İmam Gazali, Somali, Dinsizler ve Dindarlar

İnsanları hayra koşturan ve fakiri-yoksulu düşünmeye teşvik eden bir aydayız. Ramazan ayı geldiğinde bunlara bigâne kalmak neredeyse imkânsız. Çünkü bu aydaki ibadetin asıl hedeflerinden biri aç kalarak fakir ve yoksulun halini tefekkür etmek ve ona yardım elini uzatmaktır. Tabiî ki bu davranış sadece bu aya mahsus değil, tüm aylarda aynı hayrı idame ettirmek üzere olmalı…

Şimdilerde, hem Türkiye’de hem de tüm İslam dünyasında özellikle kıtlıkla boğuşan Somali’li Müslümanlara yardım için büyük bir çaba sarf ediliyor ve kampanyalar yapılıyor. Yetimlere, yoksullara, muhtaçlara, dullara, miskinlere, yolda kalmışlara ve fakirlere yardımı bolca hissettiren Ramazan ayının manevi havasında yapılıyor tüm bunlar…

Biz de, İmam Gazali’nin İhya’sından ve Maun Suresinin tefsirinden bir bölüm sunarak, bu ayda yapılması gereken tefekküre bir katkıda bulunmak istiyoruz.

“DİNSİZLER KİMDİR?” VE “DİNDARLAR KİMDİR?”

Maun sûresinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “Din gününü (ahiretteki mükâfatı ve cezayı) yalanlayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, fakire yemek vermeyi teşvik etmeyen işte odur. Sonra kıldıkları namazlardan gafil olan, riyakârlık eden ve en basit ihtiyaç maddelerini insanlara vermekten kaçınan namaz ehli için zillet vardır.”

Bu sureyi ünlü bir İslam âlimi şöyle tefsir etmektedir: “Dünyadaki insanların çoğu kendilerini dindar sayar, ahirette va’dedilen sevaplarla müşerref olacaklarını zanneder ve kendi dışındaki insanları veya grupları merdut ve hakir görürler. Bu davalarına delil olmak üzere de, dinlerinde, meşakkate sebep olmayan bazı resmi amelleri –ihlâsları kâmil olmasa ve gönüllerinde eserleri görülmese de- gösterirler. Oysa Rasûlullah zamanındaki Hıristiyanlar ve Yahudiler de kendilerini dindar sayar, delil olarak da dinlerince namaz kılıp oruç tutmalarını gösterirler; kendilerini bahtiyar ve Allah katında sevgili kimselerden, muhaliflerini ise bedbaht, sapkın ve saptırıcı olarak görürlerdi. Bu yüzden, Allah Teâlâ, dinsizlerle dindarların kim olduğu hakkında çok açık bir ölçü koymuştur. Herkesin kendisini bu ölçüye vurması, sırf kendi bildiğiyle kendisinin saadete –dindar-, muhaliflerininse şekâvette –dinsiz- olduğuna hükmetmemesi, zahirî ve resmî şeylerle yetinip mağrur olmaması gerekir. Allah Teâlâ “Dinsizler kimdir?” şeklindeki bir soruya “Yardım isteyen yetimlere hakaretle bakar, onlara katı davranır ve eziyet ederler; yoksulları doyurmak için insanları teşvik etmezler!” cevabını verdi. Bundan, “Dindarlar kimdir?” sorusuna verilecek cevabın “Yetimlere, yoksullara şefkatli olanlar ve onların dertleriyle dertlenenlerdir!” olacağı anlaşılır. İşte, dinsizlerle dindarların kim olduğunu öğrenmek için Allah Teâlâ tarafından konulan ölçü budur.

Yetim sözünün kapsamına tüm zayıf kimselerle muhtaçlar girdiğinden, yetimleri hor görenler ve onlara dönüp bakmayanlar, tüm zayıf insanlara hakaretle bakmış olurlar. Bu yüzden “Dinsizler kimdir?” sorusunun cevabı “kendi zenginliklerine, güçlerine güvenerek başkalarını hor görenlerdir” demek olur. Ancak, günlük yiyeceğini bulabilen kimseler miskin/yoksul sınıfına girmez. Elinden geldiği halde, böyle kimselere yardım etmeyenler bu ayetin tehdidi altına girmezler.

