Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. Arap Dünyası Hangi Romanları Okuyor?

    Leave a Comment

    GEÇTİĞİMİZ YILLARIN EN ÖNEMLİ 12 ARAP ROMANI

    Turan KIŞLAKÇI

    Son yıllarda dünyada romanlar büyük bir revaç görüyor. Modern romanlardaki sayı artışı, aynı zamanda klasik romanların yeniden raflara geri dönüşünü sağladı. Fransız edebiyatından Rus edebiyatına, İspanyol edebiyatından İngiliz edebiyatına ve hatta Çin, Hint ve Japon edebiyatına kadar roman satışlarında yaşanan bu büyük patlama, herkesin dikkatini celp etmektedir. Bu intişarın nedeni, küreselleşen dünyamızdaki insanların farklı kültürleri tanıma güdüsü mü, yoksa farklı arayışlar mı bunu söylemek için henüz çok erken. Çünkü etkenlerin çokluğu ve bölgeden bölgeye değişiklik arz etmesi romana olan bu yoğun ilginin nedenini henüz tam ortaya koyamamaktadır nazarımızda. Ama şu bir hakikat ki, insanoğlu ilk günden beri hikâyelerle kendi hakiki öyküsünün arayışı içinde devinim göstermektedir.

    Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Arap dünyasında da son zamanlarda romana çok büyük bir ilgi var. Arap yazarlar arasında, roman yazarlarının sayısı da her geçen gün artmaktadır. Geçen yüzyılda Mısır eksenli olan Arap romanı bugün maşrık, mağrip ve Körfez bölgelerinde daha hızlı bir yaygınlık gösteriyor.

    Zengin Arap yazın geleneğine rağmen, Batı’da bilindiği şekliyle roman, Araplar için yeni bir formdur. 18. yüzyılın ortalarında gelişmeye başlayan Arap romancılığının geçen yüzyıldaki önemli isimleri arasında Tevfik el-Hakim, Halil Cibran, Mustafa Lütfi el-Menfaluti, M. Sadık er-Rafiî, Mihail Nuayme, İbrahim Nasrullah, Necib Mahfuz, Gassan Kenefani, Cemal Gitani, Elias Khoury, Seyyid Kutup, Taha Hüseyin, Abbas Mahmud Akkad, Emile Habibi, Necip el-Kiylani, Corci Zeydan, Muhammed Teymür, Meryem Ziyada vb. birçok isim bulunmaktadır.

    Geçen yüzyıldaki Arap romanlarında hikâye, özyaşamöyküsü, fabl ve pastiş tarzı daha çok hâkimdi. Fakat son yıllarda Batı tarzı romancılık yaygınlık kazanmıştır. Filistinli ünlü düşünür Edward Said, Arap romanını tanımlarken şunları not düşer: “Okuyucusunu ve yazarlarını, yüzyılımızın büyük sosyal ve tarihsel kargaşalarına bulaştırıp zafer ve yenilgilerini paylaşmasını sağlayan dolu dolu bir formdur.”

    Arap dünyasında, 18. yüzyılda emperyalist saldırılara karşı verilen mücadele ile “direniş edebiyatı”, 19. yüzyılın başında Amerikan kıtasına hicret ile “göç edebiyatı” ve 20. yüzyılda diktatör rejimlerin baskıları ile de “cezaevi edebiyatı” doğmuştur ve bu yeni edebiyat türleri Arap edebiyatı literatürüne girmiştir. Arap romanı aynı zamanda eksantrik, metaforik, nostaljik, şiirsel ve güçlü aforizmalar da taşımaktadır.

    Arap âleminde son yıllarda yayımlanan kitaplar bir yönüyle o ülkenin içinde olduğu durumu, şartları ve tartışma konularını da özetliyor. Biz de bundan hareketle son yıllarda Arap dünyasında okunan belli başlı romanları sizin için seçtik.

     

    1-Frankenstein Bağdat’ta

    ABD’nin Irak işgali sonrası birçok roman yazıldı fakat bunlar arasında en çok ses getireni Iraklı yazar Ahmed Sadavi’nin kaleme almış olduğu “Frankenstein Bağdat’ta” adlı romandır. Hemen her hafta onlarca intihar saldırısının olduğu Irak’taki yaşamı konu edinen Sadavi’nin bu romanında, 2005 kışının terör saldırılarında hayatlarını kaybeden insanların ceset parçalarını toplayan ve daha önceden eskicilik yapan Hadi el-Attak’ın hikâyesi anlatılıyor. El-Attak, topladığı ceset parçalarını bir araya getirince ilginç insansı bir yaratık meydana gelir. Yaratık, cesedini teşkil eden bütün parçaların (parça sahiplerinin) ölümüne neden olan katillerden öç almak için büyük bir intikam oyunu başlatır. Bağdat sokakları heyecanlı ve birçok kişinin kaderini etkileyecek kovalamacalara sahne olur. Bağdat’ın merkezinde yer alan el-Bitaviyyin Mahallesi sakinlerinden olan el-Attak, hikâyeyi Mısırlı Aziz’in kahvehanesindeki müşterilere anlatıyor. Bir kişi hariç herkes bu inanılması güç hikâyeye gülüyordu. O kişi hikâyeyi ilginç ve eğlenceli bulduğunu ancak gerçek dışı olduğunu söylüyor. Bu farklı düşünen kişi İzleme ve Takip Komisyonu Müdürü Tuğgeneral Surur Mecit’tir. Aslında Mecit’in gizli bir görevi vardır. O da bu gizemli yaratığı takip edecektir. Bağdat’ın sokak ve mahallelerinde heyecanlı kovalamacalar yaşanıyor; birçok kişinin hayatında belirleyici değişimler meydana geliyordu. Herkes bir şekilde Frankenstein adlı bu yaratığın onlardan bir parça teşkil ettiğini ve böylece onun hayatta kalıp büyümesine neden olduğunu anlıyor. Roman kimsenin beklemediği sürpriz bir şekilde son buluyor.

    2- Çıkış Kapısı ve Utarid

    Mısırlı iki farklı yazarın kaleme aldığı romanlar, bir kâhin gibi gelecek öngörüsünde bulunuyor. İzzeddin Şükri Feşir’in “Çıkış Kapısı” adlı romanı, Mısır’da halk ayaklanması sonrası ülkede birkaç yıl içinde yaşanacakları anlatıyor. Mısır eski Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in devrildiği günlerde kaleme alınan kitap, Mısır’da yaşanan darbeyi öngörmüştü. Devrimin ilk yılları bizim hayatımızı büsbütün değiştirdi. Kendi özel hayatımız arkadaşlarımız ve aramızdaki olan ilişkilerimizi derinden sarstı. Nasıl oldu bilmem ama oldu işte. Sanki hepimiz bir şeyle bağlıymış gibiydik sonra o şey koptu kopunca da daha özgürce hareket etmeye başladık ya da sanki bir örtünün altında yaşıyorduk ve birdenbire fırtına çıktı bu örtüyü uçurdu da birbirimizi daha iyi görmeye başladık. Özetlersem daha özgür olduk. Belki de tam anlamıyla özgür olamadık ama eskiye göre daha özgürdük. Bu durum bütünüyle hayatımıza yansıdı. Çok okunan “Çıkış Kapısı” romanı diğer romanlardan farklıydı çünkü sayfalarında anlatılan olaylar kaleme alındıktan çok sonra gerçekleşti. Yazar İzzettin Şükrü’nün tahminleri öngördükleri doğru çıktı. 25 Ocak Devrimde herkes mutlu geleceğe umutla bakarken çok kötü bir senaryo öngördü ve ülkede bir kaosun hâkim olacağını yazdı. Nitekim tüm yazdıkları doğru çıktı. Bu romanı herkes okumalı okuyanlar tekrar okumalı. Çok özel ve güzel bir romandır.

    Mısırlı yazar Muhammed Rebi’nin kaleme aldığı “Utarid adlı roman ise Mısır’da darbe sonrası açlığa terk edilen Mısırlıların insan eti yemeğe başlaması ve ardından Merkür gezegeninden gelen kişiler tarafından işgalini konu ediniyor. 2030 yılından yaşanan bu kurgu ve Mısır’da hâlihazırda yaşanan olayları çok iyi özetliyor. Seni korkutan kâbus gelmeyecek çünkü zaten geldi! Yeter ki biraz aşağıya bir bak ve onu günlük yaşamının ta içinde bütün adi detayların altında göreceksin. Hem de bütün yönleri ile… Diğer Apokaliptik bakışını görebilmek için kendi iradenle o detaylara giriyorsun… Yaşadığımız hayatın sanki iki boyutu var: birincisi süreduran (atıl) bilinç, ikincisi ise bilincin yaralarına bakarak cehennemi görmek. Merkür bize böyle diyor… Merkür güneşe en yakın gezegen olmasıyla birlikte sıcaklığı da diğerlerine kıyasla en yüksek olandır. Yeryüzünün standartlarına göre o adeta bir cehennem parçasıdır, o aynı zamanda 28 Ocak 2011 tarihinde polislerin püskürtülmesine tanıklık eden bir subaydır. O olayların üstünden on yıldan fazla bir zaman geçti… Mısır şimdi gizli bir işgalin altında ve eski polis güçlerinden kalanlarla halk Kahire’nin yıkıntıları içinde direnişin başını çekiyor. Her gün rastgele katliamlardan bir cehennem oluşturulmakta ve meşhur Ocak olaylarından sonra yaşanan kıyımlar süratle yoğunlaştırılmakta… Bunlar kâbus gibi bir gelecekte çoktan gerçekleşmiş olan ‘karşı devrimin’  hayal ve saplantıları. “Anbar Gezegeni” ve “Ejderha Yılı” adlı romanlarından sonra, Muhammed Rabi hâkim konusu gerçek anlamda Ütopya değil de tam tersi distopya olan nefes kesen anlatımına tam anlamıyla siyasi bir fantezi olan ikinci romanı Merkür’de devam ediyor. Geleceğin Zifiri karanlık dünyası ve cehennemin arkasında gizli olan dünya arasında yolculuk yapıyor.

     

    3-Bambu Sapı

    Kuveytli genç yazar Suud es-Senusi tarafından kaleme alınan “Bambu Sapı” adlı roman, 2013 yılında yayımlandı ve aynı yılda birçok ödül aldı. Mükemmel bir anlatım tarzıyla işlenen romanda Kuveytli yazar, Körfez ülkelerindeki kimlik çatışmasını sorguluyor. Bu sorgulama babası Kuveytli soylu bir aileden gelen, annesi ise Filipin uyruklu olan bir genç üzerinden yapılıyor. Küçük yaşta Annesi ile beraber Filipinlilere gönderilen genç artık büyümüştür. Babasının kim olduğundan habersiz kendini sorgulamaktadır. Annesinin kendisine Babasından bahsetmesi ve babasının Kuveyt’te olduğunu öğrenmesinden sonra babasını bulmak üzere yola çıkar. Eser, bu arayış üzerinden romanın kahramanının sahip olduğu her iki kimliği de ele alıyor. İki kimlik arasında ele alınan ilişkileri şu ifadelerle özetleyebiliriz; belirsizlik, birbirinden farklı iki kültüre aidiyetlik duygusu, tek bir kültürle yetinememek ve diğerinden vazgeçememek… İşte bu belirsizlik, roman kahramanının, kendisiyle ve asıl kimliğiyle, çocukluğundan beri annesi tarafından kendisine ‘rüya’ veya ‘cennet’ olarak anlatılan eski vatanı Kuveyt’le barışmak arzusunda olduğu belirgin bir şekilde anlaşılıyor.

    4-Kelebekler Ülkesi

    Son yılların en ünlü Cezayirli edebiyatçısı Vasini el-Araj’ın kaleme almış olduğu “Kelebekler Ülkesi” adlı harika roman, okuyan herkes tarafından çok etkileyici bulundu. El-Araj’ın ödüllü ve etkileyici birçok romanı var.  “Kelebekler Ülkesi” yayımlandığı yılın sonunda Katara Edebiyat ödülüne layık görüldü. Filmi çekilmesi için hazırlıkların yapıldığı roman şimdiden dünyanın beş diline çevrildi. “Kelebekler Ülkesi” narin ama aynı zamanda güçlü bir ülke. Arap dünyası yirmi birinci yüzyılda başlayan çeşitli pek çok problemlerle yüzleşti. İlan edilen ve gizli kalan savaşlarla yeni bir döneme girdi. Arap halkı bu değişime hazır değildi çünkü uzun yıllar boyunca ezici bir diktatörlüğün altında yaşadı. Maria diğerleri gibi ülkesini isteyerek bırakıp gidenlerin aksine kuzey şehirlerine göç etmeyi reddetti. Kız kardeşi yalnızlığa düşüp herkesten uzaklaşıp içine kapanıyor, erkek kardeşi Rayan uyuşturucu bağımlısı oluyor… Tıp sektöründe çalışan babaları Zübeyir ilaç mafyası tarafından öldürülüyor. Anne Farija aklını kaçırdıktan sonra ölüyor. Bu aile bu acıklı sonların hiç birini seçmedi. Ama iç savaşı takip eden sessiz savaş ateşin söndürülemediği ve kül altında saklandığı zamanlar… Herkes herkesten korkar; herkes içten içe intikam peşindedir. ‘’Yama’’ ise sanal dünyada arkadaşı Faust’u beklerken facebook ve jazz müziği ile büyük bir yalnızlık yaşıyor aslında. Yıkık kişiliğinde yaşamaya çalışan bir insan. Ama kim bilir? Ölüm ayında ölmeyen kelebekler belki de yaşamaya daha da inanır.

    5-Güneşin Kapısı

    Lübnanlı romancı İlyas Huri “Güneşin Kapısı” olarak adlandırdığı lirik romanında Filistin’i canlandırıyor. Bütün hikâye, romanın kahramanı olan Yunus’tan başlayıp ve Yunus’ta bitiyor. Yerinden hiç kıpırdamadan uzanan Yunus, dostunu ve aynı zamanda ruhani oğlu Dr. Halil’in anlattıklarına kulak vermektedir. Anlatıcı, Bin bir Gece masalındaki Şehrazat misali; kör bir gecede kendisine ve diğer kadınlara doğru sürüne sürüne yaklaşan Şehriyar’ın kılıcını geciktirmek için sürekli masal anlatmaktadır. Aynı şekilde İlyas Huri, romanını Filistinlilerin kişisel hikâyelerinin her bir parçasından adeta tekrardan örüyor. Romanda bütün hikâye ve öyküler birbirine karışıyor, birbirini aydınlatıyor ve her biri diğerlerinin gizli yanlarına ışık tutuyor. “Güneşin Kapısı” romanının ana teması, 1948 yılında Filistin’i kaybedişinden sonra ülkesine tekrar sızmaya çalışan bir Filistinlinin hikâyesinden ibaret. 50’li yılların başlarında vatanından kovulan Filistinlilerin vatanlarına gizlice dönme olgusu yaygınlaşmıştı. O dönemde yaşanan ilk ‘kovma’dan sonra daha sürgününün ilk günlerinde sürgün hayatına dayanamayan birçok Filistinli ölüm pahasına sınırlardan ve tel örgülerden geçerek yıkılmış köylerine ve başkalarının yerleştirildiği evlerine dönmeye çalışıyorlardı. Ancak evlerine dönmeyi başaranlar tekrar kovulmaya ve hem İsrail hem de Filistin’e komşu olan Arap ülkeleri tarafından sınırda ölüme terk ediliyorlardı. Romanda, ülkesine girebilmeyi başaran direnişçi Yunus el-Asadi’nin hikâyesi aşk, direniş ve bir nevi ‘demografik direniş’ hikâyesine dönüşüyor. Yunus, tam 30 yıl boyunca Lübnan ve Filistin’in Celil Bölgesi arasındaki dağları ve vadileri geçerek eşi Nabila ile “Güneşin Kapısı” diye isim verdiği bir mağarada buluşuyordu. Çok sayıda erkek ve kız çocukları dünyaya getiren Yunus, Filistinli mülteciler ile ülke topraklarında kalabilmeyi başaranlar arasında bir bağ olmuştur. Yazar ile Filistin meselesi arasında kurulan özel bağ romana ayrı bir özellik katıyor. Huri, Filistin meselesine önem veren sıradan bir Arap değildi. Aksine Fetih hareketi çerçevesinde örgütlü bir direniş sergiliyordu. Ve hala Filistin meselesinin siyasi, fikri ve ahlaki sorgulamasında yerini korumaktadır.

    6-İsimler Kutusu

    Faslı yazar Muhammed el-Eşari, çok uzun olan bu romanını (488 sayfa) kaleme alırken kendi yaşadıklarından istifade etti. Muhammed el-Eşari düşüncelerini ve fikirlerini yeni kalıplara sokup yazabilen usta bir yazardır. Öğrencilik yıllarında sol görüşlü Sosyalist Birlik Partisine katıldı ondan sonra yükselerek Sendika yetkilisi oldu en son kültür bakanı oldu. Ayrıca şiir yazan el-Eşari, ülkesindeki siyasi değişimlerin hepsine şahit oldu ve ihtilal dönemini bizzat yaşadı. O dönemde insanlar işkencelere maruz kalıyor, tutuklanıyor, kaçırılıyor, gizlice idam ediliyor, yahut sürgüne gönderiliyordu. Bütün bu yaşanan ihtilal döneminden sonra Faslılar kötü bir rüyaya adeta bir kâbusa uyanıyorlardı. Ülkelerindeki siyasi sahne hiç de iç açıcı değildi. El-Aşari ülkesinde olup bitenleri yakından takip ediyordu. Hatta bütün bu olup bitenlerde bir rolü bile vardı. Onun hayatı bir jenerasyonun hayat hikâyesini özetliyor.Yazdığı roman ise bu jenerasyonun umutlarını, isteklerini, hezeyanlarını ve başarısızlıklarını yansıtıyordu. Roman Faslıların yetmişli ve seksenli yıllarda yaşadıklarını özetliyordu. Toplumun çeşitli kademelerinden derin kökleri olan ve farklı kategorilerde insanların kaynaşmasını anlatıyordu bu roman. O yıllarda insani değerler yok edilmişti. Birbiriyle eşit güçte olmayan iki tarafın hikâyesi: Bir yanda mevcut rejim diğer yanda ise özgürlüğüne kavuşmak isteyen halkın mücadelesi anlatılıyordu. Romancı kuşaktan kuşağa Magriplilerin mücadelelerini ele almıştır.  Siyasi bir bütünlük uğruna her şeyini feda eden bu halkın hikâyesi çok etkileyicidir. Yenilik yapmakta başarısız olan, başarısızlıklarının tüm boyutlarıyla yüzleşen, tüm umutlarını kaybeden ve yaptığı büyük fedakârlıkların boşa olduğunu anlayan bir halkın hikâyesidir. Olaylar Endülüs’te eski Rabat kentinde gerçekleşiyor ve kahramanların kökenleri Endülüs’e dayanıyor. Aynı zamanda romanın sayfalarında Endülüs müziğinin etkisi açık bir şekilde hissediliyor. Müzik romanın kahramanlarından olan “Şimrat”ın evinden gelir. Bu evde bir define vardır ve bu definenin peşinde olanlar romanın önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Diğer tarafta İngiliz eşinden olan çocuğunu öldürmek suçundan hapse atılan Rabat’lı “Süreyya” var. Aynı zamanda erkek hapishanesinde yatan ve kibrit kutularına gizlice mektup koyup saklayan “Malik”… Bu mektuplarda 1984 olaylarında bulunan göstericilerin toplu mezarlarına yer veriliyor. Ayrıca romanda kral ismiyle canlandırılan Kral İkinci Hasan’ın zamanında yapılan işkenceler ve uzun süren tutuklama olayları Fas’ın belli bir dönemini aydınlatmaktadır. Siyasi mücadele sürdürenlerden el-Eşari her şeyi çok gerçekçi ve samimi bir şekilde aktarıyor. İnsan mekân ve değişen siyasi şartların arasındaki sürtüşmeler yazarın iç içe bir roman yazmasına neden oluyor. Bu anlatım şekli labirent gibi iç içe konulmuş kutulara benziyor. İşlenen her mekân ve karakter bir kutuyu temsil ediyor ve her kutu içindeki farklı bir kutuya açılıyor. Labirente giren herkes yolunu kaybediyor ve çıkması mümkün olmuyor. Roman sömürgecilerden yeni kurtulan bir halkın kendi kimliğinin arayışını ve halkın bu günkü karakteristik durumunu analiz ediyor. Şayet o dönem ve günümüz Fas’ı arasında bir mukayese yapacak olursak; o dönemde entelektüel ve her şeye yetkisi olan gücün arasındaki alevli çatışmaların yaşandığı Faslılar bu çatışmaların kurbanı oldu.

    7-Nefreti Övmek

    Suriyeli romancı Halid Halife’nin kaleme aldığı “Nefreti Övmek” adlı kitap, Türkçe’ye 2009 yılında tercüme edilen Suriyeli yazar Mustafa Halife’nin kaleme aldığı “Salyangoz” romanı gibi Suriye’deki vahşeti belgeliyor. 80’li yılları anlatan romanı sanki şimdiki Suriye’yi anlatıyor gibiydi… Seksenlerin Suriye’sinde olanların bir kısmını anlatan bu roman seksenli yıllarda Baba Esat’ın Hama ve Halep’te Müslüman kardeşlerle yönelik yaptıklarını belgeleyen ilk romandır. Şu anda Suriye’de yaşananlar olmasaydı o dönemi tam anlamıyla anlatmak çok daha zor olurdu. Tek farkla bir kişiden şüphelendikleri zaman tüm aile yok ediliyordu. Bunun hakkında ne medya ne de internet tek kelime ediyordu. Öyle ki Suriye’nin diğer şehirleri bile bu katliamlardan habersiz kaldı. “Nefreti övmek” romanı (Bazılarına göre) Hama Kerbela’yı belgeliyor. Eserde karakterler gerçek hayattan seçilmiş. Hatta bu karakterler özellikle yazarın arkadaşları ve kendi yakın çevresidir. Ayrıca Halid Halife seksenli yıllarda Suriye’de olanları kaleme alan ilk yazar olma özelliğine sahiptir. Suriye’de o tarihte olanlar hakkında çok az insan bilgi sahibi. Bir tek yaşlılar, hükümet ve Müslüman kardeşlerin arasındaki savaşı hatırlıyor. Ve Hama’lıların “Biz ne yaptık ki de ölümü hak ettik?” sorusunun yanıtsız kaldığı o yıllar.. Ve o soru sadece ölümün ilan edildiği devrim başlayıncaya dek cevapsız kaldı…

    8-İtalyan

    Tunuslu yazar Şükri el-Mebğut tarafından kaleme alınan “İtalyan” adlı roman, yayımlandıktan kısa süre sonra birçok ödül aldı. Babası Hacı Mahmud’u toprağa verdiği gün Mısır’ın eski cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’a küfür ediyor ve imam Alala’yı herkesin gözü önünde vuruyordu. Herkes şokta. İnsanlar bu davranıştan rahatsız oldukları için cenaze merasimine devam etmeden gidiyorlardı. Bu pervasız genç, dindar ve takva ehlinden olan babasına hiç benzemiyordu. Dikkat çekici ve yakışıklı olduğundan ‘İtalyan’ diye hitap ediliyordu. (Romanın kahramanı) Hukuk Fakültesini bitirip Tunus’ta komünist bir partinin listesinin en başında yer alıyordu ve ülkesindeki solcu partilerin (eski Tunus devlet başkanı Habib) Burgiba döneminin sonunda ve Bin Ali’nin iktidar döneminin başında yaşadığı sapmalara ve bölünmelere tanıklık etti. Zeyna adlı bir kadınla yaptığı evlilikle basın dünyasına girmişti. Fakat bu süreçte inandığı prensiplerle ve kendisine dayatılan bu yeni hayat arasında büyük çelişkiler yaşıyordu. Bu yüzden Zeyna’dan boşanıp sayısız kadınla ilişki kurmaya başlıyor, en son kurduğu ilişki kendisini tekrar ilk başladığı noktaya geri getiriyordu. İşte o an babasını toprağa verdiği gün imamı neden vurduğunu net bir şekilde anlıyoruz.

