi yemek daha güzeldir” ayetinden hareketle İslam âlimleri, hangi şartlarda olurlarsa olsunlar Müslümanların yiyip, içtikleri şeylere dikkat etmelerini dinin emri olduğunu söylemektedirler. Çünkü bu güzellikten maksat, daha temiz ve helal olanıdır. Burada güzellik, temizlik, gelişme ve bereketi ifade eder. Kur’an yiyecek ve giyeceklerimizde zevk ve mizaçlarımızın İslam’ın öğretilerine, helal ve haram ölçülerine uygun olmasını ister.

    – Yüce Allah bize ilim, mal, ya da başka herhangi bir imkân verdiğinde, insanları bunlardan yararlandırmalı, onları Allah yolunda harcamalıyız. Allah’ın bize verdiği her imkânı hayırlı yolda kullanmalıyız. Başkalarının emeğini ve malını çalmamalıyız.

    Tüm bunlardan sonra Kehf suresi son olarak şu ayetle sona ermektedir: “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh’ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf / 110)

    Kehf suresinin içine daldığınızda daha fazla şeye tanık olabilirsiniz. Bunun için Kur’an’ın bize önerdiği okuma yöntemini kullanarak ilahi kitaba yaklaşmalıyız. Yani üzerinde derin derin düşüne düşüne okumalıyız.

    Hindistanlı İslam alimlerinden Ebu’l Hasan en-Nedevi, Kehf sûresiyle ilgili olarak şunları kaydetmektedir; “Çağımız, her şeyi yakıp yıkan materyalist fitneler çağıdır. Cahiliyye materyalizmi bu çağda yayılmış ve her türlü ahlaktan soyutlanarak müstehcenliğini sergilemiş, ahlaksızlığını, çirkinliğini, fitnesini, baştan çıkarmalarını, mal-mülk-makam sevdasını, şehvetlerini, sapıklık ve aşağılıklarını Müslümanlara da taşımıştır. Onlara amansız ve kapsamlı bir savaş açmıştır. Müslümanların bir kısmı bu savaşta materyalizmin esiri ve kurbanı olmuş, ahlaksızlık ve şehvetlerine teslim olmuş, barbarlığını, çirkinliğini ve saptırmalarını benimsemişlerdir. Yüce Allah bu savaşta Kur’an’a sığınan Müslümanları korumuştur. Onu ezberleyerek, gereği gibi okuyarak, gereği gibi anlayarak, onunla cahiliyye materyalizmine karşı savaşarak, ona yöneldikleri, kavramlarını, gerçeklerini kavrayıp hükümlerine sarıldıkları gün Allah onları korumuştur, iman ile imansızlık arasındaki savaşta direnme ve cihad etmede Kehf suresinin rolü çok büyüktür.”

    Şimdi düşünün Hz. Peygamberin her Cuma günü bu sureyi okumamızı istemesinin arkasında yatan gerçek nedir?

    Kehf sûresi hakkında yazılacak daha çok şey var, fakat internette kaleme alınan bir köşe yazısı için haddimizi fazlasıyla aştığımızı düşünüyorum…

    Selam hakka tabi olanlara…

    Not: Bu konuda detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler Mana Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan dava dostum Salah Sultan’ın “Kehf Suresi” çalışmasını okumalarını özellikle öneriyorum. Bunun yanı sıra Kehf suresi hakkında daha geniş araştırma yapmak isteyen kişilere de ek olarak Kitap Dünyası tarafından basılan “Peygamber Olmayanların Kur’an Öyküleri”, Esra Yayınları arasından çıkan üstad Şa’ravi’nin “Kur’an Mucizesi” ve allame Fahruddin er-Razi’nin “Mefâtihu’l-Gayb Tefsîru’l-Kebir” adlı tefsirinde Kehf suresi tefsirini okumalarını tavsiye ediyorum.

  10. Kehf suresi ve dini cemaatler

    Leave a Comment

    İslam dünyasındaki dini cemaatler yeni ufuklar peşinde. Geçmişte yaşadıkları birçok sorunu tekrar yaşamak istemiyorlar. Bunun için yeni yöntem arayışındalar.

    İslami hareketlerin, cemaatlerin ve tarikatların, 60’lı yıllardan sonra takip ettiği yöntemlerin üzerinde anarşist, faşist, solcu, sağcı, masonik, liberal ve milliyetçi söylemlerin ciddi etkisi oldu. Özellikle de bu fikir akımlarından dönüş yapıp dini hareketlerin veya cemaatlerin başına geçmiş şahıslar, önceki metotlarına dini kılıf giydirip dindar insanları yönlendirdiler.