Miskinleri/yoksulları doyurmaya teşvik etmek, vermek için bir şeyleri olmadığı zamanlarda, ellerinden geldiğince başkalarına önayak olmaktan ibarettir. Buna göre, kazanca gücü olan herkes, yoksulların ve yetimlerin hallerini gözetmekle yükümlüdür. Malları olanlar malla yardımda bulunur, malları olmayanlar da dilleriyle ve kalemleriyle insanları teşvik ederler; çünkü toplumsal dayanışma bunu gerektirir.

Yetim ve yoksullarla ilgilenmeyenler ve onları İslam ruhunda eğitme hususunu önemsemeyenler… -namaz kılsınlar, kılmasınlar- dinsizdirler; Çünkü insanı şeriatın emrettiği işlere sevketmeyen namaz, kişinin ihlasına değil yalancılığına delildir.”

Hayır cemiyetleri kurmak, bu ayet-i kerimenin hükmüyle sabittir. Bugün fakirlere yardım etme ve yoksulların ihtiyaçlarını karşılama konusunda tek çare hayır kurumlarıdır. Ancak bu kurumların da ayırım gözetmeksizin her muhtaca yardım etmelidir. Kureyş kabilelerinden bazılarının, zulme ve haksızlığa uğrayan kimseleri savunmak ve onlara yardım etmek amacıyla kurdukları ve Hz. Peygamber (sav)’in de katıldığı Hılfu’l Fudûl antlaşması bu kurumların en güzel örneklerinden biridir. Resûl-i Ekrem (sav) Hılfu’l Fudûl ile ilgili olarak; “Ben, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde yapılan bir antlaşmada hazır bulunmuştum; İslam geldikten sonra onun bir benzerine katılmaya çağırılsam yine kabul ederdim” der.

Fakat, yardım kurumlarımızın işi sadece yardım dağıtmak olmamalı aynı zamanda kişiyi ve bölgeyi fakirleştiren veya yoksullaştıran sorunların da üstesinden gelmek için çaba sarfetmelidir. Örneğin fakir ve yoksula karnını doyuracak yardım yapılmasının yanı sıra çalışabileceği bir iş veya geçimin sağlayabileceği bir ortam hazırlanmalıdır. Bu konudaki prensibimiz “Dilenme, çalış!” ve “Balık tutmayı öğretmek” olmalıdır. Ayrıca yoksulluk bir fert veya ailenin değil tüm toplumu ilgilendirecek bir problem ise bu bölgede insanları yoksullaştıran ortamın izalesi içen çalışılmalıdır. Mesela Somali’nin içinde bulunduğu durum stratejik öneminden dolayı maruz kaldığı işgallerdir. Fakir Somali halkı tıpkı Afgan halkı gibi yıllarca süper güçlerle savaş zorunda kalmış ve sonunda kendileriyle savaşır hale gelmişlerdir. Müslüman kurumlara Somali’de düşen birinci görev işgali bitirmek, Müslüman gruplar arasında arabuluculuk yapmak ve insanları kurak ortamdan daha verimli alanlar çekip orada tarım ve hayvancılık için imkânlar sunmaktır. Burada da prensibimiz “Elele sorunların üstesinden gelmek” olmalıdır.

Umarım kurumlarımız bu anlatılmak istenenleri çok iyi anlarlar. Çünkü bunlar çok hassas konular. Günümüz Müslümanlarının Şer’i kaideleri dikkate almaksızın sadaka paylaşmalarının, İslam dünyasının felaketine, ahlakın bozulup, ekonomik ve sosyal şartların geriye gitmesine yol açtığı malumdur. Örneğin, günümüzde birçok zengin iş adamı, zekât, sadaka ve infaklarını bazı dernek, kurum ve vakıflara vermekte ancak bu kurumlar da fakir ve yoksullardan çok zengin çocuklarına hizmet etmeyi kendilerine gaye edinmişlerdir.

İMAM GAZALİ’DEN ALTIN ÖĞÜTLER

İmam Gazali çağımızın sevilen ancak yeterli anlaşılmayan âlimlerinden biridir. Bunun da nedeni belki, kitaplarının özellikle de “İhyâ-u Ulumu’d Din”in iyi bir tercümesinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Kitap, her ne kadar bazı zayıf hadisleri ve rivayetleri içerse de, selef ve halef uleması tarafından tüm Müslümanlara çağlar boyunca okunması salık verilen en mühim kitaplardan biri olarak tavsiye edilmiştir.