    9- Küçük Prens Moritanya’da (Yeni Şankit)

    Moritanyalılar arasında uzun yıllar yaşayan ve son yıllarda yazdığı romanlar ile büyük ilgi gören Iraklı yazar Amir Kubeysi, “Yeni Şankit” adlı romanında Moritanya’yı anlatıyor. Şankit, Moritanya’nın eski adıdır. Kubeysi, tıpkı “Küçük Prens” adlı eserin yazarı Fransız yazar ve şair Antoine de Saint-Exupéry’nin “İnsanların Dünyası” adlı kitabında yer verdiği gibi Moritanya insanlarını ve sahrasını anlatıyor.

    Moritanya insanının diğer insanlardan ayrıştığını fark ettim. Moritanyalılar grup/küme hasebi göz önde bulundurulduğunda diğer gruplardan daha azınlıktadırlar/azdırlar. Özellikle bedevilik, yerleşik yaşam ve şehirleşmede bu durum farklılık gösterir. Bunun yanında Moritanya insanı pek çok edebi nitelik de taşır. Mecazi bakımdan kalp zafiyeti ve aşk sultanıdır. Moritanyalılar, dil olarak merhametli ve naziktirler. Kuşkusuz bu, insanın toplum içindeki refahı yahut huzuru olduğu gibi öte yandan alacaklıların arasındaki sürtüşmeler, insanların birbirlerini çekememesi mevzusu da olabilir. Bütün bunlar zaten kâinatın bize bahsettiği özellikler/ sıfatlardır. Çünkü çöl ve bedevi yaşam onlara oyununu oynamıştır. Bedevilerden kendine güvenen ailesi olmayan hayatını idame ettirmede devlete yahut hükumete ihtiyaç duymayan biri, üzerine batıl inançlar ithaf edilen, topraklarında kimsenin yaşamak istemediği bir şehre başkent Nuakşot’a sürülmüştü. Bu şehrin durumu öyle kötüydü ki kimse oraya yerleşmek istemiyordu o yüzden şehri inşa eden kişi insanlara rüşvet vermek zorunda kalmıştı.

     

    10-Keskin Sapış ve İskenderiye’de Kimse Uyumaz

    Mısırlı romancı Eşref el-Humeysi’nin “Keskin Sapış”ı ve yine Mısırlı yazar İbrahim Abdülmecid’in “İskenderiye’de Kimse Uyumaz” adlı romanları da son dönemlerin en çok satılan romanları arasında sayılıyor. Humeysi, sıra dışı bir otobüs hikâyesi üzerinden Mısır toplumunu anlatıyor. Otobüs Mısır’ın başkentinden Asyut’a doğru içinde papaz, Ezherli Müslüman din adamı, taksici, küçükken annesini kaybeden genç kız, asker ve peygamber olduğunu iddia eden tuhaf görünümlü bir adamın da içinde bulunduğu, toplumun her kesiminden insanla birlikte gündelik yolculuğuna başlar… Bu otobüs çelişkilerle dolu bu kâinatta bir şekil teşkil eder. Yolcuların her biri, otobüsün yolundan sapmasıyla ve bir kazaya karışmasıyla kendi hayat hikâyelerinin yolculuğuna başlar… Roman, sokak çocukları, tecavüz vakaları, mezhep çatışmaları gibi pek çok sorunun yanı sıra iman ve akideler gibi felsefi konuları ve ölümsüzlük konusunu da içinde barındırmaktadır.

    “Keskin Sapış” aynı zamanda kurgusu itibarı ile Amerikalı ünlü edebiyatçı William Faulkner’ın 1962’de yayınladığı “The Reivers” romanı ile benzerlik göstermektedir.

    İbrahim Abdülmecid ise romanında pek çok konuyu ele alıyor. Bunlardan ilki ikinci dünya savaşı esnasında İskenderiye’de sanat, siyaset, sosyokültürel yaşam, ikincisi süper güç devletler ve ittifak devletleri arasında gerçekleşen olaylar. Üçüncüsü ise özellikle aşk ve evlilik gibi konuların işlendiği Müslümanların ve Hıristiyanların arasındaki ilişkiler. Eserde başarılı anlatıcı İbrahim Abdülmecid sizi kırklı yılların İskenderiye’sine ve ikinci dünya savaşının yaşandığı günlere götürüyor. Roman savaşın başladığı gün başlıyor ve savaşın bittiği günle de sona eriyor. Ancak İskenderiye’ye göre aslında bu bitiş süreci El-Alemeyn savaşının sona ermesidir. Bunun yanı sıra fikir öylesine müthiştir ki gazete manşetleri sanki orada yaşıyormuş gibi küçük ayrıntılarla okuyucuyu kırklı yıllara götürür. Ayrıca bahsetmiş olduğum bu fikir diğer yazarları da kolayca etkisi altına alabilen çok güçlü tarzda tasavvufi bir fikirdir. Bu hal onları adeta o yılların gizemine ve büyüsüne doğru yolculuğa çıkarır. Bazı sahnelerde karakterlerin yüzlerinde olan ışık atmosferi fikri ve ‘Dimyan’ın olağanüstü yaratıcı ölüm sahnesi çok hoşuma gitti.

     

  2. Kureyş ve Fil Sürelerinden Çağımıza Mesajlar

    Leave a Comment

     KUREŞ VE FİL SÜRELERİNDE ORTADOĞU JEO-POLİTİĞİ SIFIR SORUNUNDAN KAOSA ORTADOĞU’DA BÜYÜK ORDULAR

     

    İslam şairi Mehmed Akif Ersoy, “Kıssadan Hisse” adlı şiirinde şöyle der:

    Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

    Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

    “Tarih”i  “tekerrür”  diye tarif ediyorlar;

    Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

     

    Üstad ne güzel özetlemiş geçmiş ile bugünün arasındaki bağı. Hakikaten geçmişten ibret alabilseydik, bugün o olaylar yeniden tekerrür eder miydi bilmiyorum ama en azından önlemler alınabilirdi. Hâlihazırda Ortadoğu’da şâhit olduğumuz olaylar geçmişte kıssalarda okuduğumuz olaylara ne kadar benziyor değil mi? Hatta bazı olaylara Kur’an-ı Kerim de geniş yer ayırıyor. Yeter ki, insanlık ders alsın. İşte! Bu yazımızda Kur’an’da zikredilen ve bugün de yaşadığımız olayların bir benzerini anlatan iki surenin hikâyesinden bahsedeceğiz: Kureyş ve Fil suresi kıssaları…

    Tarih; miladi 560’lar. Dönemin süper güçleri Rumlar, Persler ve Habeşistanlılar, hem Kâbe’yi yıkmak hem de Arapların ele geçirdiği tarihi ticari yolları geri almak için 70 bin kişilik büyük bir ordu ile Arap yarımadasına saldırıya geçiyor. Yerel Hire ve Gassan şahları da Araplara karşı bu büyük operasyonun içinde yer alıyor. Bu sadece din için yapılan bir savaş değil, ekonomik ve siyasi hesapların da var olduğu bir savaştı. Asıl muharrik faktörler bunlardı. Lakin saldırı yanlısı grupların başını çekenler, azınlık durumdaki Hristiyan mazlumların intikamını almak için bu bahaneyi ileri sürüyorlardı.

    Miladi 540’ların ortalarında Arap yarımadasının güçlü kabilelerinden Kureyş kabilesi, Hicaz’ın her yerine dağılmış olan Arap kabilelerini dedeleri İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin etrafında bir araya topladı. Kureyş kabilesi, Arabistan’ın her yanından gelen hacılara hizmet için en iyi idareyi tesis ettikleri ve Arap kabileleri arasında güven sağladıkları için Beytullahın hizmetini yapıyorlar ve kabileler arasında liderlik vazifesi görüyorlardı.

    Hz. Peygamberin dedelerinden ve Kureyş’in ileri gelenlerinden Abdülmenaf’ın dört oğlu vardı: Haşim, Abdüşşems, Muttalib ve Nevfel.  Abdülmuttalib’in babası ve Resulüllah’ın dedesi olan Haşim, Arap yoluyla Uzakdoğu, Şam ve Mısır arasında devam eden ve geçen asırlarda Tarihi İpek yolu olarak adlandırılan bölgede uluslararası ticarete atılmayı düşündü. Aynı zamanda, Araplara satmak için mal getirirken yolda diğer kabilelere de satış yapabileceği, bir de Mekke’yi iç ticaret için bir ticaret merkezi haline getirebileceğini düşünmüştü. Bu dönem, İran Sasani iktidarlarının Fars körfezinde, Bizans ile Uzakdoğu arasındaki ticaret yoluna hâkim oldukları dönemdi.

     

    KUREYŞ SURESİ VE SIFIR SORUN POLİTİKASI

    Dört kardeş kısa sürede Arap yarımadasını ticaretin merkezi haline getirdi. Güvenli bir bölge haline gelen Arap yarımadası, komşu imparatorluklar ile de iyi ilişkiler geliştirdi. Haşim, ticarette Şam Gassani Kralı ile, Abdüşşems Habeşistan Kralı ile, Muttalib Yemenli emirlerle ve Nevfel de Fars ve Irak hükümetleri ile ticari anlaşmalar yaptı. Hatta Haşim İstanbul’a kadar gelip bugün Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yerdeki sarayda Bizans imparatoru ile anlaşmalar imzaladı.

    Bu başarılı ittifaklardan dolayı dört kardeş “mutaccirin” (tacirler) ismi ile meşhur oldu. Bölgede ticaret hızlı bir şekilde gelişti. Servet ve zenginliğin yanı sıra kültür ve medeniyette Arap çöllerinde büyük gelişim gösteriyordu. Çevredeki devletler ve kabileler ise, kendileriyle olan ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere “Ashab-ı İlaf” (ülfet ilişkisi sahipleri) diyorlardı. Kureyşlilerin, Şam, Mısır, Irak, ve Habeşistan ile olan “sıfır sorun” politikası Kur’an-ı Kerim’de de Kureyş Suresi’nde övüldü.

     

    FİL SURESİ VE KÜRESEL İTTİFAK

    Bölgedeki ticaret yolları üzerinde duran Arap yarımadası aynı zamanda jeopolitik bir öneme sahipti. Bölgenin süper güçleri Hristiyanlık ve Zerdüştlüğü yaymasına rağmen Kureyşlilerin bulunduğu bölgedeki Kâbe’ye ticaretin bölgeye kayması ile birlikte ilgi daha da arttı. Yemen ve Şam’da büyük kiliseler inşa edilmesine rağmen insanlar Mekke’deki Kâbe’ye ilgi duyuyordu. Kureyşlilerin bu gelişme ve ilerlemesi karşısında o asrın süper güçleri endişeye kapıldı ve bunun engellenmesi için harekete geçti. İlaf (ittifak) dönemi süper güçlerin oyunları ile bozulmuş ve bölge adım adım kargaşaya doğru sürükleniyordu.

    Fars ve Bizans imparatorlukları hem asker hem de donanmaları ile Habeşistan kralına destek verecek, o da oluşturduğu ordunun başına, yardımcısı ve aynı zamanda em önemli komutanı olan Habeşçe Ebrehe adı verilen Arapça İbrahim olarak telaffuz edilen bedbahtı getirecekti.

    Habeşistan Krallığı, deniz kuvvetlerine sahip olmadığı için Bizans imparatorluğu gönderdiği donanma ile Habeşistan’ın on binlerce askerini Cibuti üzerinden Yemen sahillerine çıkardı. Bunların yanı sıra, Farslar Irak ve Fars körfezi üzerinden Arap yarımadasını kuşattı. Rumlar ise Akdeniz ve Kızıldeniz’deki donanmaları ile Arapların ticaretine son vermişti. Sıra, Bizans’ın büyük desteğini alan Habeşistan’a gelmişti. Habeş ordusu Yemen’i alacak ve sonra Mekke’ye gidip Kâbe’yi yıkacaktı. Ebrehe’nin M. 543’te Yemen’de inşa ettiği Sedd-i Mağrib Rum Kayseri, İran Şah’ı, Hire ve Gassan Şahlarının elçilerinin katılması ile törenle açılmıştı. Bu kitabe bugün halen vardır.

    Yemen’de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Bizans’ın ve onun müttefiki Habeşistan krallığının planları doğrultusunda gerçek amacını uygulamaya koymak üzere harekete geçen Ebrehe, dönemin zırhlı araçları filler ve on binlerce askeri ile Yemen’den Mekke’ye doğru hareket etti. Hedefi hem Hristiyanlığı yaymak hem de ticaret yollarını Arapların ellerinden almaktı. Ebrehe’nin koca ordusu ve dev filleri karşısında mukavemet edemeyeceğini anlayan Kureyşliler, “Kâbe’nin bir Rabbi’i var ve O, bu evi koruyacaktır” deyip dağlara çekildi ve olup bitenleri izlemeye başladı.

    Ama bir mucize gerçekleşti. Allah’ın kudretinin bir mucizesi olarak Ebabil kuşları Ebrehe’nin 70 bin kişilik koca ordusunu taşladı ve helak etti. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yol boyunca her tarafta Ebrehe’nin ölü askerleri vardı. Kur’an-ı Kerim’de Fil Suresi bu olayı anlatır. Kâbe’nin Allah’ın evi olduğuna inanan Arapların, Kureyş’e olan güvenleri daha da arttı. Böylece yaz ve kış bölgede ticari seferler yoğunlaştı. Yaz Şam ve Filistin’e, kış ise güney Arabistan’a ve Yemen’e kafileler hareket ediyordu. Hz. Peygamberin dedelerinden Haşim yine bir ticaret için gittiği Filistin’in Gazze şehrinde hastalandı ve orada vefat etti.

    Ebrehe o zamanlar mukaddes şehir Mekke’yi fethedip Kâbe’yi yıkmayı başarabilseydi, sadece Kureyş’in değil, Kâbe’nin de güvenilirliği kaybolacaktı. İslam öncesi dönemde bile bu Ev’in Allah’a ait olduğunu kabul eden Arapların Kâbe’ye olan güvenleri sarsılacaktı. Çevre kabilelerin, Kâbe’nin hizmetkârı oldukları için Kureyş’e duydukları güven bir anda yok olacaktı. Habeşliler Mekke’yi ele geçirselerdi, Bizanslılar Şam ve Mısır’a giden ticaret yoluna hâkim olacaklardı. Böylece Sıfır Sorun Politikası bitecek ve Arap yarımadasının durumu dört kardeşin yürüttüğü siyasetten önceki durumdan daha kötü bir hal alacaktı.

    Bizans İmparatoru’nun, Mısır ve Şam üzerinde hâkimiyet sağladıktan sonra, doğu Afrika, Hint kıtası ve Endonezya gibi ülkelere yönelmesinin nedeni, Bizans ile bu ülkeler arasındaki ticarette asırlardır rol alan Arapların aradan çıkarılarak Bizans’ın ticaret yoluna tek başına hâkim olmak istemesidir. Böylece, Arap tacirlerin aradan çıkarılması ile bu ülkelerle doğrudan ticaret yapma imkânı doğacaktı.

     

    HABEŞİSTANLI PRENSES VE MÜEZZİN BİLAL

    Habeşistan ordusunun yüksek rütbelileri, genç kız ve kadınlarını da yanlarında getirmişlerdi. Savaş esnasında yolculuğun tadını çıkarmak ve ona renk katmak için ayrıca çalgıcılar, şarkıcılar ve dansözler de programa alınmıştı. Yanlarına aldıkları bu güzel hanımları, kızları ve cariyeleri, çölde ve Kâbe etrafındaki şehirlerde yaşayan haşin Araplara kaptıracaklarını akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi.

    Habeşistan kralı, prenses kızını da savaşı kazanması halinde Ebrehe ile evlenmesi için Ashab-ı Fil ile göndermişti. Ordusuyla birlikte Mekke’ye giren Ebrehe, Kâbe’ye herhangi bir zarar vermediği gibi, Mekke’den muzaffer bir şekilde, başı dik olarak da ayrılamadı. Bilakis hezimete ve bozguna uğrayarak, çeşitli felaketlere maruz kalarak ayrıldı. “Ebabil Kuşları” onları kahrı perişan etti. Çil yavrusu gibi sağa ve sola kaçışan Ebrehe’nin ordusunun üzerine Ebabil kuşları,  ateşte pişirilmiş tuğlalar türünden taşlar yağdırıyordu. Yaralı olarak Yemen’e kaçan Ebrehe orada da uzun yaşayamadı.

    Habeşistan prensesi ise ganimet toplayıcısı Has’amlı Suheym b. Süheylin eline köle olarak düştü. Süheyl, prensesi Halef b. Vehb’e hediye etti. Habeşistan ordusunun helâkını gören Halef de Allah’ın gazabına uğramamak için kötü muamele etsin diye güzel Habeşistan prensesini yine Habeşistanlı olan azatlı kölesi Rabah ile evlendirdi. Köle ruhlu olan Rabah ülkesinin prensesine hizmette asla kusur etmedi. Günler ve haftalar böyle geçti. Rabah, ülkesinin prensesine asla dokunmadı. Sonra aralarında aşk zuhur etti ve Rabah’ın prenses ’ten bir çocukları oldu. Adını Bilal taktılar. Yani Bilal b. Rabah el-Habeşi. Sonradan İslam’ın ilk müezzini olacak Bilal-i Habeşi idi o.

     

    ORTADOĞU VE DİN’İN JEO-POLİTİĞİ

    İngiltere’nin 19. yüzyılda “Middle-East” (Ortadoğu) olarak isimlendirdiği bu coğrafya en çok peygamberin geldiği yer olarak da bilinir. Dünyamızın en büyük dinleri de doğal olarak yine bu coğrafyada doğmuştur; İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük veya Süryanilik gibi kadim inançlar bu coğrafyanın bereketidir. İster siyasi, ister ekonomik olsun, bu bölgede yapılan her eylemin arkasında dinin mutlaka bir rolü vardır. Kur’an’ın övdüğü ilaf (sıfır sorun) politikasına katkıda bulunacak her adım bazı kötü emellerin müdahalesine uğrayacaktır. Çünkü bu kötü emelleri barındıran Dünyanın süper güçleri barış veya huzur halinde bu coğrafyanın güçleneceğini tarihi vesikalardan dolayı iyi bilirler. Bu yüzden bu bölgede barış yerine kaosu tercih ederler. Maddi güç veya silah teknolojisi açısından ne kadar zayıf olursa olsu, galip gelmek bu bölge insanlarının, huzur ise bu coğrafyanın tabiatında vardır.

    Son günlerde Suriye’de tanıklık ettiklerimiz veya daha önce Irak’ta, Afganistan’da gördüklerimiz Ebrehe’nin ordusunun emelleri ile aynıdır. Ve bugün ki saldırılar, geçmişte yapılan saldırılarla aynı hüviyeti taşımaktadır. Bu hüviyetin çerçevesinde ticaret yollarını, ticari kaynakları ele almak olduğu gibi, bölgeyi siyasi olarak kontrol altına almak ve kendi inançlarını bu bölge halkına dayatmak da vardır.

    Kur’an-ı Kerim Hz. Musa’nın kıssasında Allah yolunda savaşmayanları lanetlerken Fil Suresindeki Ebrehe kıssasında ise elinden geleni yapmış olanlara Allah’ın yardım vaadinin hak olduğu garantisini veriyor. Bu yazdıklarım çağımızın Müslümanlarına mücadeleyi bırakın mesajı değil, Allah’ın vadettiği zafer için sonuna kadar mücadele edin mesajı vermektedir.

    Tarihi okuyarak bu coğrafyada at koşturmak isteyen zalimler yine tarihin not ettiği bir noktayı es geçiyorlar. Bu kadim coğrafya hem intikam ahdi, hem de vefa duygusu ile nam salmış bir coğrafyadır. Bölgede kan isteyen kanında boğulmuş, huzur isteyene de Hz. Allah ahdi üzere huzuru vermiştir. Bugün ikisi için de birbirileri ile savaşanların galibini belirleyecek olan Allah’tır. Ve zalimlerin tarihten almadıkları ve asla almayacakları tek ders budur.

  3. BATI, Terör Oyunu ve İhvan-ı Muslimin

    Leave a Comment

    İHVAN-I MÜSLİMİN BİR TERÖR ÖRGÜTÜ MÜ? BATI, TERÖR OYUNU VE İHVAN-I MÜSLİMİN

    20. yüzyılın önemli Müslüman düşünürlerinden Dr. Seyyid Kutub, 1948 yılında, Mısır hükümeti tarafından sözde Milli Eğitim alanında müfredat araştırması yapmak üzere ABD’ye gönderilir. Orada iki yıl kalan Kutub, 1949 yılında bir ameliyat geçirir. Hastanede yattığı bir gün, hastane dışında bazı insanların ve hastanedeki hemşirelerin kutlama yaptığını görür. Hemşirelere, hangi bayramı kutladıklarını sorar. Onlar da bayram kutlamadıklarını, Mısırlı Hasan el-Benna’nın şehid edilişini kutladıklarını söyler. Sözleri karşısında dehşete kapılan Kutub, kendisinin bile henüz tam tanımadığı bir Mısırlının ABD’de oluşturduğu yankıdan çok etkilenir. Mısır hükümeti, hakikatte Kutub’dan kurtulmak için onu sözde bir görevle ABD’ye gönderir. Bu büyük düşünürün ülkesine döndüğünde belki değişeceğini umut etmektedirler. Ancak Seyyid Kutub, Amerika’dan eski kimliğinden daha sağlam bir kimlikle ülkesine dönmüştür.

    Ülkesine avdet ettiğinde, Hasan el-Benna ve kurduğu cemaati İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’i inceler ve bu hareketten ciddi manada etkilenir ve ona intisap eder. 50’li yıllarda Hasan el-Benna’nın “inşâ eden, bina eden” manasına gelen el-Benna soyadından hareketle kaleme aldığı “Hasan el-Benna ve İnşâ (Bina) Dehası” adlı makalesinde şunları not düşer: “Bazı zamanlar öyle gelip geçici tesadüfler olur ki, sanki onlar daha önce takdir edilmiş bir kaderin, ezeli kitapta önceden yer almış bir hikmetin eseridirler. Hasan ‘el-Benna…’ Onun bu lakabı alması sadece bir tesadüfün sonucudur. İyi ama bu nasıl bir tesadüfün sonucu olabilir. Bu zatın inşacı/usta bir inşâcı olduğu ve hatta inşâcılığın da dehası olduğu büyük bir hakikat olarak ortada dururken… İslam inancı pek çok dâvetçi tanımıştır. Fakat dâvet başka inşâ başka şeydir. Her dâvetçi inşâcı olamadığı gibi, her inşâcıya da bu büyük inşâ dehası armağan edilmemiştir. Bu büyük yapı… Müslüman Kardeşler… Cemaatler kurmadaki büyük dehanın örnek eseri!”

    “El-Benna gittikten sonra bile büyümesini, gelişmesini sürdüren inşâ dehasının eseridir bu!” diyen Kutub, makalesinin sonunda şunları not düşer “İslam düşüncesiyle Müslüman Kardeşler binası birbirine öylesine karışmış, öylesine birbiri olmuştur ki, onları ne tarih ayırabilir, ne de bugün ya da yarın herhangi biri!”

    İşte! Üstad Seyyid Kutub’un bu makaleyi yazmasının üzerinden yarım asır geçti ve bugün, dünya halen Müslüman Kardeşler Cemaati’ni konuşuyor. Cakarta’dan Tanca’ya, ABD’den Avrupa’ya herkes Müslüman Kardeşler hareketini tartışıyor. Kimisi Mısır cuntası gibi İhvan’ı terörizmle itham ediyor, kimisi de İslami cemaatlerin anası olan bu hareketin ümmetin gözbebeğin olduğunu savunuyor.

    Osmanlı sonrası yetim kalan ümmetin yeniden dirilişi için umut olan Müslüman Kardeşler cemaati, İslam ülkeleri haricinde Latin Amerika’dan Avrupa’ya, ABD’den Avustralya’ya ciddi olarak intişar etmiş bir harekettir. Islah ve ihya eksenli bir çalışmayı kendine örnek edinen İhvan, Mısır cuntası ve cuntanın asıl hamisi BAE tarafından bugün terörizmle itham edilmektedir. Hatta geçen hafta ABD Temsilciler Meclisi Adalet Komisyonu, Müslüman Kardeşler hareketinin terör örgütü olarak tanımlanmasını isteyen tasarıyı kabul etti. Mısır ve BAE’nin Temsilciler Meclisi’nden bu tasarının çıkması için ABD’deki birçok düşünce kuruluşlarına (think tank) milyon dolarlarca para aktardıkları medyaya düşen haberler arasında.

     

    İHVAN ŞİDDETE BULAŞTI MI?

    Müslüman Kardeşler Cemaati toplumsal ve kültürel bir hareket olarak 1928 yılında kuruldu. Kurucusu Hasan el-Benna, bir öğretmendi. Süveyş Kanalı Şirketi’nde çalışan 6 arkadaşıyla birlikte bu hareketi başlattılar. İhvan, İslami ve insani ilkeler esasında kurulmuştu. Ama kısa sürede Mısır başta olmak üzere birçok Arap ülkesinde geniş kitlelere ulaşması sonrasında sömürgeci güçler ve onların piyonları tarafından şer odağı olarak tanımladılar. Cemaat mensupları hapishanelere atıldı, işkencelerden geçirildi ve idam edildiler. Bu baskılar sonucu ihvan, zorunlu olarak yarı illegal bir faaliyeti tercih etti. Ama sessiz ve sakın olarak yürüttükleri çalışmalar sonucu, hem sayıları arttı hem de nüfuzları.

    Soğuk Savaş’ın iki süper gücü ABD ve Rusya, Mısır’da yönetimi ele geçirmek için ciddi çıkar savaşı veriyordu. CIA ve KGB ajanları ülkenin başkentinde cirit atıyorlardı. Bu istihbarat örgütleri, çeşitli manipülasyonlar üreterek akıl karıştırıcı söylemler yayıyorlardı. Emperyalist ajanlar yaptıkları suikastları veya bombalı eylemleri İhvan’a yıkmaya çalışıyorlardı. 1954 yılında Kahire’de meydana gelen ve birçok kişinin ölümüne neden olan bombalı eylemlerin arkasında da Mossad çıkmıştı. İhvan’ın üzerine yıkılmak istenen terör eylemleri, deşifre olduktan sonra tarihe “Lavon Olayı” olarak geçecekti. 1948 yılında öldürülen Mısır Başbakanı Nukraşi Paşa’nın da İhvan tarafından suikasta maruz kaldığı iddia edildi. Ancak Hasan el-Benna, derhal suikastı kınayan bir açıklama yayımladı ve İslam’ın terörle bağdaşmadığını vurguladı.

    İhvan’ın tarihini ve öğretisini bilenler cemaatin bugüne değin asla şiddete buluşmadığını çok iyi bilirler. İhvan sadece, Siyonist örgütlerin İsrail devletini ilan etmeye hazırlandığı 1947 tarihinde Filistin’de savaşmak üzere özel bir gönüllü grubu oluşturmuştu. Bu gönüllü grubu da diğer Müslüman ülkelerden gelen başka gruplarla birlikte Filistinlilere yardım etmek üzere gönderilmişti. İhvan’ın bunun dışında silaha asla başvurmadığını herkes bilir. Ama düşmanları tarafından yazılan İhvan tarihine baktığınızda şiddetin daha ötesinde iftiralara tanıklık edersiniz. Fakat bunların tümü de hayal ürünüdür.

     

    EL KAİDE VE İHVAN ARASINDA BAĞ VAR MI?

    Müslüman Kardeşler ’in günümüzdeki önemli liderlerinden Dr. Yusuf Neda, “İhvan’ın İçinden” adlı kitabında cemaatin savaş ve şiddeti reddettiğini şöyle açıklar: “Bugüne kadar Mısır’da iktidara gelen bütün hükümetler İhvan’ı hedef aldı. Üyelerini zindanlara doldurdu. Tutukladılar. Çok ağır işkencelere tabi tuttular. İdam ettiler. Mallarına el koydular. Faaliyetlerini durdurdular. Hareketi bitirecek türden her çeşit yöntemi devreye soktular. Ama cemaat bu tür uygulamalara şiddetle karşılık vermek yerine her türlü zorluğu omuzlamayı kabul etti. Doğrudur, cemaatin içinden bir, iki veya on ya da daha fazla kişi cemaatin çizgisinin dışına çıkıp, şiddete başvurdu. Ama yapan İhvan cemaati değildi. Bilakis bunlar bireysel girişimlerdi. Hepsi de cemaatin çizgisi dışına çıkmış ve bağımsız hareket etmişlerdi.”

    Yusuf Neda, buna örnek olarak, hâlihazırda, el-Kaide lideri Eymen ez-Zevahiriyi örnek verir. Genç yaşlarda cemaatten ayrılan Zevahiri’nin şiddet yanlısı bir cemaat kurması sonrası, İhvan’ın cemaat mensupları ile Zevahiri arasında duvar ördüğünü belirtiyor. Zevahiri’nin de İhvan’a saldırdığını ve cemaati tekfir ettiğini ifade eden Neda, İhvan’ın el-Kaide’nin düşünce metodolojisine ve şiddeti yöntem olarak benimsemesine tamamen karşı olduğunun altını çiziyor.

    Batının el-Kaide ve terör örgütleri olayını çok abarttığını söyleyen ünlü Fransız tarihçi Jean Pierre Filiu, “El-Kaide, İslam ve Arap âlemi tarihinde görmezlikten gelinebilecek bir parantezden öte bir şey değildir. Bu tarihin bir zirvesi değil, bilakis tarihin akışı içinde uç vermiş bir çıkıntı düzeyindedir” der.

     

    ZORBALAR VE ÇİĞNENEN ULUSLARARASI HUKUK

    11 Eylül sonrası uluslararası hukuk alanında neler çiğnenmedi ki. Birçok ülke haksız yere bombalandı ve milyonlarca masum insan haksız yere katledildi. İsviçre kökenli Avrupa Konseyi eski raportörü Dick Marty, bugün batıda hazırlanan terör listelerinin uluslararası hukukun hiçe sayılması anlamına geldiğini kaydediyor. Listelerin değil, listelerin hazırlanmasını sağlayan sistemin sorunlu olduğunu belirten Marty, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne üye herhangi bir ülke terör listesine isim eklemekte hiçbir zorluk çekmediğini vurguluyor.

    Dick Marty, şunları kaydediyor: “Bütün yapılması gereken şey, (güvenlik konseyinin on beş üyesinden oluşan) yaptırımlar komisyonuna şu veya bu kişinin el-Kaide’yi ya da başka bir terör örgütünü desteklediğini haber vermektir. Bu bildirimde bulunan ülkenin bu haberi ispatlaması da zorunlu değildir. Böylece bir insan veya grup kendisine haber verilmeden ismini bu listelerde bulabilir. Ayrıca aleyhte dava açmasına da imkân verilmez. Kendisine yöneltilen suçlamanın ayrıntısını öğrenmesi de mümkün değildir. Sadece bunun devlet sırrı olduğu bildirilir. Aynı şekilde uygun bir otorite karşısında kendisini savunma imkânı da tanınmaz. Mesele tümüyle zorbalıktan, tam bir zorbalıktan ibarettir.”

    Yaptırımlar komisyonunda uzlaşmaların çoğu “istediğim ismi terör listesine yazmama imkan verirsen, zamanı gelince ben de terör listesine istediğin ismi yazmana yardımcı olurum” yöntemiyle sağlandığını ifade eden Marty, bu tür kara listelerin zorbalık yöntemiyle hazırlanması Batı ile İslam alemi arasında uçurumun gittikçe büyümesine yol açtığını belirtiyor. Kara listeler, CIA’nin uluslararası hava sahalarında yaptığı terör yolculuklarına ve gizli hapishaneler gibi yasa dışı yollara tevessül eden ülkelerle mücadele etme meşruiyetini veriyor.

     

    BATININ KİRLİ TERÖR OYUNLARINA TEPKİ ZAMANI

    Batı’nın asırlardır coğrafyamızda oynadığı oyunlar bu kez “terörle savaş” adı altında devam ediyor. Uluslararası hukukun ve insan haklarının bile para etmediği bu alanda, öyle bir noktaya gelindi ki, resmen İslam ile savaş ediliyor. Haçlı zihniyeti ile hareket eden bazı Batılı devletler, bu kirli terör listeleri sonucu İslam dünyasındaki tüm katliamlara göz yummaktadır. Mısır’da Sisi’nin bir günde Tahrir ve Nahda meydanlarında binlerce masum insanı öldürmesine göz yumuldu, Bangladeş’te Cemaati İslami üyelerinin idamına sessiz kalınıyor, Burma’da Müslüman kıyımı görmezden geliniyor, İsrail’in devlet terörüne destek veriliyor ve süper güçlerin Müslüman halkları hava saldırıları ve füzeler ile katletmelerine ses çıkarılmıyor.

    Nedeni ise çok basit çünkü öldürülenler Müslüman. Müslüman Kardeşler ve Cemaati İslami bugüne değin asla teröre bulaşmamasına rağmen kara terör listelerine alınıp, yok edilmelerine göz yumulması tamamen haçlı ruhunun yeniden nüksetmesidir. Osmanlı sonrası, biri Arap âleminde diğeri de Asya’da olmak üzere, İslam’ın yeniden dirilişinin öncüsü olan bu iki dini cemaati terörize etmeye yönelik tamamen İslam’a olan nefretin bir eseridir. Bundan dolayı da dünyadaki tüm Müslümanların uyanık olması ve Haçlı zihniyeti ile hareket eden Batı’nın bu oyununun bozulması için çaba sarf etmeleri gerektiğini unutmamak gereklidir.

     

  4. 10. Yılında Gazze Ablukası

    Leave a Comment

    BÜYÜK İSKENDER’DEN İSRAİL’E BİTMEYEN GAZZE KUŞATMASI

    Dünyanın en kadim topraklarından olan Gazze, 10 yıldır karadan, havadan ve denizden abluka altına alınmış durumda. Kenâniler tarafından MÖ. 15. asırda inşa edilen Gazze şehri, tarihi Filistin topraklarının yüzde 1.3’ünü oluşturuyor. Bugün hem coğrafi hem de siyasi olarak kuşatma altındaki özgürlük diyarı Gazze, milattan önce de Yunanlılar, Romalılar, Mısırlılar, Fenikeliler, Persler, Bizanslılar tarafından ele geçirilmişti.

    Fenikeliler (Kenanlılar) tarafından adlandırılan Gazze; Arapça, İbranice, Fransızca ve İngilizce kamuslarda “güçlü”, “güçlü yer”, “güçlüler diyarı” ve “güçlü kale” manalarına gelmektedir. Antik Mısırlıların ise, “Ghazzat” yani; değerli şehir adını verdikleri bu topraklar, Kudüs’e ulaşmak isteyenler için hep bir kapı olarak kullanılmıştır. Kudüs fâtihi Selahaddin Eyyubi de Gazze üzerinden geçip Kudüs’ü fethetmiştir. Araplar, Hz. Peygamber (sav)’in dedesi Haşim’in metfun olduğu Gazze’yi “Gaza Haşim” olarak anmaktaydı. Ünlü İslam alimlerinden İmamı Şafi’nin beldesi olan Gazze, aynı zamanda birçok İslam alimi ve düşünürünün doğup, yetiştiği yerdir. Osmanlı, 1917 yılında Gazze’de üç muharebe yaşadı. İngilizlere karşı verilen bu muharebelerde, biz kaybedince, o gün Kudüs, Filistin ve Arap coğrafyası elimizden çıktı.

    Filistin toprakları, 1948 yılında İsrail devleti kurulmadan önce, 1917-1948 yılları arasından İngiliz işgali altındaydı. Gazze şeridinin bugünkü sınırları da 1948’deki 1. Arap-İsrail Savaşı’nın ardından imzalanan İsrail-Mısır ateşkes antlaşmasıyla belirlendi. Bu savaşın ardından topraklarından çıkarılan Filistinlilerin önemli bir bölümü göçmen olarak Gazze’ye yerleşti. Bugün Gazze nüfusunun önemli bir kesimini bu göçmenlerin çocukları oluşturmaktadır. 1967 savaşında Mısır kontrolünde iken İsrail işgaline uğrayan Gazze, 1993 Oslo Barış Görüşmelerinin ardından Filistin nüfusunun yoğun olduğu bölgelerin Filistin otoritesinin kontrolüne verilmesi ile birlikte yeni bir statüye kavuştu. Fakat bu statü altında Gazze hava sahası ile bazı sınırların ve su kaynaklarının kontrolü İsrail’de kaldı. Bu durum, İsrail’in Gazze’den tek taraflı bir kararla çekildiği 2005 yılına kadar devam etti.

    DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIKHAVA HAPİSHANESİ

    5 bin yıllık tarihi boyunca sayısız trajedi yaşamış olan bu bahtsız kara parçasının, tarihte yaşadığı hiçbir şey, bugün tüm dünyanın gözü önünde yaşatılan acı kadar trajik değil. Gazze’ye uygulanan abluka/ambargo dünya tarihin nadir rastladığı olaylardandır. Günümüz tarihçileri ve uluslararası hukuk uzmanları bile bu acımasız ve barbar ablukayı anlamakta ve tanımlamakta zorlanıyor. İslam tarihçileri, Müslümanların benzeri ambargoyu tek Hz. Peygamber döneminde yaşadığının altını çiziyor.

    Birleşmiş Milletler (BM)’e göre, “dünyanın en büyük açıkhava hapishanesi” olan Gazze, dünyanın 5 kıtasına yayılan 2 milyar Müslümanın yani ümmetin yapamadığını yapıyor. Tarihin bu en acımasız ve en barbar ablukasına karşı bir avuç insan ile direniyor. Zilleti ve alçalmışlığı reddederek İsrail’in tanklarına, ABD ve İngiltere’nin Cobra ve Apache saldırı helikopterlerine, F16’lara, füzelere, havan toplarına ve ağır makinalı tüfeklerine karşı imanları ile mücadele ediyorlar. İsrail’in her türlü tahrik, soygunculuk, haramilik ve taşkınlığına karşı ilk Müslüman neslin öncüleri olan sahabeler gibi direniyor ve karşı koyuyorlar.

    Dünyanın en büyük açıkhava hapishanesinde Filistinlileri katleden İsrail’i sert bir şekilde eleştirenlerden biri olan uluslararası şöhrete sahip Princeton Üniversitesi hukuk profesörü Richard Falk, şöyle diyordu: “İsrail’in Filistin halkını artarak istismar etmeye devam etmesini anlatırken “Yahudi Soykırımı” gibi kışkırtıcı metaforlara başvurmak zorunda kalmak, Amerikalı bir Yahudi olarak bana bilhassa acı veriyor.”

    10 YILDIR SÜREN GAYRİİNSANİ ABLUKA

    İsrail, Hamas’ın 2006 yılındaki parlamento seçimlerinden başarıyla çıkmasının ardından, Gazze’ye abluka uygulamaya başlamış, gıda ve inşaat malzemeleri girişine kısıtlama getirmişti. ABD ve AB ülkelerinin de demokratik bir şekilde yapılan seçim sonuçlarını tanımamasının ardından El Fetih grubu, Gazze’de yönetimi ele geçirmeye çalışmışsa da Hamas’ın direnişiyle karşılaşmıştı. Roket saldırılarını ve Hamas’ın eylemlerinin sonlandırılması bahanesiyle Gazze’yi ablukaya alan İsrail’in, uluslararası tepkilere rağmen Gazze’ye yönelik ablukası 10 yıldır aralıksız devam ediyor.

    Gazze Şeridi’ndeki “Ambargonun Kırılması ve Yeniden İmar Komitesi”nin Sözcüsü Edhem Ebu Silmiyye, Gazze’ye günden güne artırılan abluka nedeniyle insanların günlük temel ihtiyaçlarının tehdit altında olduğunu belirterek, “İsrail ablukasının altında 10’uncu yılına giren Gazze’de durum felaket aşamasında” ifadesini kullandı. 1 milyon 950 bin nüfusa sahip olan Gazze’de 922 bin mültecinin (nüfusun yüzde 47’si) yaşadığını belirten Ebu Silmiyye, çocukların nüfusun kahir ekseriyetini oluşturduğu Gazze’de maalesef yüzde 50’sinin psikolojik tedaviye ihtiyaç duyduğunu belirtti.

    10 km genişliğindeki ve 45 km uzunluğundaki Gazze Şeridi’nin “dünyanın en yoğun nüfusa sahip bölgesi” olduğuna dikkati çeken Ebu Silmiyye, bölge halkının yüzde 80’inin hayır kurumlarından aldığı yardımlarla geçimini sağladığını aktardı. Gazze’de yoksulluğun yüzde 40’ı aştığını ve işsizliğin de yüzde 45 üzerinde olduğunu söyleyen Ebu Silmiyye, İsrail’in 2014 yılındaki son Gazze saldırılarında evleri yıkılanların çilesinin devam ettiğini kaydetti.

    Gazze’ye İsrail tarafından uygulanan ablukanın tamamen kaldırılması isteyen ve İsrail’in Filistinli sivillere yönelik saldırılarının önüne geçilecek önlemler alması için uluslararası topluma çağrıda bulunan Ebu Silmiye, “İsrail’in son saldırılarında Gazze Şeridi’nde 20 bin konutun tamamen yıkılması ve İsrail’in inşaat malzemelerinin bölgeye girişine izin vermemesi nedeniyle bugün 100 bin insan evsiz yaşıyor. Uygulanan abluka nedeniyle bugün Sağlık Bakanlığı’nın ilaçta yüzde 30 ve tıbbi sarf malzemelerinde ise yüzde 40 açığı vardır. Gazze’deki sağlık sektörü büyük oranda uluslararası yardım kuruluşlarının desteği ile ayakta duruyor. Ancak sınır kapılarının kapanması, söz konusu yardım kafilelerinin bölgeye ulaşmasını engelledi. Gazze’ye 2013’ten beri herhangi bir tıbbi yardım kafilesi giriş yapmadı” diye konuştu. BM Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRWA) ise, Gazze’de yüzbinlerce çocuğun ölümün eşiğinde olduğunu, yemek, ilaç ve hatta süt dahi bulamadığını sık sık açıklıyor. UNRWA, abluka altındaki Gazze’de yaşananların insanlık ve uluslararası toplum için utanç verici olduğunu ifade ediyor. Maalesef Gazze’de yaşanan bu utanç verici trajedi uluslararası medya tarafından kasıtlı olarak karartmaya tabi tutulmaktadır.

    İnsani ihtiyaçların dahi girişine izin verilmediği Gazze’ye, 10 yılda 4 büyük yıkıcı saldırı yapıldı, binlerce bina yerle bir edildi, şehrin alt yapısı da yıkıldı. İsrail’in abluka altındaki Gazze’ye havadan, karadan ve denizden düzenlediği saldırılarda binlerce Filistinli hayatını kaybetti ve on binlerce Filistinli yaralandı. İsrailli ünlü akademisyen Ilan Pappe, “Gazze dünyadaki başka şehirler gibi bir şehirdir, ancak İsraillilerin gözünde askerlerin en yeni ve gelişmiş silahlarla talim yaptıkları bir hayalete şehre dönüştü” diyor. Ayrıca, İnşaat malzemelerinin de girişine izin verilmeyen Gazze’de, soğuk kış şartlarında on binlerce insan naylondan ve tahtalardan örülmüş baraka evlerde yaşamlarını idame ettirmektedirler.

    DÜNYA TARİHİNİ EN UZUN ABLUKASI

    Abluka bir savaş yöntemidir. Kadim dönemden bugüne birçok imparatorluk ve devlet tarafından kullanılmıştır. “Bloke edilmiş” anlamına gelen İtalyanca “blocatto” sözcüğünden türeyen “abluka” terimi; “bir devletin, bir şehrin veya stratejik bir yerin, dışarı ile olan her türlü bağlantısının zor kullanarak kesilmesi; etrafının sarılması” demektir. Abluka, yakın ve uzak olmak üzere iki çeşittir. Yakın abluka askeri veya stratejik, uzak abluka iktisadi ve ticari harbin etkili bir vasıtasıdır.

    Dünya tarihinde birçok şehir ablukaya alınmış ve kuşatılmıştır. Bunlar ya aylarca ya da birkaç yıl sürmüştür. Fakat tarihteki hiçbir abluka Gazze ablukası kadar uzun olmamıştır. Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) Genel Komiseri Pierre Krahenbühl de, “Gazze ablukası tarihin en uzun süreli ablukası. Bu abluka bir çeşit toplu cezalandırma” demişti. Krahenbühl ayrıca, “Gazzelilerin sadece onur, özgürlük ve insanca yaşama isteklerine odaklanmamız gerekiyor. Filistin topraklarında ve özellikle de Gazze’de yaşanan insani durumun ne derece kötü olduğu ortada ve herkes için gayet açık” diye konuşmuştu.

    Noam Chomsky ve Ilan Pappe’nin beraber hazırladığı “Yaşamla Ölüm Arasında Gazze” adlı kitapta, şunu not düşüyorlardı: “İsrail, Gazzelileri ablukaya alarak ve büyük bir hapishaneye kapatmanın sorunu uzun bir süre için çözeceğini varsaymıştı; ancak bu varsayımları yanlış çıktı. Dolayısıyla yeni bir strateji arayışını girdi. Bu stratejinin acı sonuçları Ocak 2009’da ortaya çıktı; uluslararası toplum öfkeli ama etkisiz bir tepki gösterdi. Bu uluslararası öfkenin başlıca yan ürünü, Goldstone Raporu oldu. Bu rapor, çok temkinli ve sınırlı olmakla birlikte, savaş hali bittikten sonra İsrail’in geride bıraktığı kıyımın boyutlarını gayet iyi özetliyordu. Fakat uluslararası toplum bu acımasız politikaların ve bu politikaların kaynağının nedenlerini pek araştırmadı.”

    BÜYÜK İSKENDERİN GAZZE ABLUKASI

    Kadim dönemlerde önemli bir ticari merkez olan Gazze, Mısır-Suriye arasındaki kervan yolu üzerinde kalıyordu. Antik Mısır kalesinin inşa edildiği 5 bin yıl öncesine giden yaşam belirtileri taşıyan Gazze buna benzer bir çöküntüyü antik zamanlarda yaşamıştı. Milattan Önce 2250 dolaylarında Gazze bölgesinde bilinmeyen bir sebeple büyük bir uygarlık çöküntüsü yaşandı, şehirler yıkıldı. Milattan Önce 1650’de Mısır Kenanlı Hiksoslar tarafından işgal edildiği dönemde şehir ikinci kez inşa edildi. Hyksoslar bölgeden çıkarılınca kent yıkıldı ve Milattan Önce 15. yüzyılda yeniden kuruldu.

    Daha sonra Mısır egemenliği dönemlerinde geçici refah evreleri yaşayan Gazze, Milattan Önce 332 yılında beş ay süren zorlu bir kuşatmanın ardından Büyük İskender orduları tarafından fethedildi. Gazze, İskender’in yönetimine sıcak bakan komşu Bedevilerin yönetimine verildi. İskender şehri bir şehir devlet gibi düzenledi ve Helenik öğrenme ve felsefe merkezi olarak itibar kazanan Gazze’de Yunan kültürü kök saldı.

    İsa’nın doğumuna yaklaşık yüzyıl kala kent, Hasmonean Kralı tarafından işgal edildi ve halkı katledildi. Roma, Gazze’yi alıp yeniden inşa ettikten sonra kent 600 yıl boyunca bir refah ve huzur dönemi yaşadı. 635 yılında İslam ordularının şehre girmesiyle Müslüman kenti olan Gazze, sonraki dönemlerde Haçlılar tarafından tahrip edildi. Kent, Müslümanların yönetimi altında Haçlı Seferleri’ne kadar yine zengin bir dönem yaşadı. Kentte ticari ve kültürel faaliyetler arttı.

    Haçlı Seferleri’nden sonra kent civarında kurulan kale Tapınak Şövalyeleri’ne verildi. Kent, Selahattin Eyyubi’nin kuvvetleri tarafından 1187 yılında geri alındı. Derken 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı. Yavuz döneminde fethedildiğinde kent doğal afetler ve yağma yüzünden bir köy haline dönmüştü. Osmanlı döneminden sonra Birinci Dünya Savaşı ile İngiliz kontrolüne geçen şehir 1948’de İsrail devleti kurulduktan sonra Filistinlilerin göç şehri oldu.

    GAZZE’NİN ÇALINAN DOĞALGAZI

    Alternatif enerji kaynağı araştırmalarına ve geliştirilen teknolojilere rağmen petrol ve doğalgaz önemini bugün halen korumaya devam ediyor. Ekonomisi büyüyen ülkelerin enerji ihtiyacı da büyüyor. Bu sebeple ucuz enerjiye ulaşım kadar sürdürülebilir bir tedarik güvenliği de bir o kadar büyük önem arz ediyor.

    1999 yılında Gazze’nin 15 mil (36 km) açığında British Gas Group (BG) tarafından doğal gaz kaynakları tespit edildiğinde, dünya enerji devlerinin gözü Gazze’ye yöneldi. BG, 1999 yılında Arafat yönetimiyle bir anlaşma imzaladı. Gaz, deniz altından Gazze’ye taşınacak, buradan satılacaktı. İsrail o tarihlerde Gazze’den doğal gaz almayı reddederek bu anlaşmanın hayata geçmesini engellemişti. Ardından da Gazze’yi denizden ablukaya alınca doğal gaz kaynaklarının işletilmesi mümkün olmamıştı. İsrail abluka adı altında, Gazze sınırındaki doğal gaz kaynaklarını çalmaya devam ediyor.

    İsrail ve Gazze açıklarında iki şirket faaliyet gösteriyor. Biri BG ki Gazze açıklarındaki sahaların ruhsatlarına sahip, diğeri halen İsrail’in gazını çıkarıp satan Noble Energy. Noble Energy geçen yıllarda Kıbrıs açıklarında 88 milyar metreküp doğal gaz rezervi bulduğunu açıklamıştı. Amerika Birleşik Devletleri Jeolojik Araştırma Ajansı (United States Geological Survey – UNGS),Türkiye’nin güneyinden Filistin Gazze Şeridi kıyılarına kadar olan bölgede 122 trilyon kübik feet doğalgaz rezervi bulunduğunu tahmin etmektedir.

    Ortadoğu Dörtlüsü olarak bilinen ABD, BM, AB ve Rusya’nın temsilcisi İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair’in 2014 yılında Mısır’ın darbeci Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi’ye danışmanlık yapmasının da doğal gaz rezervleri ile ilgili olduğu belirtiliyor. İngiliz The Guardian gazetesine göre ise, Blair Sisi’ye, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından finanse edilen bir program çerçevesinde iş fırsatları ve ekonomik reformla ilgili danışmanlık yapmak için anlaşma yaptı. Tony Blair’in bu çabası masrafları Mısır tarafından değil de, BAE tarafından karşılanması şaşırtıcı değil.

    Binaenaleyh söz konusu olan doğalgaz olunca Almanya, Fransa, İngiltere vs. Avrupa ülkeleri için; Gazze’de İsrail katliam yapmış, bağımsız Filistin’i çiğnemiş, uluslararası barışı tehdit etmiş pek umurlarında olmuyor. Bilakis, İsrail’in Filistinlileri sürmesi ve öldürmesi küresel enerji tekellerinin arzuları ile örtüşmüş oluyor. Olan bizim Filistinli mazlum kardeşlerimize oluyor. Sömürgeci Batı ülkelerinin petrol veya doğal gaz söz konusu olduğunda hak, hukuk, adalet, insan hakkı gibi bütün insani değerleri unuttuğu bilinen bir vakıa. İnsani değerleri unutmak bir tarafa her türlü katliamı, soykırımı icra etmekten çekinmeyecekleri bilinen bir gerçek. Son birkaç yüzyıl bunun en acı örnekleri ile dolu.

    İSLAM TARİHİNDE İLK ABLUKA

    Nübüvvetin 7. senesinde ve Muharrem ayının ilk günlerinde Mekkeli Müşrikler parlamentoları Daru’n Nedve’de bir araya gelmiş ve bir türlü önüne set çekemedikleri İslam’ı daha beşiğinde iken büyümeden boğma kararı almışlardı. Alınan kararlardan bazılarında şunlar yazılıydı; “Müslümanlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiçbir mal satılmayacak, hiçbir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir. Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.” Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahitname Kâbe duvarına asılarak yürürlüğe kondu. Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değildi.

    Dönemin amansız İslam düşmanları, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı. Bölgenin dışına çıkan her Müslümanı yakalayınca O’na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlardı. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip “Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre” diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatlar vererek rakamları şişiriyorlardı.

    Ebu Talib Mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu. Çocuk ağlamalarından durulmuyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hatice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar. Başka bir imkân kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Hatta öyle ki, Peygamberimiz ve Ashab-ı Kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlardı. Günler, aylar ve yıllar geçti kuşatma kaldırılmadı.

    Ambargo altındaki Müslümanların bu hâli merhamet sahibi bazı müşrikleri çok üzüyordu. Ablukayı delmenin yollarını arıyorlardı. Bu vicdanlı Müşriklerden bazıları geceleri sessizce bir parça yiyeceği Müslümanlara götürüyordu. Ancak yakalananlar dayaktan geçiriliyordu.

    Kimileri de develerine ve atlarına yiyecek yükleyip Müslümanların abluka altında olduğu mahalleye salıp böylece boykotu delmeye çalışıyordu. Bunlardan biri Hişam B. Amr b. Rebia idi. Yiyecek yüklü birkaç deveyi Şib-i Ebu Talib mahallesine salarak delmeyi düşünüyordu fakat müşrikler tarafından yakalanıp öldürülmek istendiği sırada, Ebû Süfyan, “Bırakınız adamı! Şib’deki akrabalarına iyilik etmiştir. Vallahi keşke biz de, onun yaptığı gibi onurlu bir iş yapsaydık, bizim için ne güzel olurdu” diyerek bu zatı müşriklerin elinden kurtardı.

    Müslümanlara uygulanan ambargo dayanılmaz hale gelmiş ve tüm Mekke sokaklarında konuşuluyordu. Vicdanlı ve merhamet sahibi müşrikler bu abluka karşısında sessiz duramıyor ve boykotu delmek için çırpınıyorlardı. Ambargonun dördüncü senesinde sabırları taşan bir grup vicdanlı Müşrik, hem Kâbe’ye asılan boykot kararını yırtıp attı hem Şib-i Ebu Talib’e gidip açıktan Müslümanlara yardım etti ve ablukanın bittiğini ilan ettiler.

    MISIR CUNTASI GAZZE’NİN NEFES BORULARINI KESTİ

    Gazze’deki ablukanın sonuçlarından sadece İsrail’i sorumlu tutmak doğru olmaz. Ablukaya katılan ve Gazze’nin dünya ile tek irtibatı olan Refah sınır kapısını kapatan Mısır rejimi de bu insanlık ayıbının ortaklarından birisidir. Mısır’ın ta baştan beri ablukaya uyması ve tüneller konusunda İsrail ile uyumlu bir işbirliği içinde olması durumu daha vahim hale getirdi.

    Mısır tarihin seçilen ilk sivil lideri olan Muhammed Mursi’nin 1 yıllık iktidarı döneminde biraz da olsa nefes alan Gazze, Abdülfettah Sisi’nin cunta rejimi altında Gazzeliler tarafından nefes boruları olarak adlandırılan tüneller de kapatıldı. Mısır’ın cunta rejimi, Gazze sınırını insandan arındırdı. Bedevileri oradan çıkardı. Akdenizden taşıdığı su ile tünellere su doldurdu.

    Gazze’nin iki kara sınırı ile deniz sınırı İsrail tarafından kapalı. Güneydeki kara sınırını ise Mısır kapalı tutuyor. İsrail’den Gazze’ye iki ana geçiş var, biri Erez diğeri Kerem Şalom kapıları. Erez, halk için kullanılırken Kerem Şalom da yardım tırları için kullanılıyor. İsrail, Gazze’ye gıda ve ilaç yardımını kısıtlı olarak sokulmasına izin veriyor. Ancak Mısır’ın cunta rejimi, 2015 yılında Refah sınır kapısını sadece 24 gün süre ile açtı.

    MAVİ MARMARA VE VİVA PALESTİNA

    2006 yılından beri abluka ve boykot altında olan Gazzelilere yardım etmek için dünyanın muhtelif ülkelerinden Budist, Hıristiyan, solcu ve liberal yüzlerce siyasetçi, akademisyen ve öğrenci yola koyuldu. Gazze’ye uygulanan bu barbar ve vahşi ablukayı protesto için yola koyulan konvoylar bazen Viva Palestina (Yaşasın Filistin) bazen de “Şereyanü’l Hayat” (Hayat Damarları) olarak adlandırıldı. ABD’den Japonya’ya, Fransa’dan Endonezya’ya Londra’dan Fas’a, Yemen’den Latin Amerika’ya  dünyanın dört bir yanından vicdanlı insanlar gönüllü olarak bu konvoylara iştirak etti.

    Bu konvoylarda en ses getireni ve Türkiye Müslümanlarının kurur kaynağı olan İHH’nın öncülüğünde başlatılan Mavi Marmara gemisiydi. İsrail tarafından abluka altında tutulan Gazze Şeridi’ne insani yardım götürmek üzere organize edilen Gazze Yardım Filosuna yönelik olarak İsrail silahlı kuvvetlerince gerçekleştirilen saldırı neticesinde, dokuz vatandaşımız şehit oldu ve pek çoğu da yaralandı. En yakın sahil noktasına 72 mil, İsrail’in uyguladığı gayri meşru deniz abluka sahasına 64 mil uzakta uluslararası sularda gerçekleştirilen bu saldırı, uluslararası hukuk açısından birçok sorunu da beraberinde getirdi. Ve bu konudaki tartışmalar halen devam etmektedir.

    Yardım konvoyuna yapılan saldırının ardından Türkiye’nin de baskısıyla uluslararası kamuoyu nezdinde zor duruma düşen İsrail, ablukayı kısmen gevşetme kararı aldı. Bu gevşetme kararının uluslararası aktörlerce şüphe ile karşılandığını (özellikle Türkiye tarafından) ve çok fazla kabul görmediğini belirtmek gerekiyor. Özellikle sivil toplumdan gelen tepkiler, sosyal medyada yayılan tartışmalar ve yardım konvoyuna yapılan saldırının ardından Türkiye’nin girişimleriyle uluslararası örgütler düzeyinde ablukanın tartışmaya açılması gibi gelişmeler İsrail’in Gazze kuşatmasını hafifletmesi sonucunu doğurdu.

    ABLUKAYI KIRAN TEK GÜÇ TÜRKİYE

    Türkiye baştan beri İsrail’in orantısız güç kullanmasına ve uzlaşmaz bir tavır sergilemesine karşı olduğunu hep ortaya koydu. Gazze ablukasının dünyaya duyurulmasında da çok önemli rol oynayan Türkiye, ablukanın kaldırılması için de ciddi mücadele ediyor. Son Gazze saldırısı ve ablukanın insani dram boyutu, Ortadoğu ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkilerini düzelten Türkiye açısından Gazze kuşatmasını kabul edilemez kılıyor.

    Filistin sorunun çözümü için öncü rol oynayan Türkiye’nin, Mavi Marmara sonrası İsrail ile ilişkilerin düzelmesi için üç şartı vardı, özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması. Özür dileyen İsrail, tazminatta da 21 milyon Dolar’a kadar çıktı. İsrail, ablukayı tamamen kaldırmayı şimdilik reddediyor ama bununla ilgili ablukanın esnetilmesi gibi formüllerin konuşulduğu ifade ediliyor.

    Ablukanın hafifletilmesi noktasında Türkiye’nin diplomatik girişimleri oldu ve bunda da başarı sağlandı. 2014’deki saldırıların ardından TİKA, Gazze’ye girerek yıkılan cami ve hastane gibi binaların onarımını gerçekleştirdi. Kızılay, Gazze’ye sağlık malzemeleri soktu. Bunun yanı sıra Gazze’de Türkiye adına çok sayıda yardım faaliyetine de imza atıldı. Gazze’de ofisi bulunan İHH’nın bölgedeki faaliyetleri ve yardımları Mehmet Kaya bey tarafından halen aralıksız yürütülmektedir.

    GAZZE UNUTULMAMALI

    Bugün tarihin en uzun, en barbar, en acımasız, en gayriinsani, en vahşi ve en öldürücü ablukasına karşı insanlık ve Müslümanlar ne zaman harekete geçecek. Karadan, havadan ve denizden abluka altına alınan Gazze bir açık cezaevine dönüştürüldü, batı dünyası burada yaşanan drama karşı sessiz kaldı ve bugün halen o çok bilindik üç maymun tavrını sergilemekten bir an olsun geri durmuyor. İsrail, ABD ve AB’nin Nisan 2006’dan beri ortaklaşa uyguladığı ambargo BM insan hakları uzmanı John Dugard’ın tabiriyle tamamen bir kolektif cezalandırma yöntemiydi. Ünlü İngiliz gazeteci John Pilger, New Statesman dergisinde kaleme aldığı makalesinde “Gazze halkı bir soykırımla yok olurken yaşananları ve izleyenleri de sessizlik yok ediyor” diye yazdı. Filistin davasının unutulmaz isimlerinden Edward Said de, konuşmalarında ve yazılarında sık sık İsrail’in bugün dünyada resmi sınırları olmayan tek devlet olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun İsrail olduğunu ifade ediyordu.

    Fakat tüm bu olanlara rağmen, İsrail’in gazabı kâr etmiyor bu kentte. Burası adı özgürlük olan çocukların yaşadıkları Gazze’dir. Gazabın, azabın, ablukanın cesarete ve sabra yenildiği bir yerdir burası. Burası ağzı süt kokan çocukların şehadeti tattığı bir ana ocağıdır. Selahaddin’in dört nala özgürlüğe at koşturduğu bu kentte özgürlük şarkıları hiçbir zaman dinmedi; onu çevreleyen çelik duvarlarda aczin sesi değil, zafer şarkıları yankılandı asırlar boyu. İsrail’in 10 yıldır uyguladığı o insanlık dışı abluka mı yenik düşürecekti bu cesur anaların kentini?

    Yazımızı Hicri 150 senesinde Filistin’in Gazze şehrinde dünyaya gelen İmam Şafii’nin çocuk yaşta ayrıldığı Gazze’ye özlemini dile getirdiği şiiriyle sonlandıralım:

     

    Ne kadar özledim Gazze topraklarını

    İstemeden uzaklaştım, gizlemem artık boşuna.

    ALLAH yağmurlar göndersin, o topraklar ki,

    Uzanıp sürebilsem elimi

    Gözlerime sürme çekerdim

    Dindirebilmek için özlemi.

  5. 5. Yılında Arap Baharı

    Leave a Comment

    Arap âlemini derinden sarsan ve 21. yüzyılın en büyük olaylarından biri olarak tarihe geçen Arap İsyanları bu hafta 5. yılına giriyor. Her ne kadar Tunus’ta başlamış olsa da, 25 Ocak Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerin başlangıç tarihi “Arap Baharı”nın yıldönümü olarak benimsenir oldu. Bu hafta dünyanın birçok yerinde “Arap Baharı” ile ilgili etkinlikler ve seminerler tertip edilecek. Mısır’da halk, bu hafta yeniden “Karşı Devrim”e karşı kitlesel gösteriler düzenlemek için organizasyonlar yapıyor. Sisi cuntası ise, istihbaratın desteğiyle terör eylemleri tertipleyip bu isyanlara yönelik şiddeti yeniden meşrulaştırmanın yöntemlerini deneyecek.

    Bugün oturup, bu isyanların nedenleri ve sonuçları üzerine yeniden düşünme vakti. “Arap Baharı, Arap kışına mı dönüştü” ironisi yerine hakiki manada muhasebe yapmanın zamanı. Maalesef, Arap âlemine yönelik oryantalist bakış açısı, önyargılar, husumet ve bilgisizlik dünya geneline o kadar hâkimdi ki, toplumsal hareketler, isyanlar, başkaldırılar bu coğrafyanın halklarına yakıştırılamamıştı.

    Bu ayaklanmaları, Süper Güçler’in bir oyunu olarak değerlendirenlerden tutun da, emperyalizmin serbest piyasa ekonomisini hâkim kılmak için halkları isyana teşvik ettiği iddialarına kadar birçok yorum ve analiz kaleme alındı. Hatta öyle ki, Araplara yönelik önyargı, “Araplar ayaklanamaz ve bunu yapanlar dış güçlerdir” anlayışını yazılara hâkim kılmıştı. Araplar, hem tahkir ediliyor, hem de halk hareketlerinin ardında bir bityeniği aranıyordu.

    Oysa Arap dünyasında gelişmeleri yerinde yaşayanlar ve bu bölgeyi çok iyi tanıyanlar için bu olaylar uzun zamandır geliyorum diyordu. Yıllardır, hatta Osmanlı’nın çöküşünden beri, bu coğrafyada bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve eşitlik talepleriyle seslerini yükselten kitleler rejimler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

    Arap Baharı büyük umut ve heyecanla başladı. Diktatörlerin barışçıl halk hareketleriyle birbiri ardına devrilmeleri tüm dünyada büyük sevinçle karşılandı. Herkes büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Şüphesiz bu şaşkınlığın haklı nedenleri de vardı. Çünkü uzun yıllardır otoriter rejimlerle yönetilen Arap âleminde, rejimlerin sağlamlığı ve halkların ataletine o kadar inanılmıştı ki, rejimlerin artık sarsılmaz olduğu düşünülüyordu.

    Arap Baharı hakikatte geç kalmış bir kitlesel isyandı. 2000 yılından sonra bölgenin birçok uzmanı, böyle bir dalganın geleceğini tahmin ediyordu ve hatta bu konuda makaleler yazılmış ve kitaplar kaleme alınmıştı. 40 yıldan fazla bir zamandır iktidarda olan ve zulmün en âlâsını halklarına tattıran bu rejimlerin artık iktidarda durmasının imkânsız olduğu görülüyordu. Zaten 2008 yılında Beşşar Esed, Hüsnü Mübarek’in oğlu Cemal Mübarek ve diğer diktatör ve kralların oğullarının Vatikan’ı ziyaret edip, medet ummaları da bu yüzdendi.

     

    5 YILDA NELER OLDU

    17 Kasım 2010 günü, ekmek teknesi yakılan Tunuslu genç Muhammed Buazizi’nin o günün akşamı kendini yakmasıyla Arap âleminde kıvılcımın temeli atıldı. Birçok ülkede gençler kendilerini yaktı ve kitleler sokaklara döküldü. Hayatlarına son vererek, yapılabilecek en büyük siyasal başkaldırı eylemini gerçekleştiren bu gençilerin yaktıkları isyan ateşi birkaç günde bütün Tunus’a, birkaç haftada Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’ye ulaştı. Eylemlerin nedenleri arasında ekonomik sıkıntılar ve geleceğe dair umutsuzluk ilk sırada geliyordu belki, ancak sokakları dolduran kalabakların öfkesi ilk kez ülkelerini yıllardır demir yumrukla yöneten otoriter rejimlere yönelmişti.

    Tüm kesimlerin iştirak ettiği bir halk ayaklanmasıydı. Gencinden yaşlısına, kadınından üniversitelisine, Solcusundan dini gruplara, liberallerden STK’lara, herkes sokakta idi. Diktatörlerin başvurdukları tüm zulüm yöntemleri halklar tarafından facebook, youtube ve twitter üzerinden bir anda tüm dünyaya duyuruluyordu. Birçok medya organı hakikatleri gizlese de El Cezire’nin canlı yayınları herşeyi ayan beyan sergiliyordu. Sosyal medya ve El Cezire’nin yayınları halklara cansimidi olmuştu.

    Ortadoğu’nun 4 ünlü diktatörü 1 yıldan fazla bir zamanda iktidarlarından alaşağı edildi. Tunus’un sabık lideri Zeynel Abidin bin Ali, Suudi Arabistan’a kaçtı. 2011 Şubat’ında Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek istifa etti. Ekim ayında Libya lideri Muammer Kaddafi öldürüldü. Şubat 2012 yılında ise Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih artan protestolar karşısında sağlık sorunlarını bahane ederek Suudi Arabistan’a sığındı.

    Bugün gelinen aşamada, Suriye ve Yemen’de çatışmalar sürüyor. Binlerce yıllık bir tarihe sahip olan Mısır, ilk sivil iktidarına darbe yaptı. Cunta rejimi, Rabia ve Nahda meydanlarında binlerce sivili canlı yayında dünyanın gözü önünde katletti. Sisi darbesinin verdiği moral ile birileri Libya’yı karıştırmak istedi ve ülkedeki merkezi hükümet çöktü. Esed rejimi, Suriye halkına yönelik uyguladığı katliamlar ve vahşet ile dünya tarihinin unutulmaz diktatörleri arasında yerini aldı. 2014 yılında ortaya çıkan DAEŞ adlı barbar terör örgütü diktatör rejimlerin iktidarlarını meşrulaştırırcasına bölge halkını katletmeye devam ediyor.

     

    COĞRAFYAMIZIN MÜTEŞEKKİK ENTELLERİ

    Arap coğrafyasında bu gelişmeler yaşanırken, medyamız ve entelektüellerimiz halklara ayna olup yön vermeleri gerekirken, sünger gibi tüm şüpheleri içlerine çekip etrafa yayıyorlar. Hâlbuki yanı başlarında tarihin en büyük vâkıalarından biri yaşanıyordu. Tüm dünya olayları anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor iken bizim entelektüellerimiz rahatlarını bozmadan klişe yorumlar ile analizler kaleme alıyordu. Ortadoğu’da sömürgecilik sonrası dönemin en önemli toplumsal ve siyasal gelişmeleri yaşanırken, bizim entelektüellerimiz neler olup bittiğini anlamak yerine ve olayları yerinden incelemek yerine müteşekkik yazıları ile kafa bile yormak istemediler. Kaleme alınan yazıların çoğu ise özensiz ve önyargılı idi.

    Oysaki halk ayaklanmaları, Ortadoğu ile ilgili mitleri yerle yeksan ediyordu: Doğu’nun ataletle anıldığı oryantalist söyleme karşın, ayaklanan kitlelerin organizasyon yeneteği, otoriteye kolay boyun eğdikleri tezi ve birçok yerde şiddet yerine barışçıl dilin gösterilere hâkimiyeti, Batı dâhil herkesi şaşırtmıştı.

    Arap âlemindeki halk isyanları, bu coğrafya ile ilgili uzun yıllardır sorgusuz sualsiz kabul edilen birçok kanaati boşa çıkardı. Batılı sosyalist düşünürler, senelerdir bekledikleri devrimci hareketin Arap ülkelerinin başkentlerindeki meydanlarda tezâhür edeceği görüşündeydi. Ünlü Fransız düşünür Alan Badiou, “Tarihin Uyanışı” adlı kitabında ve İran asıllı ABD’li yazar Hamid Dabaşi de “Arap Baharı: Postkolonyalizmin Sonu” adlı kitaplarında Arap isyanlarını zorlu toplumsal devrim süreçlerinin başlangıcı olarak görüyorlardı. Her iki yazar da, Araplara yönelik önyargıların halk hareketleri ile yıkıldığını ve bundan sonra Ortadoğu’ya çoğulculuğun ve demokrasinin zamanla hâkim olacağını dile getiriyordu.

    Toplumsal hareketler yalnızca ortaya çıktıkları ülke halkları ve yönetimler üzerinde değil, sosyal bilimler alanında da sarsıcı etkiler oluşturur. Tarihin öngörülemez bir ânında, öngörülemez bir coğrafyasında patlak veren bir isyan dalgası ülkeden ülkeye sıçrarken, çoğu sosyal bilimcinin biat ettiği önkabullerin ve zihinsel koşullanmışlıkların zemini sarsılmaya başlar. İşte bu anlamda, toplumsal gerçekliği anlamaya çalışmak esasında bir cesaret işidir. Türkiye’de genç akademisyenlerden Dr. Erdem Demirtaş, “Ortadoğu’da Devlet ve İktidar” adlı çalışmasıyla bu konuda başarı göstermiş birkaç yazarımızdan biridir.

     

    TUNUS TECRÜBESİ BAŞARILI OLDU MU?

    Arap Baharı sürecinde, başarılı olarak gösterilen yerlerden biri Tunus idi. Çünkü diğer ülkelerdeki gibi fazla ölümler olmamış ve siyasi değişimi başarılı bir şekilde sürdürmüştü. Ancak buna rağmen ülke halen istikrarsız ve ülkenin yakasını afetler bir türlü bırakmak bilmiyor. Coğrafyadaki halk ayaklanmalarından rahatsız olan ülkeler, ülkede “karşı devrimi” teşvik ediyor ve terör eylemleri finanse etmeye devam ediyorlar.

    Rejim, Bin Ali’nin gitmesiyle düşmedi, bu sadece bir başlangıçtı. Sonrasında ülke içinde uzun bir mücadele başladı. Hem de en yozlaşmış ve en beceriksiz eski rejimin takipçilerine karşı. Yeni bir anayasa için mücadele başladı ve iki yıl sürdü. Bazı tarafların birbirine güveni olmasaydı belki başarılı olamaycaktı.

    Tunus’un çoğulcu demokrasiye geçişini mümkün kılan üç önemli faktör vardı: Birincisi, Tunus ordusunun geleneksel yapısı ve siyasete müdahale isteksizliği. İkincisi, Tunus’un Avrupa’ya kültürel yakınlığı ve Arap ülkeleri arasında okuma-yazma oranın en yüksek olduğu ülkelerden biri olması. Ve sonuncusu belki de en önemlisi, ünlü Müslüman düşünür Raşid Gannuşi’nin liderliğini yaptığı Nahda Partisi’nin öncü rolüydü.

    Nahda Partisi, İslam âleminde dini gruplar arasında demokratik yönelişi en güçlü olan oluşumlardan biri. Partinin lideri Raşid Gannuşi de, kitaplarında demokrasinin bu coğrafyanın geleceğinin inşasında önemli bir yapı olduğunu sık sık ifade etmekte. Bin Ali yönetimin altında şiddete ve baskılara maruz kalan Nahda Partisi üyeleri, diğer siyasi partiler ile birlikte koordineli çalışma deneyimlerine de sahipti. Devrim sonrası demokrasinin esaslarından olan: “Partiler, seçimde yenilgi yaşadıklarında bunu benimsemeli” düsturu uygulamada da kendini gösterdi. Nahda, 2014 yılında seçimi kaybetmesine rağmen sözünde durdu ve muhalefet rolünü hemen benimsedi.

     

    İSLAMCILAR NE ZAMAN MUHASEBE YAPACAK?

    Arap âleminde, diktatör rejimlerin ve cuntaların en güçlü alternatifi halen dini cemaatlerdir. Dini yapılar içinde en güçlüsü ise İhvân-ı Müslimin Hareketi ve Selefi Hareketlerdir. Osmanlı’nın çöküşü sonrası dini hayatın her alanına hâkim kılmak için inşa edilen bu hareketler, kuruldukları ilk dönemler ile bugün arasında ciddi farklılıklar gösteriyor. Özellikle, 60’lı yıllarda yaşadıkları kapalı dönemler ve sol hareketler ile etkileşimleri bugün onların üzerinde farklı bir eser bırakmış durumda. Bundan dolayı bugün halkıların umudu haline gelen dini hareketler, herkesi kucaklayacak bir yapıya dönüşmeli ya da bir tasavvuf hareketine dönüşmelidirler.

    Özellikle siyasi vizyonları çok zayıf olan dini hareketler, herkesin anlayacağı tarzda bir siyasi model geliştirmelidirler. Cezayirli ünlü düşünür Malik bin Nebi ve Hint altkıtasının ünlü Müslüman düşünürü Muhammed İkbal, İslam’ın siyasi nazariyesinin daha tıfıl iken katledildiği ve bugüne kadar bunun iyi formalize edilmediğini kaydetmektedirler. “Hilafet” veya “İmamet” gibi tarihte siyasi literatürün bir parçası olan kavramların içi ise bugün maalesef bir muamma olarak durmakta ve İslamcılar bunun içini dolduramamaktadır.

    Özellikle bazı dini grupların ki bunların arasında silahlı yöntemi benimsemiş gruplar da var; demokrasi karşı söylemleri ve “nasıl bir yönetim” ile ilgili vizyonsuzlukları Müslüman coğrafyada halklar için umut olan İslami oluşumlara ciddi zarar vermektedir. Ve bunların dar bakış açıları mâlesef Batı’da bir grubun yaydığı “müslüman toplumların demokratikleşemeyeceği” görüşünü desteklemektedir.

    İlginçtir, 2011 Mayıs’ında Usame bin Ladin’in öldürülmesinden sonra El-Kaide lideri olan Eymen ez-Zevahiri Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda ortaya çıktı ve devrimleri desteklediğini açıkladı. Fakat sözlerinde, barışçıl halk hareketlerinin, yıllardır sürdürdükleri silahlı mücadeleden daha umut dolu ve başarılı olduğunu işaret eden ipucu yoktu.

    Bütün bunlar gösteriyor ki, dini hareketler bugün yeni evreye evrilmeli ve yeni kültür inşa etmelidirler. Artık slogandan öte için dolu metaforlar geliştirmelidirler. Barışçıl sivil halk ayaklanmalarının sosyolojisini ve epistemolojisini geliştirmelidirler. Yeni siyasal vizyonlarını ve halklara bakış açılarını çok iyi ortaya koymalıdırlar.  Müslüman coğrafyanın, İslamcılardan başka artık alternetifi de görünmüyor gibi…

     

    SOL VE LİBERALİZMİN COĞRAFYAMIZDAKİ HAZİN SONU

    Bu coğrafyanın solcuları ve liberalleri maalesef coğrafyalarının hakikatlerine çok uzaklar. Cemil Meriç’ten Kemal Tahir’e, İdris Küçükömer’den Attila İlhan’a birçok yazarımız Türkiye ile ilgili olarak da bunu sık sık dile getirmişlerdi. İslâm’ın iliklerine kadar işlediği Arap coğrafyasında da durum hazin verici.  Soğuk Savaş döneminde iktidara gelen bölgenin diktatörleri, Arap âlemindeki birçok düşünürü katletti ya da uzun yıllar hapislerde tutarak ölüme terketti. Bugün sol ve liberal geçinenler ise maalesef halklardan uzak diktatör âşıklardan başkaları değil.

    Arap Baharı sürecinde özgürlükleri ve eşitliği dillerine pelesenk eden sol ve liberal kesimlerin halkların yanında yer alması gerekirken ancak üzülerek ifade etmek gerekirse kahir ekseriyeti diktatörlerin kanatları altına girdi. Sol ve liberallerin bu davranışları 70’li yıllarda Arap milliyetçi aydınların sonunu getiren davranışlara ne de çok benziyor. Bugün birçok liberal ve solcu geçinen tayfa, otoriter rejimlerden aldığı destek ile halkların karşısında durarak liberalizme ve sol cenaha ait tüm değerleri yakıp yıkmış durumda.

    Fakat buna rağmen, az da olsa halkların yanında yer alan onurlu sol ve liberal liderleri de unutmamak lazım. Tunus’un sol kanadının ünlü liderlerinden ve entelektüellerinden Munsif Marzuki, Mısır Liberal parti liderlerinden Eymen Nur, Dürzi liderlerden Velid Canpolat, Hristiyan liderlerden George Sabra ve Mişel Kilo bunun en güzel örneklerinden biridir.

     

    TERİRÖZE EDİLEN ARAP BAHARI

    40 ila 50 yıl boyunca barbar diktatör rejimlere sabreden bu coğrafyanın halkları, 2011 yılında “onur”, “özgürlük” ve “demokrasi” için sokaklara çıktığında, dünya bunun sonucunun nerelere ulaşacağını bilmiyordu. Tunus’ta başlayan halk ayaklanması Yemen’e kadar ulaştı. Bu isyanlar, bölgedeki diktatörleri ve kralları korkuttu. Bu rüzgârın tersine dönmesi için milyar dolarlarca para harcandı.

    Uzun süre militarize olmadan barışçıl bir şekilde devam eden halk isyanlarına karşı, rejimlerin aşırı askeri güç kullanması ve bazı ülkelerin de “karşı devrim” için harcadıkları milyar dolarlar Arap Baharı’nın terörize edilmesine yönelikti. Böylece diktatörlerin halklar ile değil, terörizmle mücadele ettiği mesajı vereceklerdi. Merkezi Abu Dabi’de bulunan karşı devrimin, Esed rejiminin ve DAEŞ terör örgütünün arkasındaki güçlerin kim olduğunun yavaş yavaş ortaya çıkması bunun en önemli delillerinden biridir.

    Oysaki halklar, diktatör rejimlere karşı sokaklara döküldüğünde tüm dünya Arap Baharı’nın yanında yer almıştı. Dünyanın tüm liderleri, diktatörlere halkın taleplerine cevap vermesi çağrısında bulunuyordu. Batılı devletler, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu yönünde açıklamalar yapıyordu. Hattâ İran, Hamas, Hizbullah, El Kaide bunun bir İslam devrimi olduğu yönünde açıklamalar yapıyordu. Bölgedeki Arap diktatörlerini bir anda korku salmıştı.

    Bahreyn’de gösteriler olduğunda Suud’un askeri desteği ile ayaklanmalar bastırıldı. Suriye’de ise halk ayaklandığında İran ve Hizbullah Esed’in yanında yer alıp, Suriye halkını büyük bir kıyımdan geçirdiler. ABD, Eylül 2012’de Libya’nın Bingazi şehrinde Büyükelçisinin öldürülmesi sonrası Arap Baharı’nı anlamak yerine gizliden bununla savaşmayı yeğledi. Hâlbuki büyükelçinin öldürülmesi herkesin malumuki, karşı devrimcilerin bir oyunu idi. Saddam’dan Esed’e bölgedeki tüm diktatörlerin yanında duran Rusya ise Arap Baharı’na açıktan savaş ülkelerden biri oldu. İsrail ise Arap Baharı’nın resmen kendi çıkarlarını tehdit ettiğini ilk ilan eden ülkelerden biriydi.

    Bölge halkları, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir komplo ile yüz yüze kaldı. Halkların kendi ifadeleri ile “Allah’tan gayri yardımcıları yoktu” ve kendi kaderlerine terk edilmişlerdi. Barışçıl giden gösteriler, Esed rejiminin profesyonel istihbarat oyunları ve “karşı devrim” yanlısı ülkelerin desteğiyle silahlı çatışmalara dönüştü. Bir anda bölgede her şey alt üst oldu. Diktatör, rejimler Batı’nın desteğiyle halkları kıyımdan geçirmeye başladı. İran ve Rusya Suriye’de, ABD ve Suud Mısır’da, BAE ve İsrail tüm Arap ülkelerinde halkların kıyımı için diktatörlere büyük destek verdi.

     

    TÜRKİYE TECRÜBESİNE NEDEN DÜŞMAN OLDULAR?

    Türkiye Arap ülkelerinde halk isyanları konusunda soğukkanlılığını ve temkinini korudu. Olayları dikkatle ve duyarlı bir şekilde izledi, Türkiye’yi maceraya sokacak söylemlerin ve eylemlerin içine girmedi. Demokrasi vurgusu yaparak, demokratikleşmeden bahsederek; ancak ülkelerin içişlerine müdahale etmeksizin gayet dengeli bir politika izledi.

    Arap âleminde dönüşüm ve değişim isteyen halklar, Türkiye tecrübesini kendilerine model aldıklarını dile getirdi. Medyada, Türkiye’nin “halk hareketlerini etkilediği” tezi üzerinde durmuş ve bunu sıkça dile getirmişti. Demokratik bir Türkiye’nin otoriter, baskıcı yönetimler altında inleyen Arap ülkelerine örnek olması, onları etkilemesi ve demokratik talepleri tetiklemesi gayet tabiiydi. AK Parti döneminde Türkiye’nin attığı demokratik adımlar ve açılımlar, ekonomik kalkınma, izlenen dış politika, İsrail’e karşı yapılan açıklamalar bu ülkelerin halklarını etkilemişti.

    Türkiye dışındaki bölgenin etkin ve aktör ülkeleri ki bunlar: İran, Mısır/Suud ve İsrail’dir, halkların Türkiye’ye yönelişinden ciddi rahatsızlık duyuyorlardı. Bu ülkelerin de desteğiyle, 2012 yılı başında BAE’de “Karşı devrim” merkezi kuruldu ve bunun başına Filistin direnişinin ünlü liderlerinden Yaser Arafat’ı zehirlemekle suçlanan Muhammed Dahlan getirildi. Bu merkez icraatlerine, Arap âlemi başta olmak üzere tüm dünyada Arap Baharı’nın radikal İslamcıların bir oyunu olduğu ve bunun öncülüğünü Türkiye ve Katar’ın yaptığı kampanyasıyla başladı.  Türkiye dâhil Arap dünyasında da AK Parti karşıtlığı bu dönemden sonra başladı. Gezi olaylarından tutun bugün terör örgütü PKK’nın Hendek siyasetine kadar bütün Türkiye karşıtı propagandanın arkasında bu merkez bulunuyor.

    Başta BAE olmak üzere, İran, Mısır, İsrail, Rusya ve ABD olmak üzere bölgesel ve küresel güçler Ortadoğu’yu sarsan halk hareketlerine bir istikamet vermeye veya bu hareketleri baltalamaya çalışırlarken, halklar ısrarlı bir şekilde gelecekleri hakkında söz söyleyebilmek ve kaderlerine mâlik olabilmek için haklarını savunmaya devam ediyor.

     

    BUNDAN SONRA NE OLACAK

    Her şeye karşın, bunlar halen ilerlemekte olan devrimler: Bazı ülkelerde diktatörler devrildi, bazılarında ise hâla kan akıyor. Arap Baharı, Ortadoğu halklarına otoriter yönetimlerle mücadele etme ve demokratik taleplerini elde etme adına eşsiz bir deneyim sundu. 50 yıldır bu baskıcı yönetimler altında inim inim inleyen halklar ışığı gördü, hayallerine ulaşabileceğini gördü ve karşı devrimlere ve katliamlara rağmen birgün ümit ettiği şeye ulaşacağını düşünüyor; özgürlüğe. Ayrıca, Ortadoğu’da otoriter rejimleri uzun yıllardır ayakta tutan kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal dinamikler ana hatları ile bitmiş durumda. Bundan dolayı artık tekrar geriye dönüş imkânsız gibi görünüyor.

    Ancak Arap Baharı’nın bizlere öğrettiği şu üç şeyi unutulmamalı: Birincisi, otoriter rejimlerin diktatörlerden çok daha fazlası olduğunu, arkalarında başka güçlerin bulunduğunu ve bundan dolayı otoriter rejim yapılarını dönüştürmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını gördük. İkincisi, halk hareketlerinin liderinin olmaması, örgütsüz oluşu ve devrim sonrası belirli bir plana sahip olmaması Arap Baharı’nın geleceğine ilişkin en büyük handikaplardan biriydi. Üçüncüsü ise, Ürdün ve Fas örneğinde olduğu gibi Arap Baharı’nın bu iki ülkede reformcu bir yöntem izlemesiydi. Bunlardan hangisinin başarılı olduğunun değerlendirilmesi şu an için zor. Bunu zaman gösterecek; fakat bu ülkeler kendilerini 5 yıldır diğer Arap Baharı ülkelerinde yaşanan felaketlerden koruyorlar.

    Sonuç olarak tüm bu gelişmelere rağmen, devrim ve karşı devrim süreçlerini iyi bilenler ve otoriter rejimlerin yapısı konusunda geniş bilgiye sahip olanlar bilir ki, bu tür aşamalar uzun sürer. Tıpkı Fransız Devri’minde olduğu gibi. Bundan dolayı Arap âlemindeki demokratik geçiş sürecini hâlihazırda başarısızlıkla yargılamanın doğru olmadığını ifade etmeliyiz. Zaten siyasetbilimciler, “demokrasi tarihi bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadeleler tarihidir” demiyorlar mı?

  6. Terörle Terbiye Edilen Coğrafya

    Leave a Comment

    TERÖRLE İLE TERBİYE EDİLEN COĞRAFYAMIZ

    21. YÜZYIL NEDEN “TERÖRİZM YÜZYILI” İLAN EDİLDİ?

    İstanbul’dan Paris’e, Cakarta’dan Tanca’ya coğrafyamız ve dünyamız terörün esiri olmuş durumda. Terörle oturup, terörle kalkıyoruz. Dünya genelinde yapılan anketlerde, hemen her ülkede “terör sorunu” birinci sırayı almış durumda. Hemen her ay dünyanın farklı bir noktasında patlamalar oluyor. Ölenlerin ekseriyetini her zaman olduğu gibi yine siviller oluşturuyor.

    Geçen hafta İstanbul’da gerçekleşen terör saldırısı ile aylardır Diyarbakır ve civarında yaşananlar terörün en acı örneklerinden biri. Kanadalı yazar Eric Walberg, “Postmodern Emperyalizm: Jeopolitik ve Büyük Oyunlar” adlı kitabında, “Batı, bir ülke çok fazla bağımsız davranırsa sınırları içinde terörü hortlatır” der ve buna örnek olarak ABD’nin dost ve müttefiki olan Türkiye’yi PKK’yı gizlice destekleyerek hizada tutmasına yer verir. PKK kartının sadece ABD tarafından değil Rusya ve İran tarafından da nasıl kullanıldığı da bilinen bir gerçek.

     

    TERÖRİZM YÜZYILI

    Geçen asrı “Şiddet veya aşırılıklar asrı” olarak adlandıran uzmanlar, 21. yüzyılı bilim adamlarının nazarında “iletişim ve teknoloji çağı”, feylesoflar nazarından “post-modern çağ” ve uluslararası ilişkiler uzmanları nazarından da “terörizm yüzyılı” olarak adlandırıyorlar. Ve ilginç olan post-modern çağda iletişim ve teknolojiyi en iyi kullananlar da teröristler.  Buradan çıkan sonuçta şu: Bu asır, post-modern terörün hakim olduğu bir çağ. Postmodern terör örgütlerinin bir özelliği de, birçok devlet tarafından aynı anda kullanılabiliyor olması.

    Peki! Post-modern terör nasıl ortaya çıktı? Neden İslam bunun ekseninde yer alıyor? Ve hangi zeminlerden istifade ederek zuhur etti? Bu soruların peşine düştüğünüzde, halihazırda içinde bulunduğumuz terör çağını iyi anlar ve zihin karışıklığının nedenlerini de çok rahatlıkla görmüş olursunuz.

     

    SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÜŞMAN ARAYIŞI

    1990’larda Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte, dünyadaki kurulu dengeler bir kez daha değişti. Enerji odaklı yeni değişim, Brzeski’nin “Büyük Stranç Tahtası”nı yeniden kurdu. Vahşi Batı, enerji ve güvenlik eksenli yeni siyasetini ortaya koyacaktı fakat bu kez düşmanı kim olacaktı?..

    ABD’nin hakimiyetindeki tek kutuplu “Yeni Dünya Düzeni” dünyaya güvenlik endişeleriyle dolu bir paranoya yaşatma şeklinde tecelli etti. 1990 sonrası tek kutuplu bir hale dönüşen dünya, yeksesak ve alternatifsizdi. Yeni dünya düzeniyle insanlık özgürlükleri ve seçenekleri alınmış, at gözlüğü takılarak korku tünelinde dolaştırılan figüranlar haline getirildi.

    Emperyalizm ve Siyonizm 90’lı yıllarda Washington’da, Neo-conlar (Yeni Muhafazakarlar)’ın çatısı altında biraraya geldi. Her ikisi için de makul yeni düşman İslam’dı. Neo-conların hedefi, Müslüman karşıtı Haçlı Seferlerinin şeklini yeni çağa uyarlayan bir “medeniyetler çatışması” için zemin hazırlamaktı. Bu, artık güçlenmiş olan aşırı tutucu Hıristiyanları kışkırtan evanjelik dinsel bir hava ve efsanevi Müslüman suikastçı Haşhaşilerin güncel versiyonuyla tamamlanmalıydı. Bunun için yeni düşman İslam’ı vurmayı meşrulaştıracak Haşhaşiler zuhuru için zemin hazırlanmaya başlandı.

     

    ENTELEKTÜEL BEYNİN İŞGALİ

    Batı, Soğuk Savaş sonrası ilk olarak entelektüel beyinleri işgal etmeyi ve ardından Müslüman dünyayı medya ile şeytanlaştırmayı hedefledi. Bu çerçevede, “Tek Kutuplu Dünya” vurgusunun yapıldığı günlerde Fukuyama tarafından kaleme alınan “Tarihin Sonu” adlı makale, ABD’nin dünya egemenliğine vurgu yapan, Batı medeniyetinin mükemmele ulaştığını, artık aşılamayacağını, dolayısıyla bütün dünyanın ABD-Batı, daha doğrusu Anglo-Judaik medeniyete teslim olması gerektiğini ifade ediyordu.  Bu makalenin ardından başka bir sipariş makale daha İslam dünyası başta olmak üzere dünya entelijasiyasının gündemine düştü. Samuel Huntington’un kaleme almış olduğu “Medeniyetler Çatışması” adlı tezi. Bu makale, SSCB-Doğu Bloku’nun bertarafı üzerine kendine yeni işgal alanları ve “düşman” arayan ABD-Batı’ya tezler sunuyordu.

    ABD-Batı, bu projesi ile İslam’ı hedefe koymuş, uygulayacağı yeni politikaları bu tez ve etrafında yazılan-konuşulan-gösterime giren materyallerle örgüledi, başta kendi iç kamuoyu olmak üzere dünya kamuoyunu buna ikna etmeye çalıştı. İslam dünyasını, Müslümanları bu süreçten sonra ötekileştirdi, “şeytanlaştırdı”, Batı medeniyetine en büyük tehdit olarak sundu ve planladığı politikaları için zemin hazırladı.

    11 Eylül terör olaylarından sonra, teorik alt yapısı önceden hazırlanan, yeni ideolojinin uygulanışı için aranan altın fırsat Batı tarafından yakalandı. Dünya siyaseti bir anda altüst oldu. Diplomasi mantığı kökten değişti. İstihbarat mantığı değişti. Tehdit tanımları değişti. Mücadele yöntemleri değişti. Artık diplomaside masaya oturarak ikna dönemi bitti. Politikalarınızı belirliyorsunuz, o politikalara dönük kurgular yapıyorsunuz; kurgularınızı hayata geçirmenize malzeme sağlayacak bir dizi olay gerçekleştiriyorsunuz, sonra da şantajla, zayıflara baskı yaparak; güçlülere tavizler vererek diplomasi uyguluyorsunuz. Kurgular ve ona bağlı bir dizi operasyon üzerine bina edilen diplomasi size, “ya bizdensiniz ya da bize karşısınız” netliği ve kolaylığı veriyor.

     

    DÜNYA KAMUOYUNUN İĞFALİ

    11 Eylül sonrası, global terör eylemleri dünyanın dört bir yanında patlak verdi. Bali Adası’ndan Kazablanka’ya, Mombasa’dan Madrid’e, İstanbul’dan Londra’ya dünya adeta sarsılıyordu. Geçen yüzyılın tüm örgütleri ve mafya liderleri yeni terör eylemleri karşısında şok yaşıyorlardı. Yoksa, Yunan tanrıları yeniden dünyayı altüst etmek için gelmişlerdi. Ya da bilimin halen tanımlayamadığı ufolar yeryüzüne inmişlerdi. Çünkü, ne BM, ne AB ne de dünya ülkeleri henüz teröre ortak tanım bulmuş değil.

    Batının yeni tanrıları, Yunan mitoslarındaki tanrılar gibi kamuoyunu iğfal etmeye başladı. Bu kez Prometheus’un peşinde olduğu şey ateş değil medya idi. Pandorası da Hollywood’du. Dünya kamuoyu İslam dinine karşı yalan dolan bilgilerle dolduruldu. TV’ler, gazeteler sürekli “terrorist”, “cahil”, “barbar”, “gayrı medeni” Müslüman imajı pompalıyordu Batılı zihinlere. 2013’ün sonunda DAEŞ terör örgütü ile zirveyi yakaladılar.

    Dünyada İslam’a, Müslümanlara karşı “düşmanlık”, “nefret” zirve yaptı. Dünya medyası, Hollywood, TV’ler, araştırma merkezleri hep bu tehdit ve tehlike ile yatar-kalkar oldu. İslamofobia batıda hızlı bir şekilde yayıldı. Dünya kamuoyu ve zihinler Müslümanların “barbar”lığına, “tehlikeli” olduğuna ikna edildi. Ardından işgaller ve katliamlar başladı. Bugün Suriye’de Esed rejiminin yaptığı onca barbarlığa rağmen dünyanın katliamlar karşısında sessiz olmasının altında bu alçak propaganda var.

     

    MEDYA İLE BARBARLAŞTIRILAN MÜSLÜMANLAR

    Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrasında bol malzeme ve görsel araçlarla dünya kamuoyuna pazarlanan “İslami terör”, “fundemantalizm”, “cihadizm”, “intihar saldırıları” gibi söylemler ve “El Kaide”, “Daiş”, “Boko Haram” figürleri Müslümanlar ve İslam coğrafyası üzerine çalışılmış politikalara altyapı, propaganda unsuru olarak görmek yanlış olmayacaktır. Küresel sosyal mühendislik yıllarca o kadar ince ince dokunduki; hayal mahusulü onlarca olaya medya aracılığı ile inanır oldu dünya kamuoyu.

    Daniel Pipes’ten Bernard Lewis’e birçok batılı düşünür İslam’ı bir tehdit olarak anlatıyorlardı, Edward Said’den John Esposito’ya birçok düşünür de bunun bir oyun olduğunu gözler önüne sermeye çalışıyordu. Edward Said “Haberlerin Ağında İslam” adlı kitabıyla batının yıllardır İslam’ı ve Müslümanları medya ile şeytanlaştırma yöntemlerinin ne kadar çirkef olduğunu deşifre etti. Ünlü düşünür John Esposito ise, “The Islamic Threat: Myth or Reality?” (İslami Tehdit: Uydurma mı; Gerçek mi?) adlı kitabında İslam’ı batılıların anlayacağı şekilde mantıklı ve inandırıcı bir şekilde tartıştı. Sabırla kanıtlarını bir bir ortaya koyarak İslam’ın tehdit teorisini çürüttü.

    Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy de, “Çöküşün Öncüsü ABD” ve “Batı Terörizmi” adlı kitaplarıyla yeryüzündeki tüm terörün kaynağının Batı olduğunu ortaya koydu. Garaudy kitaplarında, Batı terörüne karşı yeni mücadele yöntemleri öneriyordu.

     

    ORTADOĞU’DA TERÖRÜN TARİHİ

    Ortadoğu her zamanki sakin ve barışçıl ortamında yürüyüşünü sürdürürken Siyonist örgütler bölgeye gelip yerleşti ve terörü bölgeye ilk getirenler de onlar oldu. Haganah, Stern ve İrgun terör örgütleri İsrail devletinin kurulmasından önce, yıllarca bu coğrafyada terör estirip, kan kusturdu. Pazar yerlerinden tutun yerleşim yerlerine kadar her yeri havaya uçuruyorlardı. İsrail’in kurucuları bu terör örgütlerinin liderleri arasından çıktı. Bugünde devlet terörünü en iyi kullanan ülkelerden biridir İsrail. Fransız yazar Vincent Monteil’in “İsrail’in Gizli Dosyası: Terörizm” adlı kitabı bu konudaki önemli kaynaklardan biridir.

    Bu arada, İslamcı hareketleri terör ile ilk yaftalama girişimi 1954 yılında gerçekleşti. 1954 yılında meydana gelen “Lavon Olayı” İsrail’in bölgedeki terör eylemlerinde parmağının olduğunu gösteren en bariz olaylardan biridir. 16 Temmuz 1954’de Savunma Bakanı Pinhas Lavon “İngilizler’in Süveyş’i boşaltmasının anlamı”nı tartışmak için evinde bir toplantı yapmıştı. Lavon toplantıda “Mısır’daki İngiliz hedeflerine karşı sabotaj düzenleme” fikrini ortaya atmıştı. Bu sabotajların Mısırlılar tarafından yapıldığı izlenimi verilecek ve bu duruma sinirlenen İngilizler de ülkeden çıkmaktan vazgeçeceklerdi. Zamanın Mossad şefine göre de, bu operasyonun amacı “halkta kargaşa yaratarak Batı’nın varolan rejime karşı duyduğu güveni yıkmaktı.” Bu hedefe de İngilizler’in bu bölgeyi boşaltmasını önleyecek bir kriz yaratarak ulaşılmak isteniyordu.

    İsrail askeri gizli servis üyeleri, kısa bir süre sonra Mısır’a gitti. Temmuz 1954 Mısır’ın başkenti Kahire ve Liman şehri İskenderiye’de Amerikan ve İngiliz mülkiyetlerine karşı ağırlıklı olarak yönlendirilmiş bir dizi bombalı suikast yapıldı. Her iki ülkenin elçiliklerine, kiliselere ve turistlerin gezdikleri yerlere peşi sıra bombalı saldırılar düzenlendi. Olaylarda birçok kişi öldü ve yaralandı.

    Bu olaylarla, ülkenin yükselen gücü olan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) cemaati karalanacak ve dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır’ın da yabancıları koruyamadığı imajı verilecekti. Böylece bölgeden İngiltere askerlerinin çekilmesi önlenecek ve batının dikkati sözde dini terör estiren İslami cemaatlere çevrilecekti.

    Fakat İşler İsrail’in istediği gibi gelişmedi. Mısır istihbaratının bazı İsrail ajanlarını ABD büyükelçiliğini bombalamalarına bir kaç saat kala yakalamaları ve olayı deşifre etmeleri İsrail’in tüm hesaplarını alt üst etti. İsrail hükümeti, bu olayı önce İsrail Devleti’ne karşı atılmış büyük bir iftira olarak yorumladı ve hatta tarihte Yahudi topluluklarına yönelen “kan iftiralarına” benzetti. Bir süre sonra da apaçık olan durumu kabullenmek zorunda kaldı, ama tüm sorumluluğu Savunma Bakanı Lavon’un üstüne yıktı. Lavon istifa etti ve başarısız operasyon, tarihe “Lavon Olayı” olarak geçti.

    İsrail ve Batı’nın yanı sıra Rusya’nın da terör eylemlerinde uzman olduğu unutmamak lazım. Rusya Devlet Başkanı Putin tarafından Londra’da zehirlenerek öldürülen Rus istihbaratında görev yapmış olan Aleksandr Litvinenko, yazdığı bir kitapta, Rusya’da 1999 yılında toplam 300 kişinin ölümü ile sonuçlanan apartman bombalanması olayı ve diğer birçok terrorist saldırıların Çeçenler tarafından değil bilakis Rusya Gizli Servisi FSB tarafından örgütlendiğini yazmıştı. Putin, bu eylemleri bahane göstererek Çeçenistan’a saldırmıştı.

    Öte yandan, Avrupa’da da terörün tarihinin Soğuk Savaş dönemine uzandığını hatırlatmakta fayda var. 1970’ler ve 1980’lerde Avrupa birçok şiddete sahne olmuştu. Çoğu Avrupa ülkesinde insanları katleden  ya da kaçıran, binaları havaya uçuran terör hücreleri ortaya çıktı. Terörist sol, ABD’de vardı ama önemsiz bir ölçekteydi.

    Bu arada, İsrail’in hâlihazırdaki Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yaklaşık 35 yıldır “Uluslararası İslami Terör” teorisi üzerinde çalıştığını belirtmeli. Netanyahu, dünyayı “İslami terör” konusuna ikna edip, ülkeleri ona karşı savaşa itmek etmek için uzun yıllar “korku teorisi” üzerine çalıştı. 1995 yılında neşredilen “Fighting Terrorism: How Democracies Can Defeat Domestic and International Terrorism” (Terörizmle Savaş: Demokrasiler İç ve Uluslararası Terörle Nasıl Mücedele Edebilir) adlı kitabında açık bir şekilde “Uluslararası İslami Teröre” karşı özelde ABD ve genelde batı kamuoyunun dikkatini buna çekmek için uğraştığını belirtti.

     

    İSLAM DÜNYASININ SORUNU: “TERÖRİZE EDİLEBİLİRLİK”

    Cezayirli ünlü Müslüman düşünür Malik bin Nebi, “Sömürülebilirlik” kavramı ile Müslümanların sömürgeleşme probleminin dışarıdan değil, içeriden kaynaklandığını belirtmişti. Nebi “insanlar sömürülebilir olduğundan sömürgeleştirilir” der. Bizde buradan hareketle, terör konusunda her suçu batıya atmak yerine içimizdeki gençlerin neden batı terörünün taşeronu haline geldiğini iyi analiz etmemiz gerekiyor. Bunu da “Terörize edilebilirlik” kavramı üzerinden açıklayabiliriz.

    Son yüzyılda, Batı tarafından İslami değerlere karşı yürütülen kültürel savaşta, kültürümüz o kadar çarpıtıldı ve bozuldu ki tamamen mutasyona uğramış bir ucube halini almış durumda. DAİŞ terör örgütü bu ucube halin bir tezahürüdür. Batının kendi terörüne İslam kılıfı giydirerek ürettiği klonlanmış bir yaratıktır. Batının ve geçen asırdaki solun taktiklerini kullanan yeni sözde Müslüman örgütler, öfke ve kin ile hareket ederek batının bölgedeki birçok emelini meşrulaştırmaktadırlar.

    Oysa ki, tüm dünya bilir ki, dünyaya savaş hukukunu Müslümanlar cihad ile öğretti. BM dahil uluslararası kurumların çoğu Müslümanların dünyaya savaş hukukunu öğrettiği hakikatini ikrar eder. Geçen asırda Cezayir’de Abdulkadir Cezairi, Fas’ta Abdülkerim el-Hattabi, Libya’da Ömer Muhtar, Filistin’de İzzettin Kassam, Kafkaslar’da Şeyh Şamil vb birçok direniş lideri emperyalizm ile nasıl mücadele edileceğini bize öğreten liderlerdi. İslam, kıyamete kadar cihadın var olduğunu söyler. Ancak savaşta sivillerin ne şartta olursa olsun öldürülmesine asla müsaade etmez. İntihar saldırılarını asla tasvip etmez. Zira İslam, ne kılıç dinidir ne de teslimiyet. İslam, barış ve savaşta da adaleti gözetir.

    Sonuç olarak, Batı’nın bugün ürettiği bu ucube terörün bizim zaaflarımıza bina ederek yaptığı çalışmalar-projeler olduğunu da unutmayalım. İslam dünyasındaki işgaller, diktatör rejimler, her gün yaşanan onlarca katliam ve bunun üzerine cehalet, fakirlik, ayrılıklar, şiddet eğilimini de yüklediğinizde DAİŞ terör örgütünün nasıl adam devşirdiği çok rahatlıkla görebilirsiniz.

  7. Tahran-Riyad Krizinde İnce Hesaplar

    Leave a Comment

    İran-Suud krizi neden şimdi patlak verdi? Bu kavga bir mezhep kavgası mı? Suud ve İran’da neler oluyor? İran’ın Pers rüyasına Şii düşünürler ne cevap veriyor? Bölgeyi ne gibi tehditler bekliyor. Pers-Arap kavgası arasında Türkiye ne yapacak? Bu krizin Rusya’ya etkisi ne olacak?

    2016 yılına Suud-İran gerginliği ve Suriye’nin Madaya beldesindeki açlık ölümlerini belgeleyen fotoğraflar ile girdik. Rejim ve Hizbullah militanları kuşatması altındaki Madaya’dan gelen görüntüler ümmetin çaresizliğini ve en utanç verici halini gösteriyordu. Onlarca kişi açlıktan ölmüş ve binlerce insan ölümü bekliyordu. Yardımlar, açlıktan sokak hayvanlarını yiyen insanlara ulaştırılamıyordu. Oradan gelen resimlere bakmamak için kendime engel olmaya çalışsam da yine de bakmak zorunda kalıyordum. Ve sonuç insanlığımdan utanıyorum ve göz yaşlarımı tutamıyorum. Şimdilerde hafızamın tamamen hali olmasını ve zihnime hiçbir şeyin gelmemisini umut ediyorum. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinden sonra, böylesi karelere o kadar çok tanıklık ettim ki bu yıllar zarfında hayatın manasını birçok kez sorgulamak zorunda kaldım.

     

    SUUD KİMLERİ NİÇİN İDAM ETTİ?

    Suudi Arabistan, 2 Ocak Cumartesi günü 47 kişiyi idam ettiğini açıkladı. İdam edilenlerden 3’ü Şii idi ve aralarında Şii din adamı Nimr el-Nimr’de vardı. Nimr, ateşli konuşmaları ile hem bölünmeyi savunuyordu hem de Suud’da yüzde 10 nüfusa sahip olan Şii halkını ayaklandırmakla suçlanıyordu. Nimr, 2012 yılındaki gösteriler sonrasında tutuklanmıştı. Diğer 43 kişi ise terör eylemlerine karıştıkları ve el-Kaide ile DAEŞ bağlantıları gerekçesi idam edilmişlerdi. İdam edilenlerin hemen hemen tümü Suud vatandaşıydı. Suudi Arabistan, el-Kaide’nin ülkedeki lideri Faris eş-Şuveyli ez-Zahrani ve diğer bağlılarını 2004 yılında tutuklamıştı. Zahrani, Suud’un aradığı en tehlikeli insanlar listesinde idi.

    Bu kararları ile Suud aslında, 1980 yılında Cuheyman el-Uteybi tarafından düzenlenen Mekke baskınından sonra ilk kez bu kadar Sünniyi idam ediyordu. Ayrıca, İnsan Hakları İzleme (HRW) örgütü de Suudi Arabistan’ın cihadi eylemlere katıldığı gerekçesiyle 2013’te DAEŞ’in ortaya çıkması sonucu ilk kez vatandaşlarını idam ettiğini açıkladı.

    Bu iki gerçek bize, aşırı Sünni silahlı grupların Suudi Arabistan için Şii muhalefetten daha çok tehdit oluşturduğunu ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra, olayı iyi analiz ettiğimizde Suud’un, hakikatte el-Kaide lideri Faris ez-Zahrani ve adamlarını idam ederken aşırı muhafazakar çevrelerden gelecek “krallık ayrılıkçı şiilere ayrılıkçılara dokunmuyor, sünnileri idam ediyor” eleştirilerine maruz kalmamak için de 3 Şii’yi idam ettiği ortaya çıkıyor.

    Suud’un apar topar bu kararı almasında 26 Aralık’ta DAEŞ terör örgütü lideri Ebubekir Bağdadi’nin “Teröre Karış İslam İttifakı”nı kuran Suud’a karşı isyan çağrısında bulunduğu ses kaydının yayınlanması etkin rol oynuyor ve Suud’un bu ses kaydi sonrası cihadcıları açıkça hedef aldığı görülüyor.

    Riyad yönetimi, uzun süredir, Suriye ve Irak’a giden ve DAEŞ’e katılan vatandaşları dolayısıyla ciddi bir güvenlik tehdidi ile yüz yüze olduğunu dile getiriyordu. Ülke içinde son yıllarda Şii camilere ve güvenlik merkezlerine yönelik birçok saldırı düzenlenmişti. Suudi yönetimi, bu olaylar sonrası DAEŞ ve el-Kaide yanlısı yüzlerce kişiyi tutukladı. Tutuklamaların çoğu internet üzerindeki yazışmalardan elde edilen bulgular üzerinden olmuştu.

    Suud yönetimi, güvenlik sebepleri nedeniyle 2014 yılında Suriye’de “cihada” katılımı suç olarak kabul etti. Suud müftüsü de, “Suriye’de cihada gidenleri şehadet değil büyük bir yıkım bekliyor” diye açıklamada bulundu. Fakat Suud’un attığı tüm bu adımlar DAEŞ ve el-Kaide’ye katılımı engellememiş olmalı ki, Ocak başında onlarca kişi kılıçtan geçirilip, kurşuna dizilerek idam edildi. Burada ince hesapların yapıldığı çok iyi görülüyor.

     

    İRAN NEDEN BU KADAR SES ÇIKARDI?

    İran, her yıl yüzlerce kişiyi siyasi nedenlerle ve özellikle bazılarını da Suudi Arabistan lehine çalışmakla itham edip idama mahkum ediyor. İdam edilenlerin büyük çoğunluğunu Kürtler, Beluclar, Ahvazlılar ve Azeriler oluşturuyor. Büyük bir meydanda halkın ve medyanın huzurunda idam edilenlerin resimleri her ay dünya medyasına düşüyor. Bunları gözönüne getiren uzmanlar, “İran, idamlardan dolayı şikayette bulunacak en son devlettir” açıklamasında bulunuyor. Bunun yanı sıra, Mısır’daki, Bangladeş’teki idamlara, Suriye’deki mezalime ve hatta İsrail tarafından öldürülen Hizbullah lideri Semir Kantar için bu kadar yüksek ses çıkarmayan İran’ın da ince hesaplar peşinde olduğu çok açık bir şekilde mülahaza ediliyor.

    Uzmanlar, İran’ın 3 Şii’nin idamına diplomatik sınırları aşarak bu kadar sert tepki vermesini, son yıllarda Suriye ve Irak’taki uygulamalarından dolayı kendisinden rahatsız olan Şiileri etrafına kenetlemek için yaptığı yorumunda bulunuyor. Ayrıca bölge halkları nezdinde kaybettiği kamuoyunu yeniden kazanma girişimi için bir hamle olduğu analizinde bulunuyor. Buna ek olarak, İran’da 26 Şubat’ta düzenlenecek Uzmanlar Meclisi (Hubregan) ve 10. dönem milletvekili seçimleri muhafazakarlar ve reformcular arasında bir dönüm noktası olarak görülüyor. Bundan dolayı muhafazakarların bu gerginliği büyüterek seçimlerde güç elde etmek istidiği de ifade ediliyor.

    Suud-İran arasındaki gerilimin tarihi, 1979 İran Devrimi’nin olduğu yıllara kadar uzanıyor. İran-Irak Savaşı bu gerilimi besleyen en büyük olaylardan biri idi. İran, o dönemde, Suud’u Saddam Hüseyin’e destek vermek ile suçlamıştı. İki ülke arasındaki kriz, son yıllarda, Suud’un 2011’de Bahreyn’deki gösterilere askeri müdahalesi, Suriye’deki savaş, Lübnan’daki siyasi kriz ve Eylül 2015 Haccı’nda Mina’daki izdihamda yüzlerce İranlı hacının ölümü dolayısla daha da tırmanmıştı. Hakikatte, uzmanlar iki ülke arasındaki halihazırdaki krizi son 30 yılın en kötü aşaması olarak okuyorlar. Daha önce iki ülke arasındaki kriz bu dereceye varmamıştı deniliyor.

    Tahran ve Meşhed’deki Suudi Arabistan elçiliklerinin yakılması, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesi ve savaş naralarının atılması olayın ciddiyetini göstermeye yetiyor. Fakat iki devlet arasındaki düşmanlığın tarihine baktığımızda burada daha öte bir sürprizin olmayacağını söyleyebiliriz. İran’ın burada yaptığı en büyük hatalardan bir tanesi, her krizde olduğu gibi diplomatik temsilciliklere ve diplomatik misyon mensuplarına saldırmasıydı. Dünya devletleri arasında İran’ın bu konudaki sicili de zaten hiç parlak değil.

     

    BÖLGEDE SOĞUK SAVAŞ YILLARINA DÖNÜŞ

    Tüm bunlar gösteriyor ki, Suud ve İran arasındaki gerilim biraz daha artarak “soğuk savaş” taktikleri ile tırmanmaya devam edecek. İki devletin, Suriye ve Yemen’deki müttefiklerine destekleri arttıracağı ve bunun da vekalet savaşlarını ve mezhep gerilimini arttıracağı inkar edilemez bir gerçek.

    Coğrafyamızda son yıllarda bölgesel bir kavganın olduğu bariz bir şekilde görülüyor. Petrol fiyatlarının düşürülmesi, İran’nın Batı ile nükleer müzakereleri, yaptırımların kaldırılması girişimleri, Tahran’ın uluslararası arenaya dönüşü ve batılı bakanların sık aralıklarla İran’a artan ziyaretleri ve Suriye görüşmelerinde iki ülkenin karşı masalarda oluşu bu kavganın diğer bir çehresini gösteriyor. Bu gelişmeler ayrıca bize, gerçekte siyasi olan kavganın, bölgesel ve yerel alanda mezhebi kavgayı tetikleyeceğini ve iki ülke arasındaki ilişkilerinde uzun süre donuk süreceğinin işaretini veriyor.

    Sorun İran’ın bölgede rol alması değil. Onurlu bir şekilde elbette rol alması onun da hakkı. Ancak yıllardır izlediği mezhebi politikalar dolayısıyla yıprattığı coğrafyamızda mezhebi kullanarak bölge halkının kıyımına iştirak etmesi ve diktatörlerden yana tavır olması çok ürkütücü bir tablonun ortaya çıkmasının yanısıra İran’ın Batı’nın emellerine hizmet ettiğini de gösteriyor. Iraklı ünlü Şii alim merhum Seyyid Mehdi el-Hekim, “Saddam her şeyde zalim idi. Fakat zulmünü ortak dağıtmakta adildi” diyordu. Saddam, Şii, Sünni ve Kürt demeden herkese zulmediyordu. Çünkü, diktatörlüğün ve zulmün dini yoktur. Iraklı ünlü Şii edebiyatçı Ahmed el-Muhna, şunları söylüyor: “Saddam zulmünü herkese eşit dağıtıyordu, fakat bugün benim mezhebime bağlı olanlar, Şiileri hem Yahudileştirip gettolara mahkum ediyor hem de zulmü bir grup ekseninde yoğunlaştırıyor.”

     

    İRAN BÖLGEDE NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

    İran’ın bölgede ve hatta İslam coğrafyasında ne yaptığını anlamak için Afganistan ve Irak işgali dönemlerine, Irak’ta 2007 sonrasında oluşan politikalara ve Suriye’de ortak olduğu mezalime dönüp bakmamız gerekiyor.  Bunun yanı sıra, İran asıllı Amerikalı, Beyaz Saray’da ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nda danışmanlık yapmış olan Vali Nasr’ın 2006 yılında kavramlaştırdığı “Şii Uyanışı” kitabına bakmak gerekiyor.  Ayrıca son 15 yılda, İran’ın kendi alanını giderek genişletmesiyle beraber bölgede ciddi tedirginlikler yarattığını belirtmemiz gerekiyor.

    Irak işgali sonrası ABD, bölgeden çekilirken de düşman(!) ilan ettiği İran’a Bağdat’ı teslim etmişti. İşgal, talan ve tecavüz edilen Irak, mezhep çatışması için Batı’ya lazım olan İran’a altın tepside sunuldu. Bugün Irak, artık ikinci bir İran’dır. Nitekim ABD’nin Irak’ın başına koyduğu Maliki yönetimi, her alanda İran’la işbirliği içinde yürümekteydi. Yine Afganistan’a müdahale eden Batı, orada yüzde 9’larda olan Şii Hazaraları devletin kilidi konumuna getirmişti. İran’ın Esed’e destek için Suriye halkının katliamına müdahil olması ve Yemen’de Husilere verdiği destek ile bölgede dengeleri alt üst etti. İran’ın başta Lübnan olmak üzere İslam coğrafyasının birçok “Mukavama/Direniş” adı altında yürüttüğü çalışmalar, bölgede hem mezhepçiliği hortlattı hem de iç savaşın temellerini attı. Batı’nın “İslam’a karşı İslam” ile yapmak istediği tam da buydu. Yani Şii-Sünni yaklaşımlarıyla iki İslam’ı vuruşturmayı amaçlıyorladı.

    Büyük güçler, sınırları içinde yaşayan Müslümanların Şia’ya yönelmesini, Sünni İslam’da kalmalarına tercih ediyor. Sünni Müslüman nüfusa sahip Çin, Rusya, hatta Hindistan dahi bu yöntemi uyguluyor. Müslümanların yaşadığı coğrafyaları İran’ın etkisine açıyorlar. İran’a düşman algısı oluşturan ABD ve Batı ise işgal ettiği ülkeleri, toprakları İran’a terk ediyor. Irak’ın İran terkiyle ve Suriye’de İran’ın Esed ile birlikte yaptığı katliamlara sessiz kalınarak Arap-İslam coğrafyasının ortasına bir Şii kitle konarak mezhep gerilim zirveye çıkarılmıştır.

    Bunu fırsat olarak gören İran da kadim Pers imparatorluğunun rüyasını yeniden görmeye başladı.

     

    PERSLERİN VE ŞAH İSMAİL’İN RÜYASI

    İran yeniden Perslerin ve Şah İsmail’in yayılmacı rüyasını görmeye başladı. Pers imparatorluğu Anadolu’dan Suriye ve Yemen’e, Kafkaslardan Afganistan’a kadar etkili büyük bir güçtü. Persler, bu bölgeleri kendi gücü ve tabii hinterlandı olarak görüyordu. Perslerden yıllar sonra Şah İsmail benzeri rüyaya kapıldı ve bu hinterland ele geçirmek için İran’ı Şiileştirdi ve siyasi hedefleri için bu Şiileri kullanmaya çalıştı.

    Bugünkü İran coğrafyası hakikatte Selçukluların coğrafyasıydı, Sünni Türklerin hakimiyetindeydi. Osmanlı devletine karşı bir cephe açmak isteyen Safeviler Şiiliği seçerek, oğuz boyundan Türkmenleri, bugünkü Azerilerin dedelerini Şiileştirdi. İran, Orta Asya ile Osmanlı arasında bir bariyer oldu. Orta Asya ile Osmanlı’nın siyasi, kültürel bağları koptu. Osmanlı, Rus ilerleşiyi karşısında Asya’daki Müslümanların yardımına bu bariyerden dolayı gidemedi. Şah İsmail’in Anadolu üzerinden Suriye ve oradan Akdeniz’e inme rüyasını ise Yavuz Sultan Selim engelledi. İranlı ünlü düşünür Ali Şeriati, Şah İsmail bu rüyaya kapılmasaydı, Osmanlı batıyı Müslümanlaştıracaktı diyordu.

    Şah İsmail’in rüyası çöktükten sonra 500 yıl İslam dünyası rahat bir nefes aldı. Hatta Nadir Şah döneminde Şii-Sünni yakınlaşması için İran ve Osmanlı arasında çok önemli adımlar atıldı. Ta ki İran devrimine kadar. Hatta İran devrimi öncesi Suud yönetiminin Şiilerle ilişkileri iyiydi ve Avrupa’da okuyan birçok Şii, Suudi Arabistan’ın bursuyla okumuştu. Bunlar arasında bugün Irak’ta bakan olmuş Şiiler de var.

    Batı, Rusya, Çin ve Hindistan İslam dünyasının ortasına bir Şii tampon bölgesinin kurulmasını istemekte. Çünkü bu coğrafyanın kendi iç meseleleri üzerine boğuşması onların da bu coğrafyayı istediği gibi sömürmesinin önünü açacaktır. Perslerin yeniden önünün açılması ve Irak’ın onlara altın tepside sunulmasının gerisinde Batı’nın dile getirdiği bu bariyer düşüncesi ve İran’ın 500 yıl sonra gördüğü Şah İsmail’in rüyası yatmaktadır.

     

    ŞİİLER PERS RÜYASINA NASIL BAKIYOR?

    Doğrusu birçok Şii , Pers rüyasının peşine düşen, Irak’ta ve Suriye’de bu coğrafyanın çocuklarını katleden İran’a ciddi tepki gösteriyor. Fakat, İran suikastler ve baskı ile son yıllarda birçok Şii düşünür ve alimi susturdu. İran’ın yıldırma politikaları rağmen cesurca konuşmaya devam Şii düşünür ve alimlerin sayısıda azımsanacak kadar az değil.

    2014 yılında hayata veda eden ünlü Lübnanlı Şii alim Hani Fahs, 1515 yılında Şah İsmail’in bıraktığı yerden yayılmacılık siyasetini aynı yöntem ile sürdürmek isteyen İran’a sert tepki verenlerdendi. İran’ın Şah İsmail ve Pers rüyasına kapılmasının Şiilere çok büyük zarar verdiğini belirten merhum Fahs, “Şah İsmail’den sonra Şiiler bu coğrafyaya 500 yılda zor uyum sağladı. İran’ın aynı rüyası yüzünden 500 yıl daha kaybetmek istemiyoruz” demişti.

    Iraklı ünlü Şii düşünür Ahmed el-Muhna da, “mezhebimin mensupları Irak’ta, Lübnan’da ve daha birçok yerde iktidar olmadan önce veya güce kavuşmadan önce tüm Arap ve İslam coğrafyasında edebi, siyasi ve toplumsal hareketler arasında Şiiler vardı. Hatta solcu, milliyetçi ve demokratik hareketler içerisinde bile. 2005 yılına kadar Irak’ta Şiiler mazlumdu. Lübnan Hizbullah’ı tüm İslam aleminde el üstünda tutuluyordu ve hatta ünlü batılı filozof Michel Foucault bile devrimimize sempati duymuştu. Fakat “Soğuk Savaş”ın bir aleti haline getirildik” diyor. Yahudilerin geçmişte yaşadıkları uzlet gibi Şiiler de bir uzlete mahkum ediliyor diyen Muhna, geleneksel mazlumiyet teorimiz artık kimsenin umurunda değil çünkü artık herkes bizden nefret ediyor. Suriye, Irak ve Yemen’de İran’ın oynadığı oyunlardan dolayı bu kez zalim, mazlum taifenin içinden çıktı” diye feryat ediyor.

    Hizbullah’ın kurucusu Suphi Tufeyli, Lübnanlı Şii alim Ali el-Emin gibi daha birçok kişi İran’ın Pers rüyasına sert tepki veriyor.

     

    PERS-ARAP KRİZİNİN REÇETESİ TÜRKİYE

    Pers-Arap kavgasının kökleri çok derindir ve ayrıca Şii-Sünni mezheb kavgasının da. Bu coğrafyada bu kavgayı engelleyebilecek tek ülke Türkiye’dir. Son Tahran-Riyad gerilimi tamamen siyasidir. Suud, milli güvenliği tehlikede olduğu gerekçesiyle 47 kişiyi idam ettiğini ilan etti. Bölgesel güç olmak için çabalayan İran da kaybettiği kamuoyunu yeniden kazanmak için bir mücadele veriyor. İran, Arap Şiileri hem Suudi Arabistan’a karşı hem de Türkiye’ye karşı kullanmak istiyor.

    Son yıllarda Iraklı sünniler yalnızlaştırıldı ve bugün güçlü bir hamileri olmadığı için terör örgütü DAEŞ’e mahkum edildiler. Suriye’de 6 yıldır devam eden zulme bugüne değin hem İslam alemi hem de Batı sessiz kaldı. Suud, bugün Suriye’de İran’a cevap vermeye kendini zorunlu görüyor.

    Türkiye Pers-Arap krizini çözmek için Suriye’deki siyasi muhalif kanada desteğini daha çok arttırmalı ve mezhebi tıkanıklığı çözmeli. İran’a son yıllarda izlediği mezheb eksenli politkalarının Sünni sokakları rahatsız ettiğini çok iyi açıklamalı. Sudan ve Nijerya’dan, Endonezya ve Malezya’ya İslam dünyası son yıllarda resmen İran’a isyan ediyor. İran’ın bunu görmesi ve bu hendekten çıkması için yardımcı olabilecek tek ülke de Türkiye. Türkiye aynı zamanda Suudi Arabistan’a Arap Şiileri de kapsayacak bir siyaset gütmesi için destek vermeli. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin yeni yol haritası ile Rusya’dan Kürt kartını geri almalı.

     

    RUSYA SURİYE’DE BİR BATAKLIKTA

    Tahran-Riyad gerginliği en çok Rusya’yı endişelendiriyor. Ki bundan dolayı Rusya hemen arabuluculuk için aday olduğunu açıkladı. Rusya bugün Sünni dünya ve Şii dünyası arasında yol ayırımında. Rusya, Suud-Türkiye yakınlaşmasını da Sünni ittifakın güçlenmesi olarak okuyor. Suudi Arabistan’ın Asya’daki birçok ülke ile ilişkileri hem Tahran’ı hem de Moskova’yı korkutuyor. Suud, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde Yemen için lehine verdiği desteği kaybetmemek adına Yemen’de hızlı adımlar atabilir.

    Rusya bütçesi, 2016 yılı için, bir varil petrol fiyatını 50 dolar olarak belirledi. 36 dolar civarında olan petrol fiyatları yükselmez ve bu seyirde devam ederse Rusya bu yıl içinde ekonomik krizle boğuşmak zorunda kalabilir ve Suriye’deki askeri harcamalar Moskova’ya çok ağır gelebilir. İran-Suud krizi Suriye’ye yansır ise Rusya bu kez hakiki manada tercih yapmak zorunda kalacak ki bu da onun için çok zor. Çünkü Arap ve İslam aleminin tümünü kaybetmekle karşı karşıya.

    İran bölgede yeni bir savaşı kaldıracak güçte değil. Hem ekonomik olarak hem de askeri. Her ne kadar askeri şovlar yapsa da hem uçak füzeleri yeterli değil hem de hava savunma sistemleri yok. İran’ı en çok korkutan ise bu bölgesel krizin iç siyasete yansıması. Bunun da İran için ciddi sonuçları olacak. İran’ın dini lideri Hamaney de hasta olduğu için Muhafazakarlar da onun yerini alacak bir isim üzerinde henüz uzlaşmış değil. Reformcular, Suudi Arabistan ve Türkiye’ye yönelik ılımlı bir yol izleyebilir. Fakat ona da İran Devrim Muhafızları müsade etmiyor. Reformcu birçok lider 6 yıldır halen ev hapsinde.

    İran ile Arap alemi arasında kalan Rusya, yeniden İslam alemine ve Sünni dünyaya yakınlaşmak için Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalacak ki, zaten ekonomik sinyaller bu gerçeği çoktan zorunlu kılmış durumda.

     

     

  8. Şark Yeniden Dizayn Edilirken!

    Leave a Comment

    COĞRAFYAMIZI DİZAYN EDEN ANTLAŞMA: SYKES-PİCOT 100 YILINDA KADEŞ’TEN SYKES-PİCOT’YA BİLAD-I ŞAM’IN DEĞİŞEN HARİTALAR

    100. yılına girdiğimiz Sykes-Picot Antlaşması çöktü mü? Kerry ve Lavrov yeni Sykes ve Picot mu? Suriye’de 5 yıldır devam eden savaş neden sona ermiyor?

    Bilad-ı Şam haritası ilk kez Mısır Firavun’u ile Hitit Kralı III. Hattuşili arasındaki Kadeş Antlaşması ile çizildi. En son 1916 yılında, İngilizler ve Fransızlar arasında Sykes-Picot Antlaşması ile bu coğrafyanın sınırları belirlendi.

    2016 yılının ilk günlerindeyiz. Umutlanmak istiyor insan, bu yıl barış için, huzur için ve bölgemizin selameti için; lakin coğrafyamızda birkaç yıldır işlenen katliamlar, süregelen kaos ve virane şehirler, bu ümidimizi şimdilik kara kış gibi donduruyor.

    Hele bu yılın, bir de, I. Cihan Harbi sonrası, Osmanlı coğrafyasını batının emelleri ekseninde dizayn eden Sykes-Picot anlaşmasının 100. yılı olduğunu düşününce, bu seneyi sanki dünyamızın dondurucu kutup bölgelerinde geçireceğimiz hissi veriyor insana…

    Kadim coğrafyamızın Mezopotamya ve Bereketli Hilal’i, Müslümanların Bilad-ı Şam’ı, Fransızların Levant’i ve İngilizlerin Middle East’i yeniden ameliyat masasında. Son yıllarda yaşadıklarımız, medyaya yansıyan raporlar ve halihazırdaki durum iyi analiz edildiğinde İslam dünyasının, özellikle Ortadoğu’nun etnik köken ve mezhep açısından bir ayrışmaya ve çatışmaya zorlandığı çok bariz bir şekilde görülmekte. Kısacası, Suriye’deki savaş, enerji savaşları ve bölünme senaryolarını yeniden gündeme taşıdı.

    CETVEL İLE ÇİZİLEN YAPAY SINIRLAR

    İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız Albay George Picot, yüzyıl önce, 1916 yılında, Osmanlı topraklarını bölüşmek için, İngiliz ve Fransız yönetimleri adına, gizli bir anlaşma yaptılar. Rus Çarı da bu ittifakın bir parçasıydı ilk başta. Çar, bu ittifak çerçevesinde boğazlardan ve Türkiye’nin doğusundan bazı şehirleri alacaktı. Ancak 1917 Rus Devrimi sonrası, Rusya bu ittifakın dışında tutuldu. Devrimin lideri Lenin de gizli anlaşmayı deşifre edince, dünyanın bu gizli anlaşmadan haberi oldu. 1918 sonrası Sykes ve Picot, Paris ve Londra’da, yeniden Suriye ve Irak haritası bugünkü halini alıncaya kadar orjinal müsvedde üzerinde epey çalıştılar. Halihazırdaki cetvelle çizilen sınırlar ise, 1920’de San Remo Konferansı’nda ortaya çıktı.

    Sykes-Picot haritasının ilk orjinal hali, hiç dikkatinizi çekti mi bilemiyorum? Asıl haritada Musul, Mardin, Urfa, Halep, Hama, Humus ve Şam Fransız kontrolündeki Sünni Arap bölgesi olarak çizilmiş. Sanki bugün yaşananları özetliyor harita. Hani yüzyıl sonra işler yine aslına mı dünüyor diye düşünmeden edemiyor insan…

    Tarihe şöyle bir baktığımızda biliyoruz ki, Musul’u yönetenler Halep ve Şam’ı da yönetmiştir veya Şam’ı ve Haleb’i yönetenler Musul’u da idaresi altına almıştır. Hamdaniler ve Zengiler bunun geçmişteki örnekleri. Peki! şimdi sormak gerek; Musul’u DAEŞ’e bir günde sunanlar ve Sykes-Picot sınırlarını aşıp Haleb’in yolunu gösterenler aslında bir taşla iki kuşu vurmayı amaçlamıyorlar mıydı? Birincisi; Sünni bölgeleri muhaliflerden arındırıp terörize etmek ve İran’ın önünü açmak, ikinci olarak da Sykes-Picot ittifakının orjinal haline yeniden dönüşünü adım adım sağlamak.

    CİN ŞİŞEDEN ÇIKTI

    DAEŞ terör örgütü, geçen yılın başında, Suriye-Irak sınırındaki son sınır kapısı olan Tanaf’ı ele geçirdiğinde uzmanlar, “DAEŞ, Sykes-Picot Anlaşması’nı yırttı” yorumlarında bulundu. DAEŞ lideri Ebubekir el-Bağdadi de, “ilerleyişimiz, Sykes-Picot tabutuna son çiviyi çakana dek durmayacak” demişti. Bugün, Irak’ın 2. önemli şehri Musul’u elinde bulunduran örgüt, Suriye topraklarının önemli bir bölümünü de elinde bulunduruyor.

    Irak’taki en çelişkili tablo ise görünürde İran’la kavgalı ABD-Batı’nın Irak yönetimini İran’a terk etmesi ve hatta altın tepside sunması idi. Irak’ın başına geçirilip ülkeyi ikinci İran yapan, etnik ve mezhebe dayalı her türlü husumeti körükleyen Maliki de, DAEŞ gibi örgütlerin büyümesinde en büyük payı olanlardan biri.

    Hakikatte, barbar terör örgütünün mimarları, DAEŞ’in katliamları üzerinden geçen yüzyılın diktatörlerine binlerce kez merhamet etmemizi sağlıyorlar. Bu coğrafyada orduların ve istihbaratların büyük güçlerin emelleri için geçen yüzyılda halklarını nasıl kıyımdan geçirdiklerini anlatmaya gerek var mı?

    ABD’nin gözetiminde Rusya ve İsrail’in de desteği ile İran’ı çok zekice bölgenin derinliklerine çekiyorlar. Rus çarı kadim rüyalarının peşine düşerken, İran da yüzyıllar sonra Şah İsmail’in Akdeniz’e inme projesinin hayallerini kurarken, Batı da mezhep kavgasının oluşturacağı etkinin rüyalarını iştahla takip ediyor. Bugün PKK’nın terörü şehre indirmesinin nedeninin Kürt halkının çıkarlarını korumak değil bilakis büyük Rus Çarı ve İran şahının hedeflerinin tahakkuku olduğunu bilmeyenimiz yok gibi…

    DAEŞ kabusu ile birlikte İngilizler, 100 yıl önceki asıl hülyalarını yeniden tahakkuk ettirmenin yollarını arayacak, İran da barbar DAEŞ tedhişini gösterip Sünnilere yönelik her türlü zulmün yolunu meşru gösterecekti. Böylece Cin şişeden çıkmış olacak ve bölge yeniden karışacaktı.

    SAN REMO ÇÖKTÜ SIRADA SYKES-PİCOT VAR

    Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, geçen yıl, el-Hayat gazetesine verdiği röportajda, “Ortadoğu’da Sykes-Picot anlaşmasıyla çizilen sınarlar yapaydı. Suriye ve Irak’ta yeni sınırlar kanla çiziliyor” demişti. Bölgede akan kanlar hududları aştı. Halkların zihinlerindeki sınırlar da kalktı. Sadece coğrafi hududlar kaldı. Onları da artık umursayan yok gibi…

    Coğrafyamızın gelecekte San Remo Konferası’nda belirlenen siyasi sınırlara yeniden döneceği beklentisi içinde olanlar yanılıyor. San Remo Konferası’ndaki harita çöktü diyebiliriz, ancak Sykes-Picot’a aynı şeyi söylemek için henüz erken. Ancak bu yapay sınırların da tutmayacağı çok aşikar. Artık Sykes-Picot anlaşmasının ilk haritasına mı dönülür; yoksa yeni bir Bilad-ı Şam haritası mı ortaya çıkar önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Bosna-Hersek’te yaşananların aynısı burada tekerrür ediyor. Bosna’da yaşananlara “Balkanlaştırma” diyordu, Suriye’de yaşananlara da “Suriyeleştirme” adını veriyorlar. Sonuç hep aynı taktik: Böl, parçala ve yut.

    ORTADOĞU’NIN YENİ SYKES-PİCOT’SU KERRY-LAVROV MU?

    Geçen yüzyılda Bilad-ı Şam’ın haritasını Sykes ve Picot çizmişti. Şimdilerde ise bölge ile ilgili uluslararası toplantılara baktığımızda ve bölge hakkındaki tartışmalarda isimleri öne çıkan iki ismi görüyoruz: Biri ABD Dışişleri Bakanı John Kerry diğeri ise Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov. Bu iki isim Sykes ve Picot’nun yerini alacak mı? Önümüzdeki günlerde bunu müşahede edeceğiz.

    Gelinen noktada Sykes-Picot’nun tarafları bir biçimde Suriye’de yeniden bir araya gelmiş gözüküyor. Buradan yeni bir Sykes-Picot mu çıkar yoksa Suriye sahnesinin arkasında başka hesapları mı var? Yaşamakta olduğumuz gerçekliği görmemizi sağlayacak esas soru bu.

    BİLAD-I ŞAM’IN JEOPOLİTİK ÖNEMİ: KADEŞ ANTLAŞMASI

    Bilad-ı Şam kadim imparatorlukların ve medeniyetlerin ağırlık merkeziydi. Üç semavi dinin doğduğu yerdi. Kadim dünyanın ticaretinin geçiş hattıydı. Bugün halen o özelliğini korumaktadır. Suriye, Asya ile Afrika kıtaları arasında geçiş noktası olması dolayısıyla stratejik ve jeopolitik önemi de tartışılmazdır. Bölge, bu özelliği sebebiyle geçmişten günümüze değin birçok devletin ilgi odağı olmuş ve bu nedenle de elde edilmek istenmiştir.

    Biladı-ı Şam’ın ve özellikle Suriye’nin jeopolitik önemi ilk kez dünya tarihinde Kadeş Antlaşması ile ortaya çıkmıştır. 1285 yılında yapılan Kadeş Savaşı sonunda Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit Kralı III. Hattuşili arasında imzalanan barış antlaşması, Suriye topraklarının paylaşılması ile neticelenmiştir. Bugüne kadar kaydedilmiş-bulunmuş en eski uluslarararası antlaşma, Bilad-ı Şam’ın özellikle Suriye’nin bölünmesi üzerinedir. Bu da bize bölgenin neden halen önemli bir yer teşkil ettiğini çok iyi anlatıyor.

    Daha sonrasında Bilad-ı Şam, Mısır Firavunlarının, Sümerler, Akadlar, Sasaniler, Babiller, Ahmeşiler, Roma, Bizans ve İslam medeniyetinin bir parçası olmuştur. Bölge, tarih boyunca ya Anadolu, ya Irak ya da Mısır medeniyetinin bir parçası olmuştur. Geçiş bölgesi olduğu için bu üç bölgedeki imparatorluklardan hangisi daha güçlü ise hep ona bağlanmıştır. Bundan dolayı bölgede tarih boyunca hem çok kan akmış hem de bölgenin haritası onlarca kez değişmiştir. Bölge tarihte sadece 3 kez bağımsız devlet olabilmeyi başarmıştır. Birincisi Mittaniler dönemi, ikincisi Emeviler dönemi ve üçüncüsü ise 20. yüzyılda Fransızlardan bağımsızlığını kazandıktan sonra olmuştur.

    BU KAN ARTIK DURMALI

    Bilad-ı Şam yeniden köklü bir değişimin eşiğinde. Dönüşümün halen başındayız. Maalesef bölgesel ve küresel güçlerin emelleri bölgeyi kan gölüne çevirdi. Bölgede değişim yaşanırken bazen hava saldırıları, bazen de barbar terör örgütü DAEŞ üzerinden bu coğrafyanın sadece insanları değil kültürü ve medeniyeti de yok ediliyor. O halde elbirliğiyle yapmamız gereken, ateşi söndürmekte yardımlaşmaktır.

    Fil hakika, Sykes-Picot anlaşması yüzyıl once 1916 yılında imzalandıktan sonra 1920’de bugünkü halini almıştı. Bereketli Hilal bölgesinde bugün süren çatışmaların önümüzdeki yıllarda nasıl bir harita ortaya çıkaracağını 2018 yılından sonra göreceğiz. Bu süreye kadar da bölgede çatışmaların ve kaosun süreceğini hepimiz tahmin ediyoruz. Soğuk savaş rüzgarlarının estiği yanı başımızda her gün yeni ittifaklara tanıklık ediceğiz.

     

  9. Yezidler diyarı Suriye, Hüseyinleri katlediyor

    Leave a Comment

    Suriye, zalim Yezidlerin diyarıdır. Hüseyinleri ve Fatımaları katletmeyi göze alanların mekânıdır. Orada vicdan, din ve insanlık para etmez. Burada çıkarlar ve maslahatlar her şeyin önündedir. Çıkarlar bu ülkede dini bir hüviyyet kazanır. Allah, din, vicdan ve insanlık stratejik hedeflerin hizmetine amade edilir. Böylelikle koltukları için gözleri kara birer caniye dönüşen Yezidler, Hama’da, Humus’ta, Deraa’da, Lazkiye’de ve Kamışlo’da yeni Kerbelalar için Hüseyinleri ve Fatımaları acımadan hem de tüm dünyanın gözü önünde kıyımdan geçirir.

    Yezidlerin mezhebi, dini ve meşrebi yoktur. Hatta insan bile değillerdir. Onlar için var olan tek şey koltuklarını çıkarları, stratejileri ve kozları ekseninde ayakta tutmaktır. Onun için Yezidler tarih boyunca bazen Sünnilik, bazen Şiilik, bazen Nusayrilik, bazen Haricilik ve bazen de Mürcilik adıyla ortaya çıkarlar. Herhangi bir dönemde ne onların koltuklarını ayakta tutmaya yarıyorsa, o mezhebin kisvesine bürünürler. Zalimdirler, yalancıdırlar, çıkarcıdırlar, sözlerinde durmazlar ve zaman kazanmayı çok severler. Özgürlük ve adaletten çok korkarlar. Bu kavramların saltanatlarını yerle yeksan edeceğini çok iyi bilirler.

    Zavallıları, sefihleri ve “vicdan ve Allah eksenli” olaylara bakmayan kuş beyinli insanları stratejilerinin ve çıkarlarının kölesi yaparlar. Tarih boyunca sefihler, bu zalimleri, aman kaos olmasın, aman iktidarsız kalmayalım, aman Haçlılar gelir ve aman stratejik büyük hedeflerimiz heder olmasın diye katliamlarına, zulümlerine ve vahşetlerine göz yummuşlardır. Hatta bu alçaklar ve beyinsizler, bu kaos teorilerini fıkıh kitaplarına bile dercetmişlerdir. Halbuki insanlığımız ve dinimiz bize Hüseyinler ölmesin diye gerektiğinde devletlerin bile feda edilmesini öneriyor. Üstelik Yüce Allah kitapta mazlumlar ve mustazaflar için zalimlere, firavunlara ve Nemrutlara karşı kıyamı emrederken, sultanların ve zalimlerin peşinde o-bu mezhep ve meşrebin çıkarı için koşanlar hem Allah’ı, hem Peygamberi, hem ümmeti, hem insanlığı, hem Hüseyinleri hem de Fatımaları satmaktan asla imtina etmemişlerdir.

    Evet, bu onların yol ve yöntemi peki, adalet ve özgürlük için mücadele ettiğini söyleyenler aylardır Suriye’de akan kana neden seslerini yükseltmiyor. Yoksa onlarda mı vicdanlarını ve dinlerini yüce âli çıkarlar için satılığa çıkardı. Hama’dan, Humus’tan, Deraa’dan ve Şam’dan yükselen kadın ve çocukların seslerini duymuyor musunuz? 3 bin insanın katledilmesi ve onbinlerce insanın tutuklanıp gözaltında kaybolması yetmiyor mu? Vicdanınızın harekete geçmesi için daha da mı çok kanın dökülmesini istiyorsunuz? Yoksa Suriye’nin sözde emperyalizm ve İsrail karşıtlığı sizi de mi esir aldı. Söyler misiniz Stalin’den ya da Hitler’den daha çok emperyalizm karşıtı var mıydı? Stalin’in yaptıklarına emperyalizm ile mücadele ediyor diye sessiz mi kalacağız?

    Ancak şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Esad rejimi ne emperyalizm ne de İsrail karşıtıydı. Bilakis emperyalistlerin istediği gibi bölgede oluşmuş bir azınlık yönetimdi ve emperyalizm de bölgenin parçalanmasında bu tür rejimlere hararetle ihtiyac duymaktadır. Her ne kadar birbirlerine karşı gibi görünüyor olsalar da… Esad rejiminin yıllardır ayakta kalmasının tek bir nedeni vardı, o da dâhili, bölgesel ve uluslararası kartları yani kozları çok iyi oynamasıydı. Yani iki adım ileri ve bir adım geri siyasetiydi. Fakat onlarda bugün çok iyi biliyor ki, artık bu köhnemiş siyasetle bir adım dahi ileri gidilmiyor. Son on yıldır maskeleri takıp değiştik mesajı verdiler. Yeni bir siyaset gütmeye karar verdiler. Zaman kazanmaya çalıştılar ancak halklar özgürlük ve adalet isteyince onlar da asıl çehrelerini gösterdi.

    Hakikatte, Esad rejimi zalim ve vahşi bir yönetimdir. Kanla beslenmiştir ve kan akıtmadan ayakta duramaz. Yıllardır bunun için besletildi ve göz yumuldu. Ortadoğu’nun eski kurtlarından ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger bile Esad gibi deha birini görmedim diyordu. Kissinger, “Mısır eski Devlet Başkanı Enver Sedat direkt bizim çıkarlarımıza hizmet ederken, Hafız Esad’ın dolaylı olarak çıkarlarımıza yaptığı hizmet daha fazla. Onun için deha adam Hafız Esad’ın önünde saygıyla eğiliyorum” diyordu. Herkes biliyor ki, Hafız Esad “Kissinger Planı” için gerekli olan her türlü rolü en az Enver Sedat kadar oynamış hatta Kissinger’in tabiriyle daha iyi oynamıştır.

    Bu arada, Esad rejiminin nasıl emperyalist planının bir parçası olarak ortaya çıkarıldığını anlamak için şunları bilmezi gerekiyor: Suriye ve Mısır 1958 ve 1961 yılları arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti. Bu birleşmenin öncülüğünü Arap milliyetçiliğinin lideri olarak bilinen Cemal Abdunnasır yapıyordu. 1958 yılında birleşme ilan edildiğinde, hem batı hem de Rusya çok korkmuş ve rahatsız olmuştu. Çünkü İsrail’in güvenliği tehdit altındaydı. Bunun için bu birliğin bozulması için emperyalistler, Suriye içindeki azınlıklardan bir grup oluşturdu. Bu birliğin içinde de Hafız Esad bulunuyordu ve 1961 yılında da birliği bozmakta başarılı oldular.

    Mart 1963 yılında Suriye’de Baas Partisi’nin düzenlediği askeri darbede Esad da önemli rol oynadı ve ardından orduda adım adım yükseldi. 18 Temmuz 1963 yılında ordu içindeki Nusayriler, Suriye’nin Humus kentinde gizli bir toplantı düzenledi. Toplantıda başkenti Humus olan Nusayri bir devletin kurulması kararı alınmıştı. Bu görevde Hafız Esad’a verilmişti ancak Esad bu hedefleri uygulayacak ne bir zamanı ve ne de bir ortamı hiç bulamadı. Bugün Esad ailesinin Suriye’nin büyük bölümün kaybedilmesi halinde, Akdeniz sahilleri civarında birkaç şehirde yine kendi devletlerini ilan etmek niyetinde olduklarını herkes biliyor. Hatta bu projeyi bizzat İsrail ve ABD destekliyor. Çünkü Nusayri devleti peşinden bölgede küçük de olsa Maruni ve Dürzi devletlerin kurulması peşi sıra düğmeye basılacaktır.

    Esad rejiminin adalet ve özgürlük için sokaklara çıkanları ülkeyi bölmek istiyorlar, bunlar batının ajanları demelerine bakmayın. Asıl ülkeyi bölmek isteyenler ve batının ajanları bizzat kendileri. 1970 yılında Esad rejiminin iktidara gelmesinin KGB ve CIA’nın nasıl ortak bir ürün olduğunu artık sağır sultan dahi biliyor. Yani, Siyonist İsrail devletine karşı çıkışları sadece laftan ve gösterişten ibaret…

    İşte, Esad rejiminin kirli sahifelerinden bazıları:

    1- 30 Mart 1949’da Suriye’de ilk askeri darbeyi yapan General Hüsnü Zaim bizzat CIA’nin desteğiyle hatta Şam’daki Amerikan elçiliğinden darbeyi yönetmişti. Zaim, darbe karşılığında batıya şu sözü vermişti: “Yeni kurulan İsrail’e karşı halkımın gönlünü celbetmek için karşıymış gibi görüneceğim ama size söz veriyorum bu topraklardan İsrail’e ne bir kurşun ne de bir mermi atılacaktır.” Ancak o dönemde ünlü İslam alimi ve Suriye İhvan-ı Müslimin lideri olan Dr. Mustafa Sıbai başkanlığında sık sık İsrail’e karşı gösteriler düzenleniyordu. 1963 Baas darbesine kadar İhvan ülkede çok etkindi. Daha sonra etkisi azaltılmaya çalışıldı ve ardından iktidara gelen Hafız Esad onları katlederek onlara en büyük darbeyi vurdu. Öte, yandan 40 yıldır Golan’dan İsrail’e bir kurşunun dahi atılmaması size bir sözü hatırlatıyor mu?

    2- 1967 yılında Golan bölgesinden İsrail lehine neden feragat edildi? 1967 yılında Arap-İsrail savaşı esnasında savaş bitmeden Suriye Hava Kuvvetleri Komutanı ve aynı zamanda Savunma Bakanı Hafız Esad’ın saatler öncesinden Şam Radyosu’ndan Golan’ın düştüğü neden ilan ettirdi? Bugün herkes çok iyi biliyor ki, Suriye ordusu o dönemde Golan’ın çok ötesinde İsrail topraklarındaydı.

    3- Hafız Esad 1970 Kara Eylül olaylarında Filistinliler katledilirken onlara neden ihanet etti? Yakın arkadaşı ve Baas Partisi liderlerinden Salih Cedid’in Filistinlilere yardım için tanklar göndermesini neden engelledi? Ve bu olaydan kısa bir müddet sonra tüm ipleri eline geçirdiği 70 darbesi sonrası Salih Cedid dahil tüm Baas üyelerini neden teker teker yok etti? Örneğin, Salih Cedid hapsedildi. Onlarca yıl hapiste kaldı, ailesinden hiç kimseyle görüştürülmedi ve hayatı 1994 yılında daracık bir hücrede son buldu.

    4- 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda Suriye, Irak’ın İsrail’e saldırısını neden önledi? Saddam ile arası iyi olmamasına rağmen o zaman Irak’taki Baas Partisi’ne İsrail’e saldırmamaları karşısında ne vaadinde bulundu? Yine bu savaşta Mısır’a yardım etmek amacıyla Enver Sedat’a verilen yanlış planlar nelerdi?

    5- Lübnan’da 1976 yılında Tel Zaatar kampındaki binlerce Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı mültecinin öldürülmesine Esad rejimi neden izin verdi? Tel Zaatar kampı Filistinli direnişçilerin en güçlü kampı olarak biliniyordu o dönemde. Fakat Esad rejimi Marunilere ve Falanjistlere destek vererek kamptaki 5 bin Filistinlinin kuşatılarak öldürülmelerine müsaade etti. Tel Zaatar Katliamı, Sabra ve Şatilla katliamından daha büyük bir katliamdır ve Esad rejimine halen bunun hesabı sorulmadı.

    6- Lübnan’daki solcu hareketlerin, Filistinli hareketlerin ve ülkenin birliği için çalışan örgütlerin bölünmesi için Esad rejimi ne tür çalışmalar yürüttü? Falanjistler ve Marunilerler birlikte yürüttüğü bu bölme çalışmalarının İsrail, Fransa ve ABD’nin istediği bir proje olduklarını bilmiyorlar mıydı?

    7- Suriye’deki ve Lübnan’daki birçok İslam âlimi Esad rejimi tarafından neden öldürüldü? Mesela, Suriye’nin tanınmış İslam âlimi Şeyh Mervan Hadid rejim aleyhine tehdit oluşturuyor bahanesiyle tutuklanarak, hapishanede işkence altında öldürüldü. Yine Lübnanlı ünlü İslam âlimi Dr. Subhi Salih (Türkçe’de de birkaç kitabı bulunuyor) Beyrut’ta sokak ortasında Esad’ın adamları tarafından şehid edildi. Bu arada, Lübnanlı ünlü Şii alim Musa Sadr’ın Libya ziyareti esnasında Muammer Kaddafi rejimi tarafından öldürülmesinde Esad rejiminin bir parmağı var mı?

    8- İsrail’in Lübnan’da Filistinlileri öldürmelerine neden göz yumuldu? Örneğin, Trablus kuşatması esnasında neden Filistin direniş gücünü kırmak için İsrail bahriyesiyle ortak çalışıldı? Sabra-Şatilla katliamının işlenmesine niçin göz yumuldu? Neden karşılık verilmedi?

    9- Hama’da 1982 yılında 40 bin sivil insan neden öldürüldü? Günlerce kuşatma altında kalan şehirde bir canlının dahi çıkarılmasına izin verilmedi. Şehir tank topları ve uçak bombardımanları ile yerle bir edildi. Bu tarz bir katliam bu coğrafyada sadece İsrail tarafından işleniyor.

    10- Ülkede onlarca yıldır kayıp olan onbinlerce insan hakkında neden açıklamada bulunulmuyor? Bu insanların ailelerinin ve eşlerinin miras konusunda büyük sıkıntı yaşadıkları bilinmiyor mu? Binlerce kadının eşiyle ilgili bir açıklama yapılmadığı için yıllarca dul kaldıkları bilerek mi görmezde geliniyor? Tedmür Hapishanesinde tutuklu bulunan ve yıllardır aileleri ile görüştürülmeyen insanlar var. Bu onbinlerce tutuklunun 20 yıl sonra bile olsa aileleri görüşülmesine neden izin verilmiyor? Öldürüldü iseler neden öldürüldükleri açıklanmıyor?

    Sözde direniş safında olan Suriye’nin pisliklerinden bazıları bunlar…

    Şimdi birileri bizden Hüseyinlerin ve Fatımaların öldürülmesi pahasına zalim Yezidlerin safında yer almamamızı öneriyor.

    Onlara diyecek tek sözümüz var: Yazıklar olsun size!…

  10. İsrail, terör ve İslamcı örgütler

    Leave a Comment

    Ortadoğu her zamanki sakin ve barışçıl ortamında yürüyüşünü sürdürürken Siyonist örgütler bölgeye gelip yerleşti ve terörü bölgeye getiren ilk kişiler oldular. Haganah, Stern ve İrgun örgütleri İsrail devletinin kurulmasından önce, yıllarca bu coğrafyada terör estirip, kan kusturdular… Pazar yerlerinden tutun yerleşim yerlerine kadar her yeri havaya uçuruyorlardı.

    İsrail devleti kurulduktan sonra Knesset’e giren bu terör örgütleri bu kez faaliyetlerini “devlet” eliyle sürdürmeye başladı. Ortadoğu’da bugün muhtelif terör örgütleri adına yapılan tüm suikast ve saldırılarına bakın kapının sonunda İsrail’e çıktığını göreceksiniz. Çünkü onlar hangi terör örgütü olursa olsun yönlendirmeyi çok iyi biliyorlar… Bu konuda kaleme alınmış yüzlerce kitap bulunuyor. Fransız yazar Vincent Monteil’in “İsrail’in Gizli Dosyası: Terörizm” bu kitaplardan sadece biri…

    İsrail’in özel istihbarat servislerini bir yana bırakırsak devlet adamlarının da birçoğu terör konusunda dünyaca uzman kişilerden oluşmaktadır. Bir önceki yazımızda İsrail Başbakanı Netanyahu’nun terör konusundaki uzmanlığına geniş yer ayırmıştık. Şimdi biraz geriye gidip İsrail’in terör konusundaki uzmanlığının bölgede ne tür gedikler açtığını inceleyelim…

    1954 yılında meydana gelen “Lavon Olayı” İsrail’in bölgedeki terör eylemlerinde parmağının olduğunu gösteren en bariz olaylardan biridir. İngilizler 1954 yılında, Süveyş kanalındaki askerlerini geri çekmek için karar aldığında İsrail’in bu çekilmenin kendilerine zarar vereceğini düşünerek bu engellemek için yollar düşünürler.

    16 Temmuz 1954’de Savunma Bakanı Pinhas Lavon “İngilizler’in Süveyş’i boşaltmasının anlamı”nı tartışmak için evinde bir toplantı yapmıştı. Lavon toplantıda “Mısır’daki İngiliz hedeflerine karşı sabotaj düzenleme” fikrini ortaya atmıştı. Bu sabotajların Mısırlılar tarafından yapıldığı izlenimi verilecek ve bu duruma sinirlenen İngilizler de ülkeden çıkmaktan vazgeçeceklerdi. Zamanın Mossad şefine göre de, bu operasyonun amacı “halkta kargaşa yaratarak Batı’nın varolan rejime karşı duyduğu güveni yıkmaktı.” Buna da İngilizler’in bu bölgeyi boşaltmasını önleyecek bir kriz yaratılarak ulaşılmak isteniyordu.

    İsrail askeri gizli servis üyeleri, kısa bir süre sonra Mısır’a gitti. Temmuz 1954 Mısır’ın başkenti Kahire ve Liman şehri İskenderiye’de Amerikan ve İngiliz mülkiyetlerine karşı ağırlıklı olarak yönlendirilmiş bir dizi bombalı suikast yapıldı. Her iki ülkenin elçiliklerine, kiliselere ve turistlerin gezdikleri yerlere saldırılar peşi sıra bombalı saldırılar düzenlendi. Olaylarda birçok kişi öldü ve yaralandı.

    Bu olaylarla, ülkenin yükselen gücü olan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) cemaati karalanacak ve dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır’ın da yabancıları koruyamadığı imajı verilecekti. Böylece bölgeden İngiltere askerlerinin çekilmesi önlenecek ve batının dikkati sözde dini terör estiren İslami cemaatlere çevrilecekti.

    Fakat İşler İsrail’in istediği gibi gelişmedi. Mısır istihbaratının bazı İsrail ajanlarını ABD büyükelçiliğini bombalamalarına bir kaç saat kala yakalamaları ve olayı deşifre etmeleri İsrail’in tüm hesaplarını alt üst etti. İsrail hükümeti, bu olayı önce İsrail Devleti’ne karşı atılmış büyük bir iftira olarak yorumladı ve hatta tarihte Yahudi topluluklarına yönelen “kan iftiralarına” benzetti. Bir süre sonra da apaçık olan durumu kabullenmek zorunda kaldı, ama tüm sorumluluğu Savunma Bakanı Lavon’un üstüne yıktı. Lavon istifa etti ve başarısız operasyon, tarihe “Lavon Olayı” olarak geçti.

    Lavon Olayı, İsrail hükümetinin göstermeye çalıştığı gibi “savunma bakanının bağımsız bir girişimi” değildi. Bunun için yapılması gereken iki önemli işten biri, Ortadoğu’nun bir sömürge bölgesi olarak kalmasını sağlamaktı. İngilizler’in Mısır’ı terk etmesini engellemeyi amaçlayan Lavon Olayı, bu büyük planın başarısız bir parçasıydı yalnızca.

    Şimdi Ortadoğu’da yıllardır terörün, suikastların, faili meçhul olayların, bombalı eylemlerin ve ibadethanelere saldırıların neden sona ermediğini anlayabiliyor musunuz? Bu eylemlerin ağına sadece dini gruplar değil her türlü milliyetçi, solcu ve sağcı örgüt düşebiliyor. İddia ediyorum bu coğrafyada hangi örgüt adına düzenlenirse düzenlensin, isterse bu devlet adına yapılsın –ki İsrail’in bölgedeki birçok devlet içinde de yapılanmaları vardır-, bu saldırıların yüzde 95’nin arkasında Siyonist örgütlerin emelleri yatmaktadır. “Şiddet, tedhiş ve terör” yanlısı tüm örgütler bu coğrafyada bilinçli ya da bilinçsiz olarak Siyonistlere hizmet etmektedir.

    Milliyetçi ve Solcu örgütlerin eleştirisini o fikir akımlarının üstadlarına bırakarak İslamcılara bu konuda bir uyarıda bulunmak istiyorum. İslam dünyasında geçen iki asırda büyük etki bırakmış iki büyük İslami cemaatin, Pakistan’da ünlü Müslüman düşünür Ebu’l Ala Mevdudi tarafından kurulan Cemaati İslami ve Mısır’da üstad Hasan el-Benna tarafından inşa edilen İhvan-ı Müslimin, yıllardır şiddete karşı çıkmalarının arkasındaki saik Siyonistler başta olmak üzere devletlerin örgütler üzerindeki oyunları gelmektedir…

    Büyük İslam düşünürü Mevdudi vefatından birkaç yıl önce Uluslararası Müslüman Gençlik teşkilatında yaptığı bir konuşmada dünyanın muhtelif bölgelerinden gelen Müslüman gençlere şöyle sesleniyordu: “Ey gençler!. Size tavsiyem, bu gelecek asrı İslâm’ın asrı yapmanızdır. Çünkü şu gördüğünüz batı medeniyetin çökmesine az kalmıştır. Bundan sonra insanlık hayatında bir boşluk olacaktır. Bu boşluğu İslâm’dan başka bir din dolduramaz. Size düşen bu boşluğu sabırla takip etmeniz ve gayret göstermenizdir. Hedefleri gerçekleştirmek için gizli cemiyetler oluşturmayın. Durumları değiştirmek için silâh ve şiddeti kullanmaktan kaçının. Çünkü bu tarz bir yol, acele etmekle alakalıdır… Bu tarz bir yolun sonuç olarak en kötü, zarar olarak en çok zarar verdiği görülmüştür… Doğru ve sağlam inqılab/devrim geçmişte gerçekleştiği gibi -gelecekte de gerçekleşecektir- gündüzün ortasında da ortada duran güneş gibi apaçık ve aleni bir çalışma ile mümkündür… Size düşen davanızı açıktan yaymanızdır. İnsanların kalplerini ıslah etmelisiniz. Akıllarını daha geniş düşünmelerini sağlamalısınız. Etkili hikmetle, güzel vaazlarla, güzel davranış ile güzel menkıbelerle, güzel ahlâkla donanmış kişiliğinizle ve örnekliğinizle gayenize ulaşın. Yolunuzda karşılaşacağınız zorluklar ve belâları kahramanlar gibi karşılayın.”

    Mevdudi’nin talebelerinden ve yakın dostlarından üstad Hurşit Ahmed de bunu şöyle yorumluyordu: “Pakistan’daki hükümetler cemaati karalayacak gerçek bir töhmet bulamıyordu ve iftira atarak Cemaati İslâmî ’nin adını lekelemeye başvuruyorlardı. Üstad Mevdudi davada silâh kullanmaya şiddetle karşıydı. Yeni nesil kendisinden savunma amaçlı karşı koyan faktörlere – Cemaati İslâmî ’yi hedef alanlara- karşı güç kullanmasına müsaade etmesini istemişlerdi. Ancak onların bunu yapmasına asla müsaade etmedi. Çünkü İslâm, eğer hâkim değilse evlâtlarının silâh kullanmalarının intihar anlamına geleceğini belirtiyordu. Devletlerin silahlı örgütleri çok rahatlıkla manipüle edeceğini biliyordu. İngilizlerin Hindistan’da Müslümanlar ile Hinduları birbirine düşürmek için oynadığı oyunu çok iyi biliyordu. Bunun için de “İslam’da Savaş Hukuku” adlı kitabını kaleme almıştı. Üstad Mevdudi, görüşüne delil olarak da Mekke döneminde Allah Resulünün ashabına kendilerine karşı işkence yapanlara ve zulmedenlere karşı güç kullanmasına izin vermediğini gösteriyