Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. Filistin devletine doğru (5): ‘İslami Terör’ün mimarı Netanyahu

    Leave a Comment

    Mahmud Abbas Filistin’in devlet olarak tanınması için bugün BM’ye resmen başvuracak. İslam dünyası, Afrika, Asya ve Latin Amerika’dan 120’nin üzerinde ülkenin bu girişimi desteklemesi bekleniyor. Fakat İsrail’in sağcı hükümeti ve ABD buna şiddetle karşı çıkıyor. Avrupa ise hâlâ kararsız. Peki, sonuç ne olacak? İsrail bugüne değin yaptığının aynısını yapmaya hazır: Dünyayı asla dinlemeyecek. Filistin’i destekleyen tüm dünya ülkelerine meydan okuyacak. ABD’deki AİPAC gibi lobileri sayesinde de Obama yönetimini kendi esiri edecek. O halde sonucun ne olacağı çok açık bir şekilde görünmüyor mu?

    Filistin devletine karşı olanların başında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu geliyor. Çünkü, Netanyahu Filistin devletinin kabulünün büyük İsrail’in önünde en büyük engel olarak görüyor. “İslami Terör” kavramının dünya gündemine girmesinde de büyük çabaları olan Netanyahu aynı zamanda Avrupa’da “İslamofobi”yi horlatanların öncüsüdür.

    İsrail’in hâlihazırdaki Başbakanı Binyamin Netanyahu yaklaşık 35 yıldır “Uluslararası İslami Terör” teorisi üzerinde çalışıyor ve bu düşüncesini tüm dünya kamuoyuna mal etmek içinde de sık sık yeni revizyonlar yapıyor. Netanyahu, dünyayı “İslami terör” konusuna ikna edip ve ülkeleri ona karşı savaşa itmek etmek uzun yıllar “korku teorisi” üzerine çalıştı.

    1995 yılında neşredilen “Fighting Terrorism: How Democracies Can Defeat Domestic and International Terrorism” (Terörizmle Savaş: Demokrasiler İç ve Uluslararası Terörle Nasıl Mücedele Edebilir) adlı kitabında açık bir şekilde “Uluslararası İslami Teröre” karşı özelde ABD ve genelde batı kamuoyunun dikkatini buna çekmek için uğraştığını belirtti.

    Netanyahu bu kitabında yıllarını “İslami teröre” karşı mücadeleyle geçirdiğini ve bunun için de ilkin asker olarak İsrail ordusunun özel kuvvetlerine yer aldığını, daha sonra Terör araştırmaları konusunuda uzman bir enstitünün kuruluşunda bulunduğunu ve ayrıca bir diplomat olarak uluslararası terörizmi galip gelebilmek için ulusların ittifak kurması için aktif çaba harcadığını itiraf ediyor. Netanyahu BM’de çalıştığı dönemlerde demokratik ulusları ve dünya liderlerini de “İslami terör”ü mağlup edebilecekleri konusunda ikna etmeye çalıştığını vurguluyor.

    Netanyahu, İsrail ordusunun en gizli özel operasyonlar birliğinde yüzbaşı olarak 1967-1972 yılları arasında görev yaptı. Bu özel birlik, Sayeret Matkal adıyla anılıyor. (Tam adı “Genelkurmay Keşif Birliği” şeklinde çevrilebilecek bu birlik, İsrail ordusunun en önemli özel birliği sayılır. Ana görevleri, terörizmle mücadele, düşman bölgesinde kapsamlı ve derin keşif yapma, istihbarat toplama olarak bilinen bu birliğin asıl görevinin düşman hatları gerisinde stratejik istihbarat toplama olduğu söylenir. Birlik ayrıca İsrail dışında rehine kurtarma operasyonlarından da sorumludur. İngilizlerin ünlü özel birliği SAS örnek alınarak kurulan birlik, doğrudan İsrail Askerî İstihbarat Teşkilatı’na bağlıdır. Sadece ‘Birlik’ olarak anılan bu özel birliğin benimsediği umde aynen SAS’ta olduğu gibi ‘Cesaret eden kazanır’ şeklindedir.) Burada ayrıca şunu zikretmekte yarar var; Mavi Marmara’da 9 kardeşimizi şehid edenler de “Sayeret Matkal” özel birlikleriydi.

    Netanyahu’nun terör ile ilgili çalışmaları çok eskileri dayanıyor. 1986 yılında “Terrorism: How the West Can Win” (Terörizm: Batı Nasıl Kazanabilir?) başlıklı bir kitap kaleme aldı. Netanyahu, bu kitabını 1984 yılında “Uluslararası İslami Terör” konusunda Jonathan Enstitüsü’nün düzenlediği ikinci konferans sonrası yazdığını belirtiyor. Kitabında terörle mücadele fikrini geliştirdiğini ifade eden Netanyahu, Reagan yönetimindeki ABD idaresinin terörle mücadelede kendisine ait yöntemleri kullandığını ifade ediyor. Netanyahu, bu kitabında teorisinin özünü, yeni bir güç olarak ortaya çıkan iç ve dış terörü gösteriyor ve bununda “Direnişçi İslam” olduğunu kaydediyor. Netanyahu, 86 yılında kaleme aldığı kitabında ileride yükselme ihtimali olan “İslami terörün” hem ABD’yi hem de dünyanın geri kalanını tehdit altına alacağını ve bunun için tehlikeye karşı alınması gereken önlemleri zikrediyor.

    Netanyahu tüm düşüncelerinin 1979 yılında Jonathon Enstitüsü (The Jonathon Institute)’nün düzenlediği ilk terör toplantısında olgunlaşmaya başladığını ve yine bu toplantı sonrası kaleme aldığı yazılarını 1980 yılında “International Terrorism: Challenge and Response” (Uluslararası Terörizm: Meydana okuma ve karşılık) adıyla neşretti. Netanyahu 1993 yılında da “A Place Among the Nations: İsrael and The World” (Uluslar arasında Bir Mekân: İsrail ve Dünya) adıyla yayımladığı kitabında terör konusundaki çalışmalarını sürdürdü.

    Netanyahu, 1976 yılında bir terör saldırısında ölen kardeşi Jonathan Netanyahu’nun adına kurduğu “Jonathan Terör Araştırmaları Enstitüsü”nün asıl hedefinin “uluslararası İslami terörizmi” ortadan kaldırmak ve ABD’nin buna öncülük yapmak için gayret sarfetmekti. ABD’nin terörle mücadeleye öncülük etmesi halinde dünyanın diğer demokratik ülkelerinin de buna yöneleciğini belirten Netanyahu, 70’li ve 80’li yıllarda ABD’li yetkilileri bu konuya ikna etmenin zor olduğunu ifade ediyor.

    Netanyahu’nun tüm çalışmalarının özetini şu başlıklar altında verebiliriz:

    1) Dünyanın birinci tehdit konusu “İslami Terör”dür ve dünya demokrasileri buna karşı önlem almalı.
    2) Büyük İsrail Devletine doğru adım atılmadıkça İsrail’in bölgede yaşama imkanı az olacaktır.
    3) Gazze ve Batı Şeria terör yuvaları haline gelmiştir ve bunun için sert önlemler alınmalıdır.
    4) Yerleşim birimlerinin artırılmasında asla taviz verilmemelirdir.
    5) Filistin devletinin inşası İsrail için büyük bir kabus olacaktır.
    6) Barış karşılıklı itiraf ve kabul işi değil bilakis güç, caydırıcılık ve hakimiyet işidir.
    7) İsrail varlığı için yaptığı hiçbir saldırıdan dolayı özüre yanaşmalı ve uluslararası kurumları yanına almak için de her türlü çabayı sarfetmelidir.
    8) İsrail dünya uluslararı arasında yerini alabilmesi için her yönüyle güçlü olmalıdır.

    Öte yandan, Binyamin Netanyahu ABD’deki Neo-con’ların çok yakın dostuydu. 1997 yılında Robert Kagan ve William Kristol tarafından kurulan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) düşünce kuruluşu ile çok yakın ilişkileri vardı. PNAC’ın üyesi olan karanlıklar prensi olarak adlandırılan Richard Pearle, Douglas Feith ve diğerleri 1996 ve 1999 yılları arasında ilk kez başbakanlık koltuğuna oturan İsrail Likud Partisi lideri Binyamin Netanyahu’nun tavsiye üzerine1997 yılında “Açık Şans: Ülkeyi Güvenlik Altına Almak için Yeni Bir Strateji” başlıklı bir strateji hazırladı. ABD eski Başkanı Clinton’a pazarlanan proje daha sonra ABD eski Başkanı George W. Bush’a sunuldu. Bush tarafından uygulamaya sokulan bu projenin dünyaya neler yaşattığını bugün daha iyi görüyoruz.

    Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi (American Israel Public Affairs Committee – AIPAC) lobisi üzerinde ciddi etkisi bulunan Netanyahu, 1984 ve 1988 yılları arasında Birleşmiş Milletler (BM)’de İsrail elçisi olarak görev yaptı. BM’nin işleyişini çok iyi bilen Netanyahu’nun Filistin devletinin tanınmaması için ne yol izlenmesi gerektiği çok iyi bildiği ortada.

    Şimdi Netanyahu’nun düşünceleri ekseninde dünyaya bakın, etrafınızda olup biten olayların arkasında kimlerin olacağını rahatlıkla kavrayabiliyor musunuz? Mavi Marmara şehidlerinden dolayı neden özüre yanaşmadığını okuyabiliyor musunuz? Filistin’in devlet olarak tanınmasının neden zor olduğunu görüyor musunuz?

    O halde, hem Yahudilerin hem Filistinlilerin hem de tüm dünyanın terör saldırılarından kurtulmasını istiyorsanız: Netanyahu yönetiminin iktidardan uzaklaştırılması için büyük çaba sarfedin. Yoksa dünya yakında büyük terör eylemlerine gebe kalabilir. Bunun içinde dünyada insanca yaşamak isteyen İsraillilere yani Yahudilere çok görev düşünüyor. Yahudiler şunu açıkça görmeli emperyalizm, faşizm ve ulusçuluğun bir ürünü olan Siyonzm dünyanın değil asıl Yahudilere büyük zarar veriyor. Bu arada, Arap baharı ile iktidarlarını kaybeden diktatörler, Netanyahu ile anlaşmalar imzaladığı ve destek almaya başladığı haberleri geliyor…

  2. Filistin devletine doğru (4): Obama ve öldürülen BM yetkilisi

    Leave a Comment

    ABD Başkanı Barack Obama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında dün gece yaptığı konuşmasında Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olmayı hak ettiklerini ancak bunun sadece İsrail’le yapılacak görüşmelerle sağlanabileceğini söyledi. Obama, “Onyıllardır süren bir çatışmayı bitirmek için kısa yol olmadığını düşünüyorum. Barış, açıklamalar ve BM kararlarıyla gelmez. Eğer bu kadar kolay olsaydı, şimdiye kadar barış sağlanırdı” dedi.

    Obama, “Sonuçta, bir arada yaşaması gerekenler İsrailliler ve Filistinliler. Sonuçta aralarında bölünme yaratan konularda anlaşmaya varması gerekenler İsrailliler ve Filistinliler, biz değiliz” ifadelerini kullandı. ABD’nin “Filistinlilerin, yapabileceklerine sınır konmadan, kendilerine ait bağımsız bir devlette yaşadığı bir gelecek” peşinde olduğunu belirten Obama, “Ancak Amerika’nın İsrail’in güvenliğine bağlılığı sarsılmaz; İsrail’le dostluğumuz derin ve kalıcıdır” dedi.