İmam Gazali, bu değerli kitabının üçüncü cildinde mağrur olan (aldanan) insanları tasvir eder ve onlara öğütlerde bulunur. Mağrur olan insanları ilim sahipleri, ibadet ve amel erbabı, mutasavvıflar ve Servet sahipleri olmak üzere dört sınıfa ayırır.

Konumuz servet sahipleri olduğu için bizlerde o bölümü alıntılayacağız. İmam Gazali “İhya”da, İslam’ın esas usulünden hareketle, fakirlere ve yoksullara yardım etmenin cami yaptırmak, farz hacc dışında hacca ve umreye gitmek, nafile namaz kılmak ve oruç tutmaktan daha efdal olduğunu söyler. Maun suresine de atıfta bulunan Gazali, çağındaki bazı Müslüman zenginlerin Lübnan dağlarından yazın kar getirmek, şaşalı evlilikler düzenlemek ve çocuklarının sünnet şöleni için harcadıkları paranın milyonlarca açı doyurmaya yettiği kaydeder. Müslüman zenginlerin bu gereksiz harcamalarının İslam toplumunu, haçlılar, moğullar ve sapık düşüncelerin istilasına uğrattığını belirten Gazali, aynı zamanda zenginlerin haksız mal sahibi olmaları ve gereksiz harcamaları yüzünden milyonlarca insanın göçmen durumuna düştüğüne işaret eder. Gazali, zenginleri yererken tembel ve çalışmayan fakirleri de ağır eleştiriye tabi tutuyor.

İşte, Gazali’nin İhya’sında uyardığı dördüncü sınıf servet sahipleri hakkında yazdıkları… Mağrur olanlar (aldanlar) pek çoktur diyen Gazali, servet sahiplerini beş grupta inceler;

Birinci grup: Cami, okul (medrese), kervansaray, tekke, köprü ve benzeri herkesin görebileceği hayır işleri yapmaya haris olanlar. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön: Bu tür hayır işlerini yapmak isteyenler servetlerinin çoğunu şüpheli yollardan; rüşvet, yağma, zulüm, talan ve haksızlıklarla elde etmişlerdir. Önce böyle gayr-ı meşru bir kazançla, sonra da infakında Allah’ın gazabına uğramışlardır.

İkinci Yön: Bunlar bu hayrı yaparken halis niyetle yaptıklarını sandılar. Halbuki, birisine bir altın ver, fakat ismin yazılmasın, dense can sıkılır ve bunu vermek istemez. Bunlar da çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden aldanmışlardır:

1. Riya ve övgü peşinde koşmaktır. Zira etrafında aç ve muhtaç insanlar bulunduğu halde cami inşasına ve süslenmesine para sarf etmeyi yeğler. Hâlbuki fakir ve muhtaçlara yardım etmek daha iyidir. Cami vb… yerlere para sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona daha kolay gelir.

2. Serveti caminin nakış, tezyin ve yaldızlarına sarfetmek. Namazdan maksad, huşu ve kalp huzurudur. Buna mani olacak her şey yasaktır. Bunun camide yaptığı nakış ve işlemeler, namaz kılanın gözünü kendine çeker, namazın huzurunu bozar, gönülleri meşgul eder de sevaplarını azaltır. Bunun cezasını da yaptıran çeker.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz (yaldızladığınız) zaman, helâk sizin için mukadderdir.” (İbn-i Mübarek, Zühd)

İkinci grup: İsimleri bilinsin diye herkesin huzurunda mallarını fakir, muhtaç ve miskinlere sadaka olarak verenler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bulurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Ayrıca dindar ve salih kişi olduğunu göstermek için bol bol Umre ve Hacc’a giderler. Hem de komşusu ve şehirlisi açlık, sefalet ve ihtiyaç halinde iken bunu bilip yaparlar.

Bunun için İbn Mes’ud (r.a) şöyle demiştir: “Ahir zamanda, sebepsiz hacc ve umre yapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan ve umreden mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar binitlerine biner kumlu ve susuz çöllerde uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır.”