    Bundan dolayı dini cemaatlerin İslam’a hizmetleri farklılaştı ve hatta bununla kalmayıp metotlar üzerinden birbirlerini çok ağır eleştirdikleri gibi aşırı gidip birbirini tekfir edenler bile oldu. Bu sonucun çıkması tabiiydi elbette. Çünkü 60’lı yıllardan sonra dini hareketlere öncülük edenlerin çoğu ya edebiyatçı, ya düşünür veya siyasetçi idi.

    Bugün dini cemaatleri inceleyen biri rahatlıkla birçoğunun üzerinde solcu ve sağcı çizginin tesirini görecek çok azında da liberal, masonik ve anarşist düşüncenin etkisini… Ancak bazı dini cemaatler, geçmiş iki asırda dünyayı etkisi altına alan sol, sağ ve liberal düşüncesinin tesirinde olmadıklarını ortaya koymak için bazı İslami kavramların arkasına saklandı. Onun için geçmiş 40 yılda “Medine’de mi yaşıyoruz?” yoksa “Mekke’de mi? veya “Daru’l Harp” ya da “Daru’l İslam”da mı yaşıyoruz tartışmalarına tanık olduk.

    Şimdi gelinen noktada dini cemaatlerin bir arayış içinde oldukları çok bariz bir şekilde görülmekte. Geçmişte içine gark olunmuş sorunlarla bir daha boğuşmak istemiyorlar. İşte, bundan dolayı son 10-15 yıldır bir durağanlık yaşanıyor. Bir merhale kat edilemiyor. Fakat bu fetret döneminde bir çıkış yolu bulunamadığından ve onun için gayret edilmediğinden ya savrulmalar yaşanıyor ya bölünmeler ya da birbirini küçük konularda dahi olsa taklitler. Örneğin biri eğitimin bir kanadına el atıyorsa diğerleri de aynı şeyi yapıyor. Tabii ki bu onların eğitimde başarılı olduğunu göstermiyor. Sadece çıkış yolundaki kötü taklitlerden öte bir şey değil…

    Fakat dini cemaatler gerçekten yeni bir yol ve yöntem arıyorlar ise önce işe kendi bünyelerinde Arapça’yı ve dini ilimleri çok iyi bilen insanlar bulundurmayla başlamaları gerekiyor. Bilinmelidir ki, Arapça, Arapların dili değildir. Arapça, İslam’ın ve Müslümanların ortak lisanıdır. Eğer bu dini çok iyi bilmek istiyorsanız ve Müslümanlara yön vermek istiyorsanız Arapça bilmeniz zorunludur, zorunludur hatta farzı ayındır. Lütfen yanlış anlamayın Arapça bilmeyen dini anlayamaz, anlatamaz veya yaşayamaz demiyorum. Bilakis Müslümanlara yön vermek istiyorsanız Kur’an’ın dili olan Arapça’yı çok çok iyi bilmeniz gerekiyor. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Biz Kur’an-ı Arapça olarak indirdik, umulur ki, siz onu anlarsınız.” (Yusuf Suresi / 2)

    “Biz bu (ilahi kelamı) işte böyle Arap dilinde, bir hüküm ve hikmet (kaynağı) olarak indirdik. Ve gerçek şu ki, eğer sana (vahyi) bilgi geldikten sonra kalkıp insanların gelgeç isteklerine uyarsan, (bil ki) Allah’a karşı ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin!” (Ra’d / 37)

    Burada şu notu da düşmeden geçemeyeceğim, gelenekci olduğunu ileri süren ve sadece kendi mezhebini anlamak için Arapça öğrenen ve metin çalışması yapanları da bu ümmete liderlik yapacaklarına asla ihtimal vermiyorum.

    Sözü uzatmadan özetle; metot ve yöntem konusunda büyük bir arayış içerisinde olan dini cemaatlerle bazı kanaatlerimi paylaşmak istiyorum. Metot ve yöntem üzerinde epeydir çalışıyorum. 20. asırda ve geçmiş âlimlerimizin bu konuda çok güzel çalışmaları var, lakin fazla açıklayıcı değil. Ancak Kur’an ve sünnet başta olmak üzere ulemanın eserlerinde de ittifak edilen konu şu; Başarıya değil, istikamet üzere olup olmamaya odaklanma…

    Yine şunu açıkça ifade etmek isterim, kesinlikle tek bir metot olmalı farklı yöntemler olmamalı demek istemiyorum. Genel bir çatının olması gerektiğini savunuyorum. Farklı yapılar ve cemaatler elbette olacak. Çünkü bu bir sünnetullah…

    Peki, bu genel çatı ya da şemsiye nasıl olmalı? Buna Kehf suresinin bir bütün olarak ele alındığında bir işaretin olduğunu düşünüyorum. Eğer bu surenin üzerinde ciddi manada düşünülse muhtelif durumlarda Müslümanların nasıl bir yol izlemeleri gerektiği genel hatlarıyla belirtiliyor. Hatta ifrat ve tefrite düşülmeden izlenilmesi gereken çatı veya şemsiye yöntemlere değiniler var.

    Dikkat ederseniz Kehf suresinde 4 kıssa geçmektedir; Ashabı Kehf kıssası, Bahçe Sahipleri kıssası, Musa ve Hızır kıssası ve son olarak Zülkarneyn kıssası. İyi tetkik edildiğinde her kıssanın ayrı bir metoda işaret etmekte olduğu görülecek ve bu kıssalar arasındaki ayetlerin de o merhalelerde düşülebilecek hatalara işaret ve çözümler sunduğu ortaya konulacaktır.

    Şimdi isterseniz birinci kıssayı inceleyelim. Birinci kıssada yani “Ashabı Kehf” kıssasında iman eden bir grup gencin karşısında zalim, zorba, diktatör, dini özgürlüklere karşı tahammülsüz ve hukuk tanımayan bir güç var. Kur’an’ın burada gençlere işaret etmesinin bir hikmeti de bulunuyor. O da hangi düşünce, din ve felsefe olursa olsun yeni ortaya çıktığında ya da ilk olarak taraftar bulmaya çalıştığında genelde saf ve temiz bir fıtrata sahip olan gençleri etkiler. Tarihe bakın bunu çok rahatlıkla göreceksiniz. İşte Sokrat’ın genç talebeleri ve peygamberlere ilk iman edenler…

    Kur’an-ı Kerim bu kıssada Müslümanlara sayı olarak az olduğunuzda veya küçük bir grup olduğunuzda, bir zalim ve zorba karşısında ne tür bir yol izlememiz gerektiğini açıklıyor. Yüce Allah bu durumda Mü’minlerden izlemeleri gereken yolu şöyle açıklıyor; “ve li yetelattaf ve lâ yuş’ırenne bi-kum ehaden” «Nâzik davranın (gizli hareket edin) ki kimse sizi sezmesin.» (Kehf / 19) Yani sayıca az olduğunuzda veya karşısızdaki diktatör güç olarak sizden daha kuvvetli olduğunda kahramanlık yapmanız istenmiyor. Allah’ın dinine insanları gizli bir şekilde davet edeceksiniz. Tıpkı Hz. Peygamberin Mekke’nin ilk dönemlerinde Müslümanları davet ettiği gibi. Müslümanlar gizlice Daru’l Erkam’da bir araya geliyorlardı. Eğer, farklı bir yöntem izlenirse çok kötü sonuçlar doğurabilir. İşte, Kur’an buna da işaret ediyor; “Onlar sizi farkederlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi zorla kendi dinlerine döndürürler ki bu durumda asla başarıya ulaşamazsınız.” (Kehf / 20)

    O zaman geçerli olan yöntem küfür güçlerine karşı koymamak şeklindeydi: “Elinizi çekin (karşı koymayın) ve namazı ikame edin!” (Nisa / 77) İmanı inkâr etmediği için Sümeyye bir mızrak ile vurulmuş ve peşinden kocası Yasir öldürülüp şehid edilmiş, Resulullah ise vadinin uzak bölgesinde onların şehadetine tanık olmuş ve: “Sabredin, sabredin ey Yasir ailesi, varacağınız yer cennettir” demekten başka bir karşılık verememiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas karşılık vermek için acele edince de Hz. Peygamber ona: “Biz henüz böyle bir şeyle emrolunmadık” diye buyurdular. Bu dönemde Müslümanlar, Mekke site devletinden öyle eziyetler ve işkenceler görüyorlar ki, Hz. Peygamberin emriyle Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalıyorlar.

    Dünyanın dört bir yanındaki İslam davetçilerinin ıslah ve değişim projeleri için Kehf suresindeki ilham verici yöntemleri okumaları hak ve batıl taraflarının güç dengesini dikkate almaları gerekmektedir. Bu durum aşağıdaki ayeti de açıklıyor: “İman etmeyenlere söyle: Yapabileceğiniz şeyleri yapın, kuşkusuz biz de yapacağız. Sonucunu da bekleyiniz, muhakkak biz de beklemekteyiz. Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Bütün işler de ona döndürülür. Ona dayanıp güvenin, Muhakkak ki Rabbin onların yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Hud 121-123) Nitekim Hak ve batıl tarafları arasındaki en büyük çekişme burada Hud suresinde geçmektedir.

    Şimdi bu öğütlere uymayan ve geçmiş yıllarda birçok Müslüman’ın ölümüne sebep olan grupları göz önüne getirin. Mısır, Libya, Cezayir, Fas ve diğer Müslüman ülkelerde bazı dini cemaatler grup olarak az olmalarına karşı diktatör ve zalimlere karşı şiddet yolunu seçtiler. Ancak bu hem cemaatlere büyük zarar verdi hem de nice gencin hayatının sonu oldu. Birçok kişi şehid olurken, birçoğu da yıllarca hapislerde ömür tüketti. Bugünlerde bu ülkelerdeki dini cemaatlerin birçoğu, geçmişte yaşadıkları hataların farkına vardı ve bu konuda kitaplar neşredip, yaptıkları yanlışları itiraf ettiler.

    Yine burada şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu dini cemaatlerin şiddete bulaşmasında devletlerin de rolü çok büyük. Çünkü zalim ve zorba yönetimler kandan ve şiddetten beslenirler. Bu tür gizli oluşumların farkına vardıkları anda ya ezerler veya kullanma yoluna giderler. Kullanma esnasında da bu cemaatlere güçlü oldukları imajını pompalarlar ve “devlet içinde devletsiniz, istediğinizi yapın” imkânı tanırlar. Sonra;’yarama işlemi’ bittikten sonra onları bir fiskeyle silerler ve dağıtırlar… Keşke Mısır ve Libya’daki gibi diğer dini gruplarda devlet içinde devletiz oyunuyla nasıl silahlandırıldıkları ve hatta bazılarının nasıl dine hizmet adıyla eroin ticaretine bulaştıklarını itiraf etseler…

    Fakat Müslümanlar azınlık veya küçük bir grup da olsalar adil bir yönetici ya da dinlerini yaşabildikleri (Habeşistan ve Necaşi örneği gibi) bir ortam bulduklarında orada dinlerini ifşa etmekte çekinmemişlerdir. Yine dikkat edilirse ilk mü’minler davete başladıklarında güzel ahlâkları ve yaşantılarıyla örnek olmayı öncelemişlerdir.

    Burada ister istemez şöyle bir soru akla gelecektir. Peki, Müslümanlar bugün bu “gizlilik” metodunu izleyebilir mi? Müslüman âlimlerin birçoğu İslam’ın bugün yeryüzüne intişar etmesinden dolayı, kitle iletişim araçlarının yaygınlığından ve geniş istihbarat ağlarından dolayı bu yöntemin uygulanmasını doğru bulmamaktadır. Çünkü böyle bir yöntemin bugün takibi halinde çok kötü neticeler doğuracağını ve istihbaratların kullanımına müsait hale gelebileceğini ifade etmektedirler. Son 40 yılda şiddete bulaşmış birçok dini grubun bugün istihbaratlar tarafından kullanıldığı ayan beyan ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı tekrar gizlilik metoduna yönelmenin Müslümanlara zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Lâkin bu yöntemi hâlâ takip etmekte ısrar eden bazı küçük dini gruplar yıllar geçmesine rağmen ne Medinelerini bulabilmişler ne de Habeşistanlarını. Bu grupların üyeleri ya yıllarca zindanlarda yatmış veya yatıyor, ya şiddete bulaşmış veya İslam’ın değil gruplarının başarısı için uygun olmayan yollara başvurmuşlardır; insan öldürmek, banka soymak, hırsızlık yapmak, silah ve eroin ticaretine bulaşmak gibi…

    Diğer üç kıssayı da İnşaallah bir sonraki yazımda irdeleyeceğim…