    Obama’nın bu açıklaması bana ABD eski başkanlarından Harry S. Truman’ın BM’nin tarihi taksim planından birkaç ay önce yaptığı itirafı hatırlattı. Truman 1946’da bir grup diplomat önünde, Siyonist “lobi” ve “Yahudi oyu”nun “baskıları”nın işleyişiyle ilgili olarak şu tarihi itirafta bulunmuştu: “Üzgünüm, beyler, fakat siyonizmin başarısını bekleyen yüz binlerce insana cevap vermek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında yüz binlerce Arap yok ki!”

    İngiliz eski Başbakanlarından Earl Clement Attlee, Hatıraları’nda şu tanıklıkta bulunuyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nin Filistin politikası, Yahudi oyu ve birçok büyük Yahudi firmasının (ve lobisini) sübvansiyonları ile şekilleniyor.”

    Görüyorsunuz işte dünya siyasetinin nasıl şekillendiğini. 1947 yılında BM’de oynan bir dizi “oldubittiler”, Haganah, İrgun ve Stern terör örgütlerinin kanlı saldırıları üzerine inşa edilen İsrail halen bile el üstünde tutulurken, Filistin topraklarının asıl sahiplerine yaşam hakkı tanınmıyor. Bunun neden olmadığı ABD ve İngiltere eski başkanlarının itirafları ortaya koyuyor. Çünkü Birleşmiş Milletler (BM)’in merkezi New York’ta ve hemen hemen çalışanlarının çoğunu ABD ve İsrail lobisi belirliyor. Artık bundan sonra Filistinlilere BM’den bir devlet hakkı verilmesi beklenebilir mi?

    Filistin’in taksim kararı BM Genel Asamblesi tarafından 29 Kasım 1947’de kabul edildiğinde: O tarihte Yahudiler Filistin’deki nüfusu tüm göç propagandasına rağmen 200 bin civarında ve topraklarından yüzde 5,6’sına sahiptiler. Filistinliler ise toprakların yüzde 90’ına ve nüfusları ise 1 milyondan fazla idi. Buna rağmen BM taksim planında Siyonistlere toprakların yüzde 57’sini bağışladı ancak Siyonistlerin toprakların yüzde 80’ini işgal etti. Hadi siz şimdi söyleyin adalet bunun neresinde? Bundan böyle sadece Müslümanlar değil dünyanın tüm geri kalanı ABD ve BM’ye nasıl güvensin?

    Hatta 1947’deki taksim planının oylanması da iğrenç manevralarla sağlanmıştı. Nitekim Amerikan Kongresi üyesi Lawrence H. Smith 18 Aralık 1947’de Kongre önünde bunu dile getirmişti: “Taksim oylaması yapılan toplantı boyunca Birleşmiş Milletler Assamblesi’nde neler olup bittiğine bir bakalım. Karar’ın kabulü için oyların üçte ikisi gerekiyordu… Oylama iki kere ertelendi… Bu esnada üç küçük milletin delegelerine sıkı bir baskı yapıldı… Haiti, Liberya ve Filipinlerin oyları belirleyici oldu. Bu oylar üçte iki çoğunluğun sağlanmasına yetti. Daha önce bu ülkeler taksime karşıydılar… Delegelerimiz, resmi görevlilerimiz ve Amerikan vatandaşları tarafından onlara yapılan o baskılar, kınanması gereken bir davranıştır.” (US Congressional record – 18 Şubat 1947, s. 1176)

    Dönemin ABD Savunma Bakanı James Forrestal da hatıralarında devlet başkanlarına uygulanan baskıyı teyit ederek şunları not düştü: “Baskı yapmak ve Birleşmiş Milletler’Deki diğer milletleri mecbur etmek için kullanılan yöntemler neredeyse skandal oluşturacak tarzdaydı.”

    BM’deki oyunlar ve “oldubittiler”den güç alan siyonist terör örgütleri, Filistin bölgelerinde katliama girişti. Deyr Yasin köyündeki katliam başta olmak üzere 571 köyü yerle bir ettiler. 800 bin Filistinli yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı ve mülteci durumuna düştü. Böylece Siyonist örgütler, birkaç ay içinde Filistin topraklarının yüzde 80’ini işgal etti.

    Siyonistlerin Filistin’de katliamları artınca BM arabulucu olarak Kont Folke Bernadotte’u olayları incelemek için bölgeye gönderdi. Kont Bernadotte ilk raporunda şunu yazıyordu: “Çatışmanın bu masum kurbanlarının yuvalarına dönmelerini engellemek, en basit ilkeleri bile ayaklar altına almak demektir. Öte yandan Yahudi göçmenler Filistin’e dalga dalga gelmeye devam ediyor, üstelik de bu toprağa asırlardır kök salmışken kovulan Arap sığınmacıların arazilerine sürekli olarak yerleşme tehdidi taşıyorlar.” Ve şöyle tasvir yapıyor: “Askeri zorunluluk olmadığı halde, geniş çaplı bir Siyonist yağma ve çapulla köylerin imha ve tahribi de apaçık ortadadır.” Bu rapor (B. M. Belge A. 648, s. 14), 16 Eylül 1948 tarihinde sunuldu. Ancak 17 Eylül 1948’de Kont Bernadotte ve Fransız yardımcısı Albay Serot, Kudüs’ün siyonistler tarafından işgal edilmiş kesiminde öldürüldü.

    İsrail sadece BM yetkililerini öldürmekle kalmıyordu aynı zamanda bugüne değin aleyhinde alınan onlarca BM kararını da tüm dünyaya rağmen reddetti. Bazı BM kararları da ABD tarafından Güvenlik Konseyi’nde veto edildi.

  3. Filistin devletine doğru (3): Barış Siyaseti Oyunu ve Arapların İhaneti

    Leave a Comment

    BM’nin 29.11.1947 sayılı taksim kararı çıkmadan evvel Yahudiler Filistin arazisinin ancak yüzde 5,7′sine sahip olabilmişlerdi. Topraklarına geri kalanına Filistinli Araplar sahipti. 1947 yılında Filistinli nüfus 1 milyon civarında iken İngilizlerin ve Siyonistlerin örgütlerin Yahudi göçüne ve Nazi katliamına rağmen bölgede Yahudi nüfusu ancak 150 ila 200 bin arasında idi. Fakat bu rakamlar 5 ay içinde büyük bir oyunla yüzde yüz yer değişti. Bu değişimin hikâyesini yakından incelediğinizde hem emperyalist güçlerin güdümündeki BM’nin hem de Arap devletlerinin yaptığı ihanetin nasıl dayanılmaz olduğunu göreceksiniz…

    Ünlü Filistin Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin kardeşi Abdülkadir el-Hüseyni, Haganah, Stern ve İrgun adındaki Siyonist terör örgütlerine karşı büyük bir mücadelenin öncülüğünü çekiyordu. 1947 yılında BM taksim planını ilan ettiğinde Siyonist terör örgütleri Filistin genelinde toprakları ele geçirmek için büyük bir hazırlık yapınca El Hüseyni’nin liderliğini yaptığı “Mukaddes Cihad Gücü” tüm Filistin topraklarında bu terör örgütlerinin önüne set çekti. Ölüm kalım savaşı veren Filistinli mücahitler, çok kısa bir zamanda Filistin’in topraklarının tümünde yönetimi ele geçirdi. Yine bu ağır darbelerin tesiriyledir ki, İngilizler yeniden bildik “Barış Siyaseti Oyununu” uygulamaya soktu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Mısır, Suriye ve Irak hükümetleri nezdinde ehven-i şer, Arap ordularının Filistin’e sevkini hem teşvik ve hem de istirham etme zaruretinde kaldı.

    İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın bu teşviki üzerine Kahire’de toplanan Arap Devlet Başkanları, Dışişleri Bakanları ve Genelkurmay başkanları düşünüp danışmadan derhal Filistin’e müdahaleye karar verdi. Bu müdahaleye tek karşı çıkan Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz es-Suud oldu. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın bu tertibine hukuki bir dayanak olsun diye, Arap devletleri genelkurmay başkanlarına da müşterek bir rapor yazdırdı. Bu rapora göre Yahudilerin hazırlanmış savaş kuvvetlerine karşı Filistinlilerin kendi başlarına mukavemet edemeyeceklerine göre, Arap ordularının işe müdahale etmeleri zarureti ileri sürülüyordu. Hâlbuki Filistin halkı kendi imkânlarıyla kurmuş oldukları “Mukaddes Cihad Gücü”nün tecrübeli ilk hamlelerine karşı İngiliz ve Amerikan desteğine rağmen Yahudi güçlerinin çökmeye başladığını bizim sağır Arap liderlerden başka duymayan kalmamıştı.

    Filistin halkının savaş kudretini takdir edemeyen ve İngilizlerin kendilerine kurdukların oyunun sonuçlarını idrakten aciz olan Arap liderleri en nihayet ordularını Filistin’e tahrike karar verdi. Bu arada, Ürdün Emiri Şerif Abdullah da Arap ordularına başkumandan olarak seçildi. Başta Ürdün lejyonu olmak üzere dört Arap birliği ayrı ayrı ilerlemeye başladı. En kuzeyde Suriye müfrezeleri Taberiye istikâmetinde harekete geçti. Onu Irak müfrezeleri iki kol halinde takip etti. Mısır müfrezeleri ise güneyde Han-Yunus’dan hareketle bir kol sahil boyu, Gazze istikâmetine Sedut, Süveydan ve Habrin’e çatallama olarak sokuluyor, bir kol da doğrudan Bir-Sabik’te Halilurrahman’a doğru yol alıyordu.

    Ürdün lejyonu ise Kudüs ve ona hem civar Filistinli mücahitler tarafından kendilerine dayanak yaptıkları stratejik yaylalara Yahudilerden fazla Filistin mücahitlerini kovalamak üzere yayılmaya başladıkları görülüyordu. Tam bu sırada Arap orduları başkumandanı sıfatıyla Ürdün Kralı Şerif Abdullah tarafından çok garip bir resmi emir beyan edildi. Bu emre göre Filistin mücadelesinin can damarı olan “Mukaddes Cihad Gücü” merkezi de ona bağlı askeri teşkilatın fesh ve ilgâ olduğu ilan ediliyordu. Yine bu emirnâme Filistin mücahitlerinin silahtan tecridi talep edildiği gibi Filistin davasının ana merkezi olan Filistin Yüksek Heyeti’nin temsil salâhiyetinin tamamen ilga olduğu belirtiliyordu. Ürdün lejyonunun takındığı bu hâsımâne tavırla, Şerif Abdullah’ın yayınladığı bu manasız açıklama Filistin davasın tevcih edilmiş açık bir saldırıydı. Demek ki, kurtarıcılık şiarıyla Filistin’e koşan bu Arap kuvvetleri hakiki vazifeleri Yahudiler’e karşı şahlanan Filistin mücahid kadrosuyla Müslüman Filistin halkının mukavemet ve kudretini yıkmaktı. Başka türlü Filistin davası böyle aptalcasına birkaç hafta içinde parlak bir zaferden kahkari bir hezimete çevrilemezdi.

    Bu gibi hâinâne bir tertibi önlemek için zavallı Filistinlilerde ne tâkat, ne de imkân kalmıştı. Çünkü onları idare eden kahraman kumandanlar, Arap kardeşlerinin kendilerine revâ gördükleri zillete fazla muhatap olmamak ve sevdikleri yurtları hesabına hazırlanmakta olan korkunç âkıbeti hayatta kalıp görmemek için bile bile ölmeyi ve o mukaddes toprakların altında yatmayı tercih etti. Gerilla taktiğinin uygulandığı savaşta her biri ayrı bir üstad olan yüzlerce kahraman, başta Abdülkadir el-Hüseyni olmak üzere göğüslerini Yahudi kurşunlarına açarak bile bile ölüme atıldı. Filistin müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin Mısır’da tutuklanışı, mücahitlerin tekrar silahtan tecridi ve bu kahraman kumandanların seri halinde şehadeti Filistin Müslümanlarını tama manasıyla şuurdan mahrum hâle soktu. Çobansız kalmış koyun sürüsü gibi ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

    Dört Arap Devletine ilaveten hiçbir şey yapmadan savaşa katılan Lübnan’ı da sayarsak, beş Arap Devleti Filistin halkının isteklerine bakmadan ve bu davanın arzedeceği müşkilâtı ölçüp tartmadan, bir gövde gösterisi yapmak pahasına ülkenin gücünü ezmeleri ve bir gaasıp edasıyla Filistin topraklarını çiğnedikten sonra sahayı Siyonistlere bırakıp sefil ve zelil bir şekilde çekilip gitmeleri Araplık hesabına irtikap edilmiş, bir garabettir. Bu garabeti daha basit bir ifade ile şöyle tesbit etmek mümkündür: Arap orduları Filistin’e girerken Filistin’in yüzde 80’ni mücahitlerin kontrolü altında idi. Arap orduları Filistin’i bırakıp giderken, Ürdün lejyonunun Ürdün’e ilhak etmek üzere tasarrufa geçirdiği kısımlarla, Mısırlıların havzasında kalan Gazze mıntıkası ki, toptan Filistin’in yüzde yirmi beşi demekti. Bu kısımlar hariç, Filistin’in yüzde yetmiş beşi resmen İsrail kontrolüne girmiş oldu. Bundan güç alan Yahudi örgütleri Filistin köylerini bastı. 9 Nisan 1948’de “Deir Yasin” köyünün mutlu topluluğuna saldıran Siyonist örgütler, kadın, erkek, çoluk çocuk ne kadar masum insan varsa hepsini câniyâne ve vahşiyâne bir şekilde öldürdü. Bu vahşi saldırının benzeri diğer Filistin köylerin de tekrarlandı.

    Buna ilaveten, silahtan tecrit olunmuş, müdafaa cihazları öz kardeşleri tarafından alt-üst ettirilmiş bedbaht bir varlığa karşı tertiplenen Yahudilere has bu sadizimden kendine hisse çıkarmaya hevesli İngilizler, Filistin’in Müslüman halkını bir an evvel Filistin’den tecrid için, konvoy halinde nakliye gemilerini, Filistin’deki limanların iskelelerine getirip dayadı. Sözde Filistinlileri Siyonistlerin katliamlarından kurtarmaya çalışıyorlardı. Anlaşılan bu defa Anglosaksonlara has bir cibilliyetsizliğin şaheser bir tezahürüdür… Durum hakikaten korkunçtu. Paniğe kapılan halk şaşırmış ne yapacağını bilmiyordu. Böyle bir anda İngiliz gemilerinin iskelelere yanaşması halk nazarında son bir kurtuluş vesilesi intibaını meydana getirdi. Artık bu insanlar, mal ve mülklerini bırakıp şuursuz sürüler halinde gemilere saldırıyorlardı. Tıklı tıklım hümûle alan bu gemilerin bir kısmı Lübnan’a bir kısmı da Gazze’ye gidip yüklerini gelişgüzel karaya atıyorlardı. Bu suretle bir hafta zarfında Filistin’in batı sahil bölgelerinden dörtyüz bin küsur Filistinli, beklenmedik bir heyamolayla öz vatanlarından uzaklaştırılmış oldu.

    Arap ülkelerindeki siyasi durumu ise boş yaygaralarla halkı avlamak ve İngilizlerle Amerikalıları kızdırmamak için Yahudiler Fazla sıkıştırmamaktı. Bundan dolayı Arap liderler, Hacı Emin el-Hüseyni ile bir türlü anlaşamıyorlardı. Yahudilerin teşvikiyle Amerika fırsat elden kaçmasın diye Ortadoğu işlerine siyasi ve iktisadi müdahaleye karar verdi. Bu müdahalenin dayanak noktasını şüphesiz İsrail teşkil ediyordu.

    1948’de Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra 1 Aralık 1948 tarihinde Gazze’de toplanan I. Filistin Halk Meclisi’ne başkanlık eden Emin el-Hüseyni, işgal altındaki toprakların kurtarılması ve Yahudilere karşı mücadelenin yürütülmesi amacıyla Genel Filistin hükümetinin kurulduğunu ilan etti. Merkezi Kahire’de bulunan bu hükümetin faaliyetleri kısa bir süre sonra Mısır hükümeti tarafından engellendi.

    Emin el-Hüseyni, 1951’de kırk beş İslâm ülkesinin katılmasıyla Pakistan’ın liman şehri Karaçi’de toplanan Dünya İslâm Kongresi’ne başkan seçildi. 1955 yılında Endonezya’da toplanan Bandung Konferansı’na başkanlık ettiği bir heyetle Filistin adına katıldı. Kahire’den sonra faaliyet merkezini 1959’da Beyrut’a taşıyan Emin el-Hüseyni siyasi çalışmalarını burada sürdürdü. 1962 yılı Mayısında otuz yedi İslâm ülkesinin iştirakiyle Bağdat’ta toplanan Dünya İslâm Kongresi’ne başkanlık etti. Yine aynı yıl Mekke’de kurulan “Râbutatü’l Âlemi’l İslâmi” teşkilâtına kurucu üye olarak katıldı. 1967’de otuz yıldan beri ayrı kaldığı Kudüs’e döndü. İsrail ile doğrudan görüşmelerin uygun olmayacağını, bu toprakların Filistin’e ait olduğunu ve geri alınması için gerekirse harp edilmesi fikrini hayatı boyunca taşıdı. 4 Temmuz 1974 tarihinde Beyrut’ta vefat etti.

  4. Filistin devletine doğru (2): Filistinliler BM kararını neden reddetti?

    Leave a Comment

    İsrail lehine yazdığı yazıları ile tanınan Amerikalı hukukçu ve yazar Alan Morton Dershowitz, “BM’de oylama Filistin’de barışı geciktirecektir” başlıklı yazısında yıllardır dillendirilen ancak tarih bilgisi olmayanlar ve hakikati araştırma güdüsü bulunmayan kişilerce kullanılan şu klişe sözleri gündeme taşıyor: “(1947’de) BM eski İngiliz mandasının biri Arap diğeri Yahudi iki devlete bölünmesini tavsiye etti. İsrail ve dünyanın büyük bir kısmı bu bölünme planını kabul etti ve İsrail devlet olarak bağımsızlığını ilan etti. Amerika, Sovyetler ve diğer büyük güçler bu ilanı ve bölünme planını kabul etti.

    Arap dünyası ise tek bir ağızdan bu bölünme planını ve İsrail devletini tanımayı reddetti. İsrail devletine ayrılan yerlerde yaşayan Arap halk komşu Arap ülkeleriyle birlikte İsrail’e savaş ilan etti. Yaşama hakkını savunurken, İsrail nüfusunun, birçoğu Soykırımdan hayatta kalmayı başarmış olan %1 ini kaybetti. Buna rağmen Filistin’in liderleri bölünmeyi red ile kendilerinin neden oldukları olayı “nakba” yani felaket olarak adlandırıyorlar.”

    Peki, Türkiye’de de bazı yazarlar tarafından iddia edilen bu görüş hakikaten doğru mu? Filistinliler 1947 yılında BM’nin sunduğu iki devletli çözümü niçin reddetti? Arap ülkeleri İsrail’e nasıl savaş ilan etti? Filistinlilere mi, dışarıdan getirilen Yahudi göçmenlere mi soykırım uygulandı?

    Bu soruların cevabın vermeden önce kısaca BM’nin 1947’deki Filistin’i bölme planı öncesi bu topraklarda yaşananlar bir göz atmak gerekiyor. Osmanlı 1917’de yılında Filistin topraklarından birçok şehid verdikten sonra çekilmek zorunda kaldığında bölge İngilizlerin sömürgesi altına girdi. Filistin toprakları 1947 yılına kadar İngiliz sömürgesi altında kaldı. Osmanlı Filistin’den çekildiğinde ülkedeki Yahudi nüfusun sahip olduğu arazi oranı yüzde 2,5 idi. Filistin topraklarına Siyonist örgütlerin de desteğiyle Yahudileri çekmeye çalışan İngilizler, 1917’den 1947 yılına kadar 30 yılda verdikleri onca uğraşa rağmen sahip oldukları toprak alanlarını ancak 5,7’ye çıkarmışlardı. Bu rakamlar bile “Filistinliler topraklarını sattı” iddiasının ne kadar gülünç olduğunu ortaya koymuyor mu?…

    İngilizler, 30 yıl boyunca dünyanın farklı yerlerinden Siyonist örgütlerle Filistin topraklarına gizlice Yahudi göçmenleri sokuyorlardı. Filistin’e yerleştirilen Yahudiler burada Yahudi devleti kurma çalışmalarını hızlandırdı. Bunun için Siyonistler 1920’lerde Hanagah, Irgun Zewai Leumi ve Sternbande adında çeşitli terör örgütleri kurdu. Birçok katliama ve suikaste adını yazdıran bu terör örgütleri, Filistin köylerini basıp Filistinlileri katlediyor ve göçe zorluyorlardı. Bu terör örgütleri aynı zamanda Afrika, İslam ülkeleri, Asya ve Avrupa’daki Yahudileri Filistin göç ettirmek için bu ülkelerde Yahudi semtlerine terör saldırıları düzenliyor ve bu katliamları Müslümanların üzerine atıyorlardı. Bu örgütlerin liderleri daha sonra 1948’de ilan edilen İsrail devletinin başkanları oldu. Geçmişte bu üç örgütle Filistinlileri yok etmeye ve asimile etmeye çalışan İsrail bugün “Devlet Terörü”ne başvurarak başka büyük hedeflerin peşinde koşuyor.

    BM’nin 29.11.1947 sayılı taksim kararı çıkmadan evvel Yahudiler Filistin arazisinin ancak yüzde 5,7′sine sahip olabilmişlerdi. Fakat bu karardan sonra Yahudiler Filistin topraklarının yüzde 57′sine sahip oldu. Filistin toprakları 28 milyon dönümdür. 1948’de İsrail işgal devleti kurulduğunda Yahudilerin sahip oldukları arazi miktarı 2 milyon dönümdü. Yani tüm Filistin topraklarının % 7’si. Ancak Siyonist örgütler, Batılı emperyalistlerin de desteğiyle 1948 yılı içerisinde birkaç ayda Filistin topraklarının %78’ini işgal etti. 1900 yılların başlarında 850 bin Müslüman ve Hıristiyan’a karşın Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı yaklaşık olarak 30 bin civarındaydı. Bunlar o toprakların insanlarıydı. Bunların sahip oldukları toprak yaklaşık olarak 200 bin dönümdü. 1947 yılında Filistinli nüfus 1 milyon civarında iken İngilizlerin ve Siyonistlerin örgütlerin Yahudi göçüne ve Nazi katliamına rağmen bölgede Yahudi nüfusu ancak 150 ila 200 bin arasında idi. Şimdi bu rakamları göz önüne alarak Filistinlilerin kendi topraklarında iki devletli çözümü neden reddettiklerine siz karar verin?

    1948’de İsrail devletini ilan eden Siyonist örgütler, tarihi veya mandater Filistin olarak adlandırılan bölgenin yönetimini, 531 Arap köyünü yok ettiği ve insansızlaştırdığı bir süreçte ele geçirdi. Filistin topraklarını %78’i İsrail işgali altındaydı. Böylece, Filistinliler kendi topraklarında azınlık durumuna düştü. Filistin esas olarak Araplardan oluşan bir toplum köklerinden koparıldı ve yıkıma uğratıldı. Yaklaşık 800 bin civarındaki Filistinli de Yahudi katliamından kurtulmak için yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu da Filistin nüfusunun üçte ikisini oluşturmaktaydı. O gün sürgün edilen Filistinlilerin çocukları bugün beş milyonluk nüfuslarıyla Arap dünyasına, Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’ya dağılmış durumdalar.

    Batı Şeria Ürdün, Gazze de Mısır toprakları içinde bırakıldı. Her iki bölge de 1967’de İsrail tarafından işgal edildi ve bugüne kadar da oldukça kuşatılmış bir durumda olan Filistin “otonomisi” altındaki birkaç alan dışında İsrail’in denetiminde kaldı. Başka bir deyişle İsrail 1948’de Filistin’in %78’ini 1967’de ise kalan %22’sini işgal etti. Batı Şeria ve Gazze birlikte tarihi Filistin’in %22’sini oluşturmakta ve bu, mevcut kavganın konusudur. Filistinliler bugün daha önce kaybettikleri %78 için değil, kalan %22 için kavga veriyor. Kalan %22 içinde İsrail hâlâ Batı Şeria’nın %60’ını, Gazze’nin ise daha %40’ını kontrol ediyordu ancak bugün Gazze’den çekilmesine rağmen bölgeyi 5 yıldır karadan, havadan ve denizden abluka altında tutuyor. Yani bugünlerde bir Filistin devleti olacaksa bile bu devletin birleşik bir toprağı olamayacak. Geri kalan da küçük parçalara ayrılacak, İsraillilerin inşa ettikleri, Filistin bölgelerini çepeçevre saran yollarla kontrol edilecek. Batı Kudüs bu tartışmada yok; hâlbuki BM kayıtlarına göre 19.000 dönümlük Batı Kudüs’ün 11.190 dönümü Araplara 4.830 dönümü de Yahudilere ait. Bu durum Filistinlilerin neden kendi topraklarında kapana sıkışmış olduklarını açıklamıyor mu? Bir de bunların üstüne İsrail’in inşa etmekte olduğu “Irkçı Duvar”ın ve Gazze’ye uygulanan ambargonun Filistinlilerin hayatını nasıl yaşanılmaz hale getireceğini varın siz düşünün…

    İsrail devletinin ilanından beri, İsrailliler kör ve nihayette aptalca saldırılarla Filistinlileri boğmaya çalıştı. Ekonomik abluka uygulandı ve aralıksız bir şekilde şehir ve kasabalar bombalandı. Filistinliler bugüne kadar yüzbinlerce şehid verdi. Hem de şehid edilen Filistinlilerin büyük çoğunluğunu çocuklar ve kadınlar oluşuyordu. Bunların yanı sıra, Filistinlilere ait, yüzbinlerce ağacın kökleri söküldü, binlerce hektar arazileri istimlâk edildi ve on binlerce ev yıkıldı. Hâlâ milyonlarca insanın seyahat edemediği, beslenemediği, sağlık hizmetlerinden yararlanamadığı, günde iki üç Filistinlinin şehid edildiği, evlerin bombalandığı, buldozerlerle ağaçları köklerinden söküldüğü Filistin’de, Yahudi yerleşim birimleri kurulmaya devam ediyor…

    Filistin topraklarının nasıl işgal edildiği ve oralarda nelerin yaşandığı anlaşılmadığı sürece, bugün nelerin yaşanmakta olduğunu ve Filistinlilerin durumunu anlamak mümkün değil. Yine unutulmamalı ki, İsrail bugün dünyada resmi sınırları olmayan tek devlettir. İsrail ne yerleşim politikalarından ne de Filistinlileri kuşatma altına almakta vazgeçmeyecektir. Şiddetin kaynağı budur, temel sorunların kaynağı budur ve bu yüzden İsrail hiçbir zaman gerçek bir barışa kavuşamayacaktır…

    Filistin davasının entelektüel destekçilerinden merhum Edward Said, Filistin sorunu üzerine yazdığı makalelerinin derlendiği “Yeni Binyılda Filistin Sorunu” adlı kitapta şunları kaydetmektedir: “Bu bağlamda, terörizm Filistinliler açısından zayıf ve baskı altında tutulanların silahına dönüşmüştür. Son derece sınırlı ve münferittir, ama kendilerini her zaman kurban olarak göstermeye çalışan İsrailliler tarafından gülünç ölçülerde şişirilmektedir. Onlar bu çatışmada kurban değiller. Onlar ezenlerdir. Çoğu insan sanki iki eşit güç karşı karşıyaymış ve taraflardan biri, yani İsrail taciz ediliyormuş ve kurban konumundaymış gibi algılamakta, Arapların ve İsraillilerin yine kavgaya tutuştuklarını düşünmektedir.”

  5. Filistin devletine doğru: Muhammed İkbal’den tavsiyeler

    Leave a Comment

    Filistin’in devlet olarak tanınmasına sayılı günler kaldı. 120’den fazla ülke Filistin’i tanımaya hazırlanırken, bölgede yine büyük oyunlar oynanıyor. Bu kış çok soğuk ve uzun geçebilir. Müslüman halklar ve devletler bu kez emperyalistlerin oyununa gelmeden ümmet bilinci içinde Filistin meselesine sahip çıkmasını bilmelidir. Bunun için de yakın geçmişi çok iyi bilmemiz gerekiyor ki, bir daha aynı delikten ikinci kez ısırılmayalım.

    Filistin topraklarında bir Siyonist devlet fikri 1917 yılında “Balfour Deklarasyonu” ile ilk kez İngilizler tarafından ortaya atıldığında Hindistan’dan Cezayir’e tüm İslam dünyası bu düşünceye sert tepki vermiş ve Müslüman düşünürler İngilizleri kınayan yazılar kaleme almışlardı. Çünkü İslam ümmeti Filistin’i tamamen Müslümanların bir meselesi olarak görüyordu. İngilizler de diasporadan binlerce yıl sonra kurdukları “Katır Birliği” ile kendilerine Çanakkale başta olmak üzere birçok cephede Osmanlı’ya karşı destek veren Siyonistlere verdiği devlet vaadinden vazgeçmedi.

    İngiltere Ulusal Birliği Başkanı Matmazel Margaret Farquharson’un 1937 yılında Siyonistler lehine ve Filistinliler aleyhine yayımladığı bir rapor, hasta yatağında olan ünlü Müslüman düşünür ve şair Muhammed İkbal’i çileden çıkarmıştı. İkbal vefatından birkaç ay önce bayan Farquharson’a yazdığı mektupta, “Filistin, Araplar bu topraklara sahip olmadan çok uzun zaman önce buraları kendi özgür iradeleriyle terk eden Yahudilere de ait değildir. Siyonizm de dini bir hareket değildir. Doğrusu bir hareket olarak siyonizmin Yahudilere bir vatan kurmak için değil de, İngiliz emperyalizmine Akdeniz havzasında zemin sağlamak amacıyla kurulmuş olduğudur” dedi.

    Filistin meselesinin Müslüman devlet adamlarının yüzleşmesi gereken hem dini hem de siyasi açıdan öncelikle bir uluslararası sorun olduğunu belirten İkbal, Müslümanları o dönemler Cemiyeti Akvam (Milletler Cemiyeti) olarak adlandırılan bugünün Birleşmiş Milletleri’ne karşı uyanık olmaya çağırıyordu. Milletler Cemiyeti’nin Anglo-Fransız ve “sözde” bir kuruluş olduğuna işaret eden İkbal, bu kuruluşun Siyonistlere Filistin topraklarında bir devlet tanıması halinde Müslümanlar başta olmak üzere doğu milletlerinin kendi “Milletler Cemiyeti”ni kurmalarını önerdi. İkbal, yeni Milletler Cemiyeti’nin merkezinin de İstanbul veya Tahran olmasını tavsiye ediyordu.

    Mektubunda, emperyalistlerin yıllardır İslam coğrafyasında sürdürdükleri ucuz oyunlara dikkat çeken İkbal, “Yahudilere münbit, Araplara ise dağlık çöllerden bir parça toprak ve para verme teklifi, Arapların politik tavrı terk etmelerine sebep olmuştur” diye yazdı. Yakın Doğu (bugünkü Ortadoğu)’da neler olup bittiğini anlayan herkes Filistinlilere yapılan haksızlığı ikrar edecektir diyen Muhammed İkbal, batılı devletleri Arapların onurlarını zedeleyen davranışlardan uzak durmalarını öğütledi ve bu oyunlarını sürdürmeleri halinde kendi mezarlarını kazacaklarını kaydetti.

    Muhammed İkbal mektubunda Müslüman devletleri de Ortadoğu’da oynanan oyunlar konusunda uyanık olmaya davet eder ve bundan ders çıkarmaları konusunda tavsiyede bulunduktan sonra da son olarak şunları not düşer, “Yaşananlar çok açık şekilde göstermiştir ki, Yakın Doğu’daki halkların siyasi birliği, Türklerin ve Arapların yeniden bir araya gelmesine bağlıdır. Türkleri, Müslüman dünyadan uzak tutma politikası hâlâ uygulanmaktadır. Türklerin İslamiyet’ten çıktıklarını o zaman da duyardık; şimdi de duyuyoruz. Bundan daha büyük bir yalan yoktur. Bu şeytani propagandanın ağına ancak, İslam hukukunun geçmişi hakkında hiçbir fikri olmayanlar düşer. Dini bilinçleriyle Asya milletlerini birleştirerek İslam’ın yayılmasını sağlayan Araplar, Türklerin bölgeden çekildikten sonra başlarına gelenleri asla unutmamalıdır.”

    Muhammed İkbal başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında Müslüman düşünürlerin uyarılarına rağmen yeni yeni doğmakta ve toparlanmakta olan Müslüman ülkeler, Filistin topraklarında bir Siyonist devletin kurulmasına engel olamadı ve 1947 yılında BM tarafından İsrail devletinin kurulması kararlaştırıldı.

  6. Yeni bir fecrin habercisi bayramlar

    Leave a Comment

    Ötsün kuşlar, parıldasın yıldızlar, çağlasın şelaleler, kıpırdasın yapraklar, essin nesim rüzgârları ve çiğle raksetsin gün ışınları… Bugün bayram… Bugün yeni bir fecrin doğum sancılarını izhar eden başka bir boyut…

    Bu dönemler, beşeriyeti bir zamandan başka zamana geçici bir müddet de olsa götürmek için her yıl bir iki kez rûcu eder. Tabii rayından çıkmış olan hayatı bize göstermek, insanlığa uhuvvet, esenlik ve sürur gibi unuttuğu değerleri hatırlatmak için koşarcasına gelir… Bugün bir çocuk gibi şenlenir herkes… Tıpkı yeniden doğmuşçasına…

    Bugün hayatın olduğu gibi imanın tadını ve taamını yeniden tecdid ederiz. Bedene intikal yeni haleti ruhiye dışımıza libasımızla akseder. Hakk’a kulluğun, kullukta şuûrun gönüllerimizi yükseltmiş bulunduğu zirvelerden yürüdüğümüz yolu seyreder ve talihimize tebessümler yağdırırız. Bu mazhariyet ve mevhibelerin tadı, lezzeti ruhlarımızı o kadar yumuşakça sarar ki, gözlerimiz şükranla açılır-kapanır, duygularımız baharlar gibi yeşerir…

    Evler, caddeler, dağlar, taşlar, ibadethaneler teşrik tekbirleriyle lerzeye gelir inlerler. Gürül gürül tekbir nidaları her yanda yankılanır…

    Haydin yeniden yükseltelim yüce nidayı; Allahu ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahil-hamd…

    Bayramınız mübarek olsun…

  7. Muhammed İkbal, Trabluslu Fatma ve eski Arap rejimlerinin çöküşü

    Leave a Comment

    Birkaç gündür dünya televizyonlarından Trablus’ta olup bitenlere odaklanmış durumdayız. Oradaki insanlarla birebir telefonla görüşüp yaşananlar konusunda birinci elden bilgilere ulaşmaya çalışıyoruz. Öyle ilginç, öyle dehşet haberlere ulaşıyoruz ki, bunları şimdi yazmak ya da anlatmak oradaki birçok dosta zarar vereceği için çok kısa bir zaman sonraya bırakıyoruz…

    Libya daha doğrusu Trablus bize çok uzak değil. Orası bir zamanlar bir vilayetimiz idi. Orada yüzlerce şehid vermiştik. Senusilerin mücadelesi ve kahraman komutan Ömer Muhtar’ın hatırası halen capcanlı duruyor muhayyilemizde…

    Libya, Müslümanların Kuzey Afrika’yı fethettiklerinde en önem verdikleri yerdi. Çünkü Libya, Afrika’nın kalbiydi. Oraya hâkim olan Afrika’yı kanatları altına alır ve her yere rahatlıkla nüfuz edebilirdi. Zaten bundan dolayıdır ki, Romalılar buraya “Afrika” ve kadim Müslüman devletler de bu bölgeye “İfrikiye” adı vermişlerdi. Yani koca Afrika’nın hepsi Libya’ydı. Zira yıllar sonra bu isim buradan alınıp tüm bir kıtaya verilecekti.

    Libya adını bu bölgeye emperyalistler verdi. Daha öncesinde bölgeyi Müslümanlar Fizan, Derne, Bingazi ve Trablusgarb olarak tanıyordu. Bu isminin Romalılar tarafından milattan önce bölgede küçük bir yer için kullanıldığı ifade ediliyor. Yunanca’da “Libos” ve eski Mısırlılarda “Ellibo” şeklinde telaffuz edildiği söylenen “Libya”nın “Tepeler Ülkesi” manasına geldiği kaydediliyor.

    Iraklığı, uzaklığı ifade eden “Fizan”, dağlarla ve uçsuz bucaksız çöllerle çevrili bir tecrit yeriydi. Osmanlılar muhaliflerini dünyanın en ırak, ulaşılması en güç ve en izole yerlerinden biri olan Fizan’a gönderirdi. Hatta dilimizde “Fizan’a kadar yolun var!” sözü hâlâ yaygın olarak kullanılmakta.

    İtalyan işgal güçleri, 1911 yılında Osmanlı toprağı olan Trablus’u işgal ettiğinde, dünyanın birçok yerindeki Müslümanlar buraya pür dikkat kesilmişti. Çünkü Osmanlının çok önemli bir kalesi olan Trablus’un düşmesi Mağrip bölgesinin tamamen kaybı manasına geliyordu. Bunun için Osmanlı bölgeye Enver Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal paşa ve Şekip Arslan gibi daha birçok askerini ve diplomatını gönderdi. Enver Paşa, İtalyanlara karşı mücadele eden Senusileri eğitiyordu.

    İtalyanlar, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bölge halkını kıyımdan geçiriyordu. Kadın ve çocuk demeden herkesi bir bir katlediyorlardı. Halen bile dönemin Osmanlı gazetelerinde yer alan Trablusgarb resimlerine baktığınızda vahşetin boyutunu çok rahatlıkla müşahede edebilirsiniz. Vadiler dolusu ceset resimleri ve darağacından sallanan yüzlerce insan…

    Trablus’ta öyle dramlar yaşanıyor ki, bütün İslam coğrafyası orada yaşanan kıyımdan dolayı aylarca gözyaşı döktü. İstanbul’da Nisvan Cemiyeti Osmanlının ilk kadın pilotu Belkıs Hanım başkanlığında İtalyan uçaklarının bombardımanı altından katledilen Libyalı Müslümanlara yardım için uçak satın aldı. Hind alt kıtasından Balkanlara ve Balkanlardan Kafkaslara binlerce Müslüman Trablus’ta savaşmak için yollara çıkıyordu. Japonya ile özdeşleşen Sibiryalı ünlü Müslüman düşünür Abdurreşid İbrahim dahi ilerlemiş yaşına rağmen Trablus’a doğru yola çıkmıştı. Tüm İslam dünyası Trablus için ağıtlar yakmaktaydı.

    Herkesin gözü kulağı Trablus’taydı. Oradan gelen haberler ceridelerimizin birinci sahifesini kaplardı. Bu haberlerden biri de Trabluslu Fatma’nın haberiydi. Trablus Harbi esnasında Osmanlı ve Trablus gazilerine su dağıtırken şehid düşen Fatıma’nın hikâyesi… Fatma gazilerimizin gözbebeğiydi. Onlara çok zor anlarında yardım eder ve çoğunun da hayatının kurtulmasına vesile olmuştu. Bir efsane haline gelen Fatma, İtalyanların korkulu rüyası haline geldi ve günün birinde İtalyan ajanları Fatma’yı bulur ve gazilere su verirken şehid ettiler. Bu haber Bab-ı Ali medyası dâhil tüm alemi İslam ceridelerinde neşredildi.

    Hind alt kıtasının ünlü Müslüman düşünür ve şairi Allame Muhammed İkbal, Fatma’nın hayat hikâyesini okuyunca gözyaşlarına tutamaz ve onun adına cesur kaleminde bir ağıt yazar. Koca İkbal, Fatma ile ilgili yazdığı ölümsüz şiirinde şu duygularını dile getirir:

    Fatma Binti Abdullah

    Fatma! Merhum ümmetin namususun sen
    Temiz ve masumdur senin her zerren

    Senin gibi bir çöl hûrisine nasipmiş bu şeref
    İslam gazilerini su ile serinletmek…

    Kılıçsız ve sipersiz bu cihadın
    Ne kadar cesaret vericidir bu şehadet aşkın.

    Sonbaharımızda senin gibi goncalar da varmış
    Küllerimiz içinde bile Ya Rab ne kıvılcım varmış.

    Nice ceylanlar saklıdır hâlen çöllerimizde
    Şimşekler gizlidir boşalmış bulutlarımızda.

    Fatma! Gözyaşlarımız uğruna akıyorsa da
    Bir nağme saklıdır bu ağıtlarımızda.

    Şehid düştüğün toprağın üzerindeki raksın ne anlamlıdır
    Her zerren hayat için bir peyâmdır.

    Bir hareket vardır sessiz türbende
    Yetişen yeni nesil vardır bu temeller üzerinde.

    Bunun büyüklüğünü bilmiyorsam da
    Eminim senin mezarından doğacağına.

    Yeni bir yıldız doğmuşsa da gökte
    İnsanların gözü onu hâlâ görememekte.

    Bu yıldız henüz doğmuştur
    Gece, gündüz devranına sokulmamıştır.

    Hem mazi hem de bugünkü halimiz akseder bunun ışığında
    Senin yıldızının ziyâsı da akseder ayrıca.

    Libya’nın kahraman Senusileri, Ömer Muhtar ve Fatmaların aşkıyla ülkelerini 1951 yılında bağımsızlığa kavuşturdu. Bağımsızlık sonrasında İdris es-Senusi kral ilan edildi. Türkiye’nin yakın dostu olan İdris es-Senusi’nin idaresi 1 Eylül 1969’a kadar devam etti. Bu tarihte hâlihazırda düşüşünü izlediğimiz Muammer Kaddafi askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirdi.

    50’li ve 60’lı yıllarda Körfez ülkeleri dâhil tüm Arapların gözdesi ve en gelişmiş ülkesi haline gelen Libya, 42 yıllık Kaddafi iktidarı döneminde Arap dünyasının en geri kalmış ülkesine dönüştürüldü.

    Çünkü Kaddafi ve ailesi ülkenin tüm petrol ve doğalgaz gelirlerine el koydu. Ülke bir “Kaddafi Anonim Şirketi” halini aldı. Kaddafiler, ülkenin yeraltı zenginliklerinden elde ettikleri paraları halklarına koklatırken, satın aldıkları İtalyan futbol kulüplerine, sarışın İngiliz, İtalyan, Fransız ve Bulgar kızlarına ve İtalyan Başbakanı Berlusconi ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye çuval çuval para akıttılar. Kaddafi, kızdığı Araplara karşı sadece “Afrika Krallar Kralı” olarak anılmak için bile Afrika liderlerine Fransa üzerinden paralar yağdırdı. Sahip olduğu milyar dolarlarca servet ile dünyanın en zenginleri arasındaydı. Parasıyla herkesi satın alıyordu. Muhaliflerini gözünün yaşına bakmadan bir gecede ortada yok ediyordu. Onbinlerce insanı katletti. Beraber darbe yaptığı dostlarını dahi asmaktan imtina etmedi. Tek başına koltuğa oturdu ve Kur’an-ı Kerim ile eşdeğer olarak gördüğü “Yeşil Kitap”ı kaleme aldı. Ülkesine adeta kan kusturdu ve yapmadığı zulüm kalmadı. 2000 yılına kadar artık hiçbir muhalifi içeride kalmadı…

    Atalarımız, “Küfür âbâd olur, ama zulüm âbâd olmaz” veya “mülk küfürle devam eder ama zulümle devam etmez” demişlerdi. Veya başka bir deyişle “Zulm ile abad olanın sonu berbad olur”. Zulüm makinesi olmaya soyunmuş, insanlıktan sıyrılıp makine gibi öğüten aygıtlara dönüşen sözde liderler, artık bir bir çöküyor. Bu çöküş aslında kadim Arap siyasetinin de bitişiydi. 70 yılların eski rejimleri Kaddafi’nin zatında fiilen son buldu. Kalanların da artık ayakta kalması imkânsız çünkü halklar artık onları istemiyor…

    Hâsılıkelâm, şimdilerde ayaklanan Arap dünyasında, tek parti, tek görüş ve tek lider dönemi resmen bitiyor. Her türlü boyun eğdirme, aşağılanma ve gaspa rağmen Arap halkları tek olduklarını gösterdi. Halklar, iradelerini ortaya koyarak 40 yıldır onurunu çiğneyen sözde liderlerinden iktidarlarını söke söke alıyor.

    Geçen asırda, taşa, toprağa, ağaca, kuşa, lidere, partiye, bez parçasına ve benzeri her türlü alet edevata değer, kıymet ve hatta kutsallık atfeden bu rejimlerin, tek değer vermediği şey insanlardı. Yöneticilerin batıdan araklayıp giydikleri deli gömlekleri, insana hep bir madde gözüyle bakmalarını sağladı. Bu coğrafyada son iki asırdır sık sık insan katliamlarına tanıklık etmemizin arkasında bu bilinç yatıyordu. Halklarını korumak adına iktidara gelenler, bir anda birer ölüm makinesine dönüşüyorlardı. İktidarları ya da koltukları için halkları ezip geçebiliyorlardı. Çünkü gücü ele geçiren kişi, vaad ettiği değerleri ve sahip olduğu insanlığını unutup aşağılık bir domuza dönüşebiliyordu.

    Şimdi Arap halkları, zulmün ve diktatörlüğün sona ermesini ve kula kulluktan kurtulmak istiyor. Sonuç olarak, İslam hukukunda korunması gereken temel haklar şunlardır: Dinin korunması, canın korunması, malın korunması, aklın korunması ve neslin korunması. İşte tüm bu haklar bu totaliter baskı rejimlerinde maalesef yok olmaya yüz tutmuştu. Şu an diktatörlerin ayakları altında ezilen Arap halkları, Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler döneminde bu ruhun kendilerine verildiğinin bilincinde onur ve özgürlük mücadelesi veriyor. Cuma namazı sonrası sokaklara dökülmelerinin nedeni bu. Onlar kendilerine hakiki manada bir Ömer, Ebu Bekir, Osman ve Ali gibi liderlik yapacak lider arayışlarını sürdürüyor.

  8. Somali’yi gerçekten tanıyor muyuz?

    Leave a Comment

    Geçen asrın tarihini batılılar yazdı. Ülkelerin sınırlarını onlar çizdi. Dünyanın en büyük kıtası Afrika’yı onlar haritalarda küçülttü. Dünyayı nasıl görmemiz gerektiğini onlar filmleriyle bize öğretti. Kızılderilileri bize kovboy filmleri ile onlar kötü ve vahşi olarak gösterdi. Afrika kıtasının aç, fakir ve yamyamlarla dolu olduğu imajını bize hep onlar enjekte etti. Bilinçaltımızı komplolarla onlar doldurdu. Arap dünyasına, Afrika’ya, Latin Amerika’ya, Asya’ya hep onların gözüyle baktık. Kısacası dünyaya halen onların bize taktığı at gözlükleri ile bakmaya devam ediyoruz…

    Ama fazla da haksızlık etmeyelim son 20 yıldır Afrika’ya düzenlenen geziler ve okuduğumuz muhalif yazılar sayesinde dünyayı yeni keşfetmeye başladık. Hatta Afrika’ya tek tük de olsa tam keşfedeler kıtaya yerleşmeye başladı.

    Şimdi uyanma ve batının yalanlarını görme zamanı. Coğrafyamızın sınırlarını belirleyenlere karşı sınırları ve haritaları yüzlerine fırlatma vakti… Hakikatlere koşma ve gözlerimize çekilmiş perdeleri yırtıp atma zamanı geldi, geçiyor…

    Son olayla bile Somali’yi yine onların gözünden okumaya ve görmeye başladık. Demek ki, halen onların iğdiş ettiklerini zihinlerimizin pisliklerinden kurtulamadık. Asıl sorulması gereken soruları sormayı unuttuk, bir vaveylanın peşinde dörtnala koşuyoruz…

    Somali’ye yardım yapılmasın demiyorum. Bilakis elde avuçta ne var ise yapalım amma Somali’yi bu hale sokanlardan artık hesap sormanın zamanı geldiğini bilelim… Mesela şu soruların cevaplarını mutlaka arayın ve bulun;

    1-Dünyanın en büyük kıtası olan Afrika’nın tabiî zenginlikleri neden gizleniyor?
    2-Çok geniş balta girmemiş ormanlara ve yüksek dağlara sahip olan Afrika’dan neden hep çöl alanlar gösteriliyor?
    3-30-40 yıl önce kıtada kıtlık ve açlık yok iken, bugün neden kendisine hatta dünyaya yetecek kıta açlıktan kırılıyor?
    4-91-94 yılları arasında 34 ülke Somali’ye neden bir saldırı düzenlemişti?

    Siz bu soruların ve benzeri daha birçok sorunun cevabını düşünürken, size kısaca Somali’yi anlatmaya çalışacağım.

    Somali denince akla ilk gelen şey! Fakirlik ve yoksullukla boğuşan bir ülke. Sıcak bir hava, görünmeyen bulutlar ve koca bir çöl arazide aç ve fakir insanlar… Peki, Somali hakikaten böyle bir yer mi?

    BİRAZ TARİH…

    Somali’de ilk insan izleri miladdan önce 9 bin yıllarına kadar uzanıyor. Ülkenin kuzeyinde bulunan mağaralardaki resimler ve figürleri buna işaret ediyor. Bu mağaraların en meşhuru Laas Geel Kompleksi olarak biliniyor ve Hargeisa şehrinde bulunuyor. Somali’nin kuzeybatısındaki Somaliland bölgesinde bulunan Hargeisa, aynı zamanda çok kadim medeniyetlere beşiklik etmiştir.


    Laas Geel’de bir deve resmi…

    Bugün ortaya çıkan kalıntılar Somali’de kurulan şehirlerin geçmişte hep koca surlarla çevrili olduğunu ve kadim Mısır, Yunan, Roma, Pers, Hind ve Çin imparatorluklarının önemli ticaret merkezi olduğunu gösteriyor. Punt krallığının da bir zamanlar beşikliğini yapan Somali, İslam’dan meşhur Habeşistan krallığının ana merkeziydi. Habeşistan krallığı, Somali, Cibuti, Etiyopya ve Sudan’ın büyük bir kısmını içeriyordu.


    17. yüzyılda Hafun’da yapılmış bir cami…

    İlk Müslümanlar bir zaman Somali’ye bağlı olan Cibuti üzerinden Haşebistan’a hicret etti. Burası Bilal-ı Habeşi’nin ülkesinin bir parçasıydı. İslam’ın ilk yayıldığı yerlerden biridir Somali. Halkı toplu olarak Hıristiyanlık başta olmak üzere diğer bağlı bulundukları dinleri bırakıp İslam’ı seçti.


    Adal sultanlığı kalıntıları…

    Somali toplu halde Müslüman olduktan sonra ülkede birçok sultanlıklar kuruldu. Ülkenin hemen her yerinde medreseler, hastaneler, hanlar, camiler ve saraylar inşa edildi.

    Somali, Arap-Müslüman kabile yapısına sahip olması hasebiyle Moritanya’yı andırıyor. Kabilelerin geneli Arapça konuşur. Ülke bir Afro-Arap devleti olarak 1974 yılında Arap Birliği’ne girdi.


    13. yüzyılda inşa edilmiş olan Fahruddin Camii kalıntıları

    Şafii mezhebinin ağırlıklı olduğu ülkede, -her ne kadar son yıllarda Suudi Arabistan’ın desteğiyle bölgede selefilik giderek yaygınlaşıyorsa da- tarikatların çok büyük etkisi var. Somali’de başlıca Sufi grupları, Kadiriye, Ahmediye ve Salihiye’dir. Kadiriye daha 15. yüzyılın başlarında Harar’da yayılmaya başladı. Onun kollarından biri olan Üveysiye, Doğu Afrika’nın tamamında etkindi. Ahmediye, Ahmed b. İdris el-Fasi (1760-1837) tarafından kuruldu ve Somali’ye Ali Maye Durogba tarafından getirildi. Muhammed b. Salih tarafından 1887’de kurulan Salihiye ise Mekke’den dönerek İslam’ın arındırılmasını vazeden Muhammed b. Abdullah (Abdille Hasan)’ın ortaya çıkmasına yol açan tarikattır. O, İngiliz hâkimiyetine karşı savaş ilan etti. 4 kez İngilizlerle Somali sahillerinde çetin savaşlar yapıldı. Çanakkale’de verilen bir savaşın bir benzeri Somali Dervişleri tarafından burada İngilizlere karşı verildi. Birinci Dünya Harbi esnasında Osmanlı’nın yanında yer aldı Somali. Emperyalistlere karşı verdiği çetin mücadeleden dolayı hiçbir zaman sömürge devleti olmadı. Afrika kıtasında batılı emperyalistlerin sömürgesi olmayı kabul etmeyen tek Müslüman ülke Somali, daha sonra bunun acısın hem geçmişte hem de bugün çok kötü şekilde çekiyor.

    İngilizler 1920 yılında karada, havadan ve denizden Somali’yi bombalamaya başladı. Somalili Müslüman dervişlerin başkenti Talih İngiliz uçakları tarafından havadan saldırılarla yerle bir edildi. Binlerce Müslüman bu saldırılarda hayatını kaybetti. Müslümanlara ait ne kadar tarihi eser var ise yok edildi. Böylece ülke birkaç ay içinde çok ağır silahlar kullanan İngilizlerin eline geçti. Ardından 1927 yılında ülkenin bir kısmı İtalyanların işgali altına girdi. 1960 yılında İtalyan ve İngiliz işgali altındaki Somali birleşerek Somali Demokratik Cumhuriyeti adını aldı. 1966’da General Siyad Barre bir askeri darbe yaptı ve yönetime el koydu. Somali’nin sosyalizme bağlı olduğunu ilan etti ve destek için yüzünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Soy ve kabile bağlarını bastırmaya çalışarak ulusal birlik çağrısı yaptı. Devlet başkanı etrafında bir kültü oluşturulmaya başlandı. 1975’te Müslüman dini liderler idam edildi. Kabile bağlarını yok etmek için Barre tüm yolları denedi. Buna rağmen soy eğilimleri devam etti ve sonuçta yönetim de kendini hem sosyalist hem de Müslüman saydı. 1991’de Siyad Barre devrildi ve böylelikle Somali, o zamandan itibaren merkezi hükümetsiz kaldı. Kabile temelli milisler ülkeyi yönetmeye başladı. 1991-1994 yılında Birleşmiş Milletler ve ABD 34 ülke ile Somali’ye müdahalede bulundu. Çünkü Somali’nin yeniden İslamcıların eline geçmesi onları çok korkutuyordu. ABD meşhur Hollywood her zaman olduğu gibi Somali konusuna da el attı ve Black Hawk Down filmini çekti. Böylece zihinlerde yine Somali ile ilgili olarak bu filmin bıraktığı kırıntılar kaldı.

    Ülkede bugün İslami gruplar çok etkin. 10’un üzerinde İslami grup bulunuyor. Bunlardan bazıları şunlar: Sufi gruplar (Kadiriye, Ahmediye ve Salihiye), Ehli Sünne ve’l Cemaat, İttihad İslami, Afrika Boynuzunda Islah Hareketi, İslami Mahkemeler Birliği, Kitap ve Sünnete Bağlılık Cemaati, Mücahid Şebab (Mücahid Gençler) Hareketi, Hizbu’l İslami (İslam Partisi), Somali’nin Kurtuluşu Birliği ve Somali Âlimler Birliği. Ülkede İslami grupların bu kadar etkin olmasına rağmen birlik sağlanamamasının ve bir hükümetin oluşturulmamasının inanın çok basit nedenleri bulunuyor. Bugün iktidarda bulunanlarda onlara karşı savaşanlarda Müslüman. Durum Afganistan’da bir zamanlar Gulbettin Hikmetyar ile Burhaneddin Rabbani arasında yaşanan kavgaya çok benziyor. Şeyh Şerif Şeyh Ahmed başkanlığındaki Somali geçici hükümeti Cibuti ve Kenya gibi bölge ülkelerinden destek görüyor. Eritre ise Somali İslami Partisi ile Mücahid Gençler Hareketi’ni destekliyor. ABD ve batı çok stratejik olarak gördükleri Somali’de İslami gruplar arasında bir ittifakın olmaması Kenya ve Etiyopya üzerinden yer yer Somali’ye saldırıyor ve fitne yayıyor. Ülkenin büyük bir bölümüne Mücahid Gençler Hareketi hükmediyor. Hatta Başkent Mogadişu bile geçici hükümet ile Şebab hareketi arasında pay edilmişti.

    SOMALİ NEDEN ÖNEMLİ?

    Afrika boynuzu olarak adlandırılan Somali, kıtadaki en uzun sahil şeridine sahip. Arazisi genel olarak platolar, düzlükler, dağlar ve yaylalardan oluşur. Kadim dünyanın en önemli ticaret merkezlerinden olan Somali, günümüzde halen aynı özelliğini korumaktadır. Tarihi İpek Yolu’nun Afrika kolu Somali’den geçiyordu. Önemli altın ve petrol rezervlerine sahip olan ülke, iç kaostan dolayı bir türlü yer altı zenginliklerinden faydalanamıyor. Hind Okyanusuna sıfır olan uzun sahiline rağmen balıkçılık ticaretinden istifade edemiyor. Verimler topraklarına rağmen insanlar kuraklığın ve çölün olduğu bölgelere savaş adı altında bilerek sürülüyor. Kızıldeniz’den geçen gemilerin de önemli bir uğrak yeri Somali, iç keşmekeşten dolayı bu ticaretten de yeterli kârı elde edemiyor.


    Somali’den geçen İpek Yolu haritası…

    Mısır, Etiyopya ve Kenya Somali’nin kendi topraklarının bir parçası olduğunu iddia ederken ABD başta olmak üzere Batı da Somali’yi kimseye kaptırma niyetinde görünmüyor. Amerika yıllardan beri çok stratejik bir konumda bulunan Somali’yi tamamen denetimi altına almak için 10. Paralel’deki “Twin Pillar Policy” adı altında bir güvenlik kordonu oluşturmayı düşünüyor. ABD Başkanı Nixon döneminde ortaya atılan bu proje bir türlü yürürlüğe girmedi. ABD şimdi bu politikayı farklı şekillerde uygulamaya sokmak istiyor. Yüzölçümü hemen hemen Türkiye kadar olan Somali’de 9 milyon insan yaşıyor…

    Somali yazısı daha uzamadan burada keselim. İnşaallah ileriki günlerde vakit bulursak, Somali’deki İslami Hareketler ve ülkenin bugün içinde bulunduğu konumu size daha detaylı aktarmaya çalışacağız. Bunları anlatmamın nedeni de Somali’deki hastalığın sebebinin belli olması ve yanlış ilaç ile tedaviye kalkışılmamamısıdır…

  9. İmam Gazali, Somali, Dinsizler ve Dindarlar

    Leave a Comment

    İnsanları hayra koşturan ve fakiri-yoksulu düşünmeye teşvik eden bir aydayız. Ramazan ayı geldiğinde bunlara bigâne kalmak neredeyse imkânsız. Çünkü bu aydaki ibadetin asıl hedeflerinden biri aç kalarak fakir ve yoksulun halini tefekkür etmek ve ona yardım elini uzatmaktır. Tabiî ki bu davranış sadece bu aya mahsus değil, tüm aylarda aynı hayrı idame ettirmek üzere olmalı…

    Şimdilerde, hem Türkiye’de hem de tüm İslam dünyasında özellikle kıtlıkla boğuşan Somali’li Müslümanlara yardım için büyük bir çaba sarf ediliyor ve kampanyalar yapılıyor. Yetimlere, yoksullara, muhtaçlara, dullara, miskinlere, yolda kalmışlara ve fakirlere yardımı bolca hissettiren Ramazan ayının manevi havasında yapılıyor tüm bunlar…

    Biz de, İmam Gazali’nin İhya’sından ve Maun Suresinin tefsirinden bir bölüm sunarak, bu ayda yapılması gereken tefekküre bir katkıda bulunmak istiyoruz.

    “DİNSİZLER KİMDİR?” VE “DİNDARLAR KİMDİR?”

    Maun sûresinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “Din gününü (ahiretteki mükâfatı ve cezayı) yalanlayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, fakire yemek vermeyi teşvik etmeyen işte odur. Sonra kıldıkları namazlardan gafil olan, riyakârlık eden ve en basit ihtiyaç maddelerini insanlara vermekten kaçınan namaz ehli için zillet vardır.”

    Bu sureyi ünlü bir İslam âlimi şöyle tefsir etmektedir: “Dünyadaki insanların çoğu kendilerini dindar sayar, ahirette va’dedilen sevaplarla müşerref olacaklarını zanneder ve kendi dışındaki insanları veya grupları merdut ve hakir görürler. Bu davalarına delil olmak üzere de, dinlerinde, meşakkate sebep olmayan bazı resmi amelleri –ihlâsları kâmil olmasa ve gönüllerinde eserleri görülmese de- gösterirler. Oysa Rasûlullah zamanındaki Hıristiyanlar ve Yahudiler de kendilerini dindar sayar, delil olarak da dinlerince namaz kılıp oruç tutmalarını gösterirler; kendilerini bahtiyar ve Allah katında sevgili kimselerden, muhaliflerini ise bedbaht, sapkın ve saptırıcı olarak görürlerdi. Bu yüzden, Allah Teâlâ, dinsizlerle dindarların kim olduğu hakkında çok açık bir ölçü koymuştur. Herkesin kendisini bu ölçüye vurması, sırf kendi bildiğiyle kendisinin saadete –dindar-, muhaliflerininse şekâvette –dinsiz- olduğuna hükmetmemesi, zahirî ve resmî şeylerle yetinip mağrur olmaması gerekir. Allah Teâlâ “Dinsizler kimdir?” şeklindeki bir soruya “Yardım isteyen yetimlere hakaretle bakar, onlara katı davranır ve eziyet ederler; yoksulları doyurmak için insanları teşvik etmezler!” cevabını verdi. Bundan, “Dindarlar kimdir?” sorusuna verilecek cevabın “Yetimlere, yoksullara şefkatli olanlar ve onların dertleriyle dertlenenlerdir!” olacağı anlaşılır. İşte, dinsizlerle dindarların kim olduğunu öğrenmek için Allah Teâlâ tarafından konulan ölçü budur.

    Yetim sözünün kapsamına tüm zayıf kimselerle muhtaçlar girdiğinden, yetimleri hor görenler ve onlara dönüp bakmayanlar, tüm zayıf insanlara hakaretle bakmış olurlar. Bu yüzden “Dinsizler kimdir?” sorusunun cevabı “kendi zenginliklerine, güçlerine güvenerek başkalarını hor görenlerdir” demek olur. Ancak, günlük yiyeceğini bulabilen kimseler miskin/yoksul sınıfına girmez. Elinden geldiği halde, böyle kimselere yardım etmeyenler bu ayetin tehdidi altına girmezler.

    Miskinleri/yoksulları doyurmaya teşvik etmek, vermek için bir şeyleri olmadığı zamanlarda, ellerinden geldiğince başkalarına önayak olmaktan ibarettir. Buna göre, kazanca gücü olan herkes, yoksulların ve yetimlerin hallerini gözetmekle yükümlüdür. Malları olanlar malla yardımda bulunur, malları olmayanlar da dilleriyle ve kalemleriyle insanları teşvik ederler; çünkü toplumsal dayanışma bunu gerektirir.

    Yetim ve yoksullarla ilgilenmeyenler ve onları İslam ruhunda eğitme hususunu önemsemeyenler… -namaz kılsınlar, kılmasınlar- dinsizdirler; Çünkü insanı şeriatın emrettiği işlere sevketmeyen namaz, kişinin ihlasına değil yalancılığına delildir.”

    Hayır cemiyetleri kurmak, bu ayet-i kerimenin hükmüyle sabittir. Bugün fakirlere yardım etme ve yoksulların ihtiyaçlarını karşılama konusunda tek çare hayır kurumlarıdır. Ancak bu kurumların da ayırım gözetmeksizin her muhtaca yardım etmelidir. Kureyş kabilelerinden bazılarının, zulme ve haksızlığa uğrayan kimseleri savunmak ve onlara yardım etmek amacıyla kurdukları ve Hz. Peygamber (sav)’in de katıldığı Hılfu’l Fudûl antlaşması bu kurumların en güzel örneklerinden biridir. Resûl-i Ekrem (sav) Hılfu’l Fudûl ile ilgili olarak; “Ben, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde yapılan bir antlaşmada hazır bulunmuştum; İslam geldikten sonra onun bir benzerine katılmaya çağırılsam yine kabul ederdim” der.

    Fakat, yardım kurumlarımızın işi sadece yardım dağıtmak olmamalı aynı zamanda kişiyi ve bölgeyi fakirleştiren veya yoksullaştıran sorunların da üstesinden gelmek için çaba sarfetmelidir. Örneğin fakir ve yoksula karnını doyuracak yardım yapılmasının yanı sıra çalışabileceği bir iş veya geçimin sağlayabileceği bir ortam hazırlanmalıdır. Bu konudaki prensibimiz “Dilenme, çalış!” ve “Balık tutmayı öğretmek” olmalıdır. Ayrıca yoksulluk bir fert veya ailenin değil tüm toplumu ilgilendirecek bir problem ise bu bölgede insanları yoksullaştıran ortamın izalesi içen çalışılmalıdır. Mesela Somali’nin içinde bulunduğu durum stratejik öneminden dolayı maruz kaldığı işgallerdir. Fakir Somali halkı tıpkı Afgan halkı gibi yıllarca süper güçlerle savaş zorunda kalmış ve sonunda kendileriyle savaşır hale gelmişlerdir. Müslüman kurumlara Somali’de düşen birinci görev işgali bitirmek, Müslüman gruplar arasında arabuluculuk yapmak ve insanları kurak ortamdan daha verimli alanlar çekip orada tarım ve hayvancılık için imkânlar sunmaktır. Burada da prensibimiz “Elele sorunların üstesinden gelmek” olmalıdır.

    Umarım kurumlarımız bu anlatılmak istenenleri çok iyi anlarlar. Çünkü bunlar çok hassas konular. Günümüz Müslümanlarının Şer’i kaideleri dikkate almaksızın sadaka paylaşmalarının, İslam dünyasının felaketine, ahlakın bozulup, ekonomik ve sosyal şartların geriye gitmesine yol açtığı malumdur. Örneğin, günümüzde birçok zengin iş adamı, zekât, sadaka ve infaklarını bazı dernek, kurum ve vakıflara vermekte ancak bu kurumlar da fakir ve yoksullardan çok zengin çocuklarına hizmet etmeyi kendilerine gaye edinmişlerdir.

    İMAM GAZALİ’DEN ALTIN ÖĞÜTLER

    İmam Gazali çağımızın sevilen ancak yeterli anlaşılmayan âlimlerinden biridir. Bunun da nedeni belki, kitaplarının özellikle de “İhyâ-u Ulumu’d Din”in iyi bir tercümesinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Kitap, her ne kadar bazı zayıf hadisleri ve rivayetleri içerse de, selef ve halef uleması tarafından tüm Müslümanlara çağlar boyunca okunması salık verilen en mühim kitaplardan biri olarak tavsiye edilmiştir.

    İmam Gazali, bu değerli kitabının üçüncü cildinde mağrur olan (aldanan) insanları tasvir eder ve onlara öğütlerde bulunur. Mağrur olan insanları ilim sahipleri, ibadet ve amel erbabı, mutasavvıflar ve Servet sahipleri olmak üzere dört sınıfa ayırır.

    Konumuz servet sahipleri olduğu için bizlerde o bölümü alıntılayacağız. İmam Gazali “İhya”da, İslam’ın esas usulünden hareketle, fakirlere ve yoksullara yardım etmenin cami yaptırmak, farz hacc dışında hacca ve umreye gitmek, nafile namaz kılmak ve oruç tutmaktan daha efdal olduğunu söyler. Maun suresine de atıfta bulunan Gazali, çağındaki bazı Müslüman zenginlerin Lübnan dağlarından yazın kar getirmek, şaşalı evlilikler düzenlemek ve çocuklarının sünnet şöleni için harcadıkları paranın milyonlarca açı doyurmaya yettiği kaydeder. Müslüman zenginlerin bu gereksiz harcamalarının İslam toplumunu, haçlılar, moğullar ve sapık düşüncelerin istilasına uğrattığını belirten Gazali, aynı zamanda zenginlerin haksız mal sahibi olmaları ve gereksiz harcamaları yüzünden milyonlarca insanın göçmen durumuna düştüğüne işaret eder. Gazali, zenginleri yererken tembel ve çalışmayan fakirleri de ağır eleştiriye tabi tutuyor.

    İşte, Gazali’nin İhya’sında uyardığı dördüncü sınıf servet sahipleri hakkında yazdıkları… Mağrur olanlar (aldanlar) pek çoktur diyen Gazali, servet sahiplerini beş grupta inceler;

    Birinci grup: Cami, okul (medrese), kervansaray, tekke, köprü ve benzeri herkesin görebileceği hayır işleri yapmaya haris olanlar. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

    Birinci Yön: Bu tür hayır işlerini yapmak isteyenler servetlerinin çoğunu şüpheli yollardan; rüşvet, yağma, zulüm, talan ve haksızlıklarla elde etmişlerdir. Önce böyle gayr-ı meşru bir kazançla, sonra da infakında Allah’ın gazabına uğramışlardır.

    İkinci Yön: Bunlar bu hayrı yaparken halis niyetle yaptıklarını sandılar. Halbuki, birisine bir altın ver, fakat ismin yazılmasın, dense can sıkılır ve bunu vermek istemez. Bunlar da çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden aldanmışlardır:

    1. Riya ve övgü peşinde koşmaktır. Zira etrafında aç ve muhtaç insanlar bulunduğu halde cami inşasına ve süslenmesine para sarf etmeyi yeğler. Hâlbuki fakir ve muhtaçlara yardım etmek daha iyidir. Cami vb… yerlere para sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona daha kolay gelir.

    2. Serveti caminin nakış, tezyin ve yaldızlarına sarfetmek. Namazdan maksad, huşu ve kalp huzurudur. Buna mani olacak her şey yasaktır. Bunun camide yaptığı nakış ve işlemeler, namaz kılanın gözünü kendine çeker, namazın huzurunu bozar, gönülleri meşgul eder de sevaplarını azaltır. Bunun cezasını da yaptıran çeker.

    Ebu Derdâ, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz (yaldızladığınız) zaman, helâk sizin için mukadderdir.” (İbn-i Mübarek, Zühd)

    İkinci grup: İsimleri bilinsin diye herkesin huzurunda mallarını fakir, muhtaç ve miskinlere sadaka olarak verenler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bulurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Ayrıca dindar ve salih kişi olduğunu göstermek için bol bol Umre ve Hacc’a giderler. Hem de komşusu ve şehirlisi açlık, sefalet ve ihtiyaç halinde iken bunu bilip yaparlar.

    Bunun için İbn Mes’ud (r.a) şöyle demiştir: “Ahir zamanda, sebepsiz hacc ve umre yapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan ve umreden mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar binitlerine biner kumlu ve susuz çöllerde uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır.”

    Meşhur abidlerden Ebu Nasir et-Temmar şöyle anlatıyor: Adamın biri hacca gitmek üzere Bişr el-Hafî’ye vedaa geliyor ve Bişr’e:

    -“Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı?” der. Bişr:

    -“Ne kadar harçlığın var?” diye sorunca, adam:

    -“İki bin dirhem!” diye cevap verir. Bişr:

    -“Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Ka’be’ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızasını mı kasdediyorsun?” diye sorunca, adam:

    -“Allah’ın rızasını kasdediyorum!” der. Bunun üzerine Bişr:
    -“O halde evinde dururken sana peşin olarak Allah rızasını kazandıracak bir şey’i sana söylersem, yapar mısın?” der. Adam:

    -“Evet! Yaparım” deyince, Bişr:

    -“O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine vermeye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak, üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan ve umreden daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!” dedi. Adam:

    -“Doğrusu benim kalbimde hacca gitmek daha ağır basıyor” dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama yöneldi ve :

    -“Servet, ticaretin kirinden ve şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefis, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ister ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Hâlbuki Allahu Teâlâ, yalnız muttakilerin amelini kabul eder” dedi.

    Üçüncü grup: Malları ile meşgul olanlar. Bunlar, servetlerini cimrilikle korur, onlardan infak etmez, parasız olan namaz, oruç ve Kur’an-ı Kerim okumak gibi bedenî ibadetlerle meşgul olurlar. Bunlar da aldanmış kimselerdir. Zira öldürücü cimrilik, bunların içini kaplamıştır. Bunun için Bişr’e:

    -“Falan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!” dediklerinde, o:

    -“Yazık zavallı adam! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açların karnını doyurmak ve yoksulların yardımına koşmaktır. Onun böyle yapması, kendisine açlık ve uykusuzluk çektirmesinden daha iyidir, o, dünyalığı topladı da yoksullardan men’etti” dedi.

    Dördüncü grup: Servetlerinden yalnız zekâtlarını vermekle iktifa edenler. Onu da en âdî mallarından ayırarak yaparlar. Zekât dışında infak ve sadaka yapmayı sevmezler. Zekâtı da zaten destek olması gereken bir çalışanına, hizmetçisine veya ileri de herhangi bir işte işi düşebilecek bir fakire veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri birine ya da sosyal mevkiinden istifade edebilecekleri bir hoca veya büyüğün kendisine ya da kurumuna verirler. Böylece o yardım ettikleri büyüklerin yanında ya da kurumlarında önemli bir paye sahibi olurlar. Onların her türlü ihtiyaçlarını da görürler. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdır. Bu mağrur Allah’a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira Allah’ın ibadetine (zekât, infak ve sadaka) karşılık, başkasından bir karşılık beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çoktur.

    Beşinci grup: Bunlar da servet sahibi ve orta halli veya fakir olan halktan bir gruptur. Zikir, va’z ve ilim meclislerine devam etmekle aldananlar. Bunlar dinlemenin kâfi geleceğini sanarak meclisten meclise koştular. Hakkıyla amel etmeden, kuru kuruya yalnız dinlemekle mükâfat alacaklarını sandılar. İşte, bunlar da aldanmışlardır. Zira bu tür meclislerin fazileti, hayra teşviki bakımındandır. Hayra teşvik etmeyen dinlemede bir fayda yoktur. Hayrı teşvik eden dinleme makbuldür. Çünkü o, amele sevkeder. Şayet amele vesile olmaz ise, yine hayırsızdır. Demek ki va’z u nasihat dinlemek, ondan ders alıp amel etmek içindir. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup “Ey Selâm (Allah’ın bir ismi)! Bizi selamette bırak”, “Allah’ım sana sığınırız” veya “Sübhanallah” demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibadetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu Allah’ın azabından insanı kurtarmaz.”

    Hâsılıkelâm, umarım yukarıda alıntıladıklarım bizlere bir ufuk çizmiştir. Başka düşünceler peşine koşup onlardan medet ummak yerine dini hakkıyla ayağa kaldırabilirsek, ümmetin hatta insanlığın birçok sorununu çözmüş olacağız… Ama heyhat? Sözde Müslüman aydınlarlar ve âlimler nelerle uğraşıyor görmüyor musunuz? Kimi şaz fikirlerin peşinde koşarak eşsiz bir daha olduğunu göstermekte, kimisi müritleri ile her yıl hacc ve umre gezi turları düzenlemekte, kimisi başkalarının ürünü olan emek ve fikirlerin üzerine konmakta, kimisi daha çok zengin olmak veya daha bol para kazanmak için her türlü haltı işlemekte, kimisi de zengin düşmanlığı yaparak resmen biten “sosyalist” düşünceyi İslam’a dercetmeye çalışmakta…

  10. Norveç saldırısı, terör ve Radikal İslam

    Leave a Comment

    Norveç’te en az 91 kişinin öldüğü kanlı saldırının ardından dünya terör gündemiyle yeniden sarsılmaya başladı. Olayın arkasındaki güya isim olan 32 yaşındaki Anders Behring Breivik’in aynı anda iki eylemi yapmayı nasıl başardığını ve 6 ton gübre ile nasıl bomba yaptığı çok iyi araştırılmalı. Çünkü bunun arkasından bir istihbarat aklı çıkacağı ayan beyan okunuyor.

    Ama yine her zaman olduğu gibi bu saldırının ardından dünya medyası ve sözde terör uzmanları ilk faturayı hemen Müslümanlara kesti. Ağızlarından akıttıkları salyalar ve papağan gibi ezberledikleri sözde örgüt isimleri ile İslam ve Müslümanlara ağır eleştiriler yağdırdılar. Ancak ortaya çıkan gerçek tüm ezberleri bozdu. Şimdi herkes yine suspus…

    Benzeri bir saldırı hatırlarsanız 1995 yılında ABD’nin Oklahoma City’deki Murrah Binası’nın önünde meydana gelmişti. Bu saldırıda 168 kişi ölmüş, 680’den fazla kişi de yaralanmıştı. Patlama 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar Amerikan tarihinin en büyük saldırılarından biri olarak tarihe geçmişti. Bu saldırının arkasından da eski bir Amerikan yedek askeri olan Timothy McVeigh ve yardımcısı Terry Nichols çıkmıştı. Oklahoma’daki saldırıdan sonra tüm dünya medyası “İslam’ı terörizmle” özdeşleştirmek için adeta sıraya girdi. Fakat umduklarını bulamayınca büyük çoğunluğu Mossad tarafından eğitilmiş olan sözde tüm terör uzmanları avuçlarını yaladı.

    Yalnız, terör uzmanları bunun altında kalmak istemiyorlardı. Yaptıkları tüm yorumların havada kalması onlara hem maddi hem de manevi olarak büyük zarar vermişti. Bunun için de bir Müslüman’ın işleyeceği büyük bir saldırıya ihtiyaçları vardı ve bunun için zemin hazırlanmalıydı. Çünkü 1993 yılında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı onların salyalarını bol bol akıtmıştı. Lâkin sonradan ortaya çıkan tüm belgeler ve ses kayıtları 93’teki saldırının da CIA tarafından yapıldığını ve Mısır eski Devlet Başkanı Enver Sedat’ı öldürmekten yargılanan ancak ABD’de sürgünde bulunan “Kör İmam” olarak adlandırılan el-Ezher hocası Ömer Abdurrahman ve cemaati’nin bu işte kullanıldığı ortaya çıkmıştı.

    Şimdi tüm bunlarla şunu anlatmak istiyorum, batı istihbaratları ve terör uzmanları bu fiyaskodan sonra İslam ile özdeşleştirecekleri bir saldırı için zemin hazırlayacaklardır. Bunun için Hollywood filmleri hazırlanacak ve medya buna hazır hale getirilecek. İslam adına çok güçlü bir terör saldırısı olması gerekiyor ki, Norveç’teki bu yeni saldırının üstü örtünsün. (Burada herkese Amerikalı ünlü muhalif düşünür Noam Chomsky’nin Edward Herman ile birlikte kaleme aldığı “Medya Halka Nasıl Evert Dedirtir” ve yine Chomsky’nin “Terörizm Kültürü: ABD terörü” adlı kitaplarını okumalarını öneriyorum.)

    El Kaide dâhil geçtiğimiz dönemlerde teröre bulaşmış birçok İslami grup kendilerini sorguya çektikleri bir dönemde bu saldırıların gerçeklemiş olması da manidar ayrıca. Çünkü, Arap dünyasındaki halk ayaklanmaları zalim diktatörlere olduğu kadar dini gruplara da yıllardır izledikleri yöntemin yanlış olduğunu ortaya koydu. Bundan dolayı son aylarda tüm dünyadaki İslami cemaatler ciddi bir özeleştiri ortamına girmişlerdi. Cezayir, Mısır, Pakistan ve Libya’da şiddete bulaşmış birçok dini grup devletler tarafından kullanıldığını resmen dergilerinde çok açık yüreklilikle neşretti.

    Hâsılıkelâm, tüm Müslüman ülkelerde şiddete bulaşmış dini gruplar kendilerini iyi bir özeleştiriden geçiriyor. El Kaide bile işgalin olmadığı bölgelerde yapılan saldırıların hem kendilerine hem de ümmete zarar verdiğini ve bazı olayların batı istihbaratları tarafından işlenip kendilerine mal edildiğini açık yüreklilikle açıkladı. Bunun için işgal bölgeleri haricinde hiçbir saldırıya girişmeyeceklerini ve işgalciler ile iç içe olmuş olsa bile sivil bölgelere saldırıda bulunmayacaklarını ifade ettiler.

    Şimdi hazır olun, bundan sonra Müslümanların başına yeni çoraplar örülebilir. Örneğin Arap devrimleri sonrası küçük bazı Müslüman ülkelerde bazı dini gruplara iktidar imkânı verilip, güya Müslümanlar Şeriat’ı uyguluyor adı altında birçok tiyatrolar çevrilebilir.

    Onun için Ey Müslümanlar! Ne olursunuz feraset sahibi olun, ne olursunuz Allah ile irtibatınızı koparmayın. Stratejik değil firaset, vicdan ve Allah (cc)’nın nuruyla olaylara bakın…