Meşhur abidlerden Ebu Nasir et-Temmar şöyle anlatıyor: Adamın biri hacca gitmek üzere Bişr el-Hafî’ye vedaa geliyor ve Bişr’e:

-“Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı?” der. Bişr:

-“Ne kadar harçlığın var?” diye sorunca, adam:

-“İki bin dirhem!” diye cevap verir. Bişr:

-“Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Ka’be’ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızasını mı kasdediyorsun?” diye sorunca, adam:

-“Allah’ın rızasını kasdediyorum!” der. Bunun üzerine Bişr:
-“O halde evinde dururken sana peşin olarak Allah rızasını kazandıracak bir şey’i sana söylersem, yapar mısın?” der. Adam:

-“Evet! Yaparım” deyince, Bişr:

-“O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine vermeye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak, üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan ve umreden daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!” dedi. Adam:

-“Doğrusu benim kalbimde hacca gitmek daha ağır basıyor” dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama yöneldi ve :

-“Servet, ticaretin kirinden ve şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefis, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ister ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Hâlbuki Allahu Teâlâ, yalnız muttakilerin amelini kabul eder” dedi.

Üçüncü grup: Malları ile meşgul olanlar. Bunlar, servetlerini cimrilikle korur, onlardan infak etmez, parasız olan namaz, oruç ve Kur’an-ı Kerim okumak gibi bedenî ibadetlerle meşgul olurlar. Bunlar da aldanmış kimselerdir. Zira öldürücü cimrilik, bunların içini kaplamıştır. Bunun için Bişr’e:

-“Falan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!” dediklerinde, o:

-“Yazık zavallı adam! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açların karnını doyurmak ve yoksulların yardımına koşmaktır. Onun böyle yapması, kendisine açlık ve uykusuzluk çektirmesinden daha iyidir, o, dünyalığı topladı da yoksullardan men’etti” dedi.

Dördüncü grup: Servetlerinden yalnız zekâtlarını vermekle iktifa edenler. Onu da en âdî mallarından ayırarak yaparlar. Zekât dışında infak ve sadaka yapmayı sevmezler. Zekâtı da zaten destek olması gereken bir çalışanına, hizmetçisine veya ileri de herhangi bir işte işi düşebilecek bir fakire veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri birine ya da sosyal mevkiinden istifade edebilecekleri bir hoca veya büyüğün kendisine ya da kurumuna verirler. Böylece o yardım ettikleri büyüklerin yanında ya da kurumlarında önemli bir paye sahibi olurlar. Onların her türlü ihtiyaçlarını da görürler. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdır. Bu mağrur Allah’a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira Allah’ın ibadetine (zekât, infak ve sadaka) karşılık, başkasından bir karşılık beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çoktur.

Beşinci grup: Bunlar da servet sahibi ve orta halli veya fakir olan halktan bir gruptur. Zikir, va’z ve ilim meclislerine devam etmekle aldananlar. Bunlar dinlemenin kâfi geleceğini sanarak meclisten meclise koştular. Hakkıyla amel etmeden, kuru kuruya yalnız dinlemekle mükâfat alacaklarını sandılar. İşte, bunlar da aldanmışlardır. Zira bu tür meclislerin fazileti, hayra teşviki bakımındandır. Hayra teşvik etmeyen dinlemede bir fayda yoktur. Hayrı teşvik eden dinleme makbuldür. Çünkü o, amele sevkeder. Şayet amele vesile olmaz ise, yine hayırsızdır. Demek ki va’z u nasihat dinlemek, ondan ders alıp amel etmek içindir. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup “Ey Selâm (Allah’ın bir ismi)! Bizi selamette bırak”, “Allah’ım sana sığınırız” veya “Sübhanallah” demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibadetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu Allah’ın azabından insanı kurtarmaz.”

Hâsılıkelâm, umarım yukarıda alıntıladıklarım bizlere bir ufuk çizmiştir. Başka düşünceler peşine koşup onlardan medet ummak yerine dini hakkıyla ayağa kaldırabilirsek, ümmetin hatta insanlığın birçok sorununu çözmüş olacağız… Ama heyhat? Sözde Müslüman aydınlarlar ve âlimler nelerle uğraşıyor görmüyor musunuz? Kimi şaz fikirlerin peşinde koşarak eşsiz bir daha olduğunu göstermekte, kimisi müritleri ile her yıl hacc ve umre gezi turları düzenlemekte, kimisi başkalarının ürünü olan emek ve fikirlerin üzerine konmakta, kimisi daha çok zengin olmak veya daha bol para kazanmak için her türlü haltı işlemekte, kimisi de zengin düşmanlığı yaparak resmen biten “sosyalist” düşünceyi İslam’a dercetmeye çalışmakta…

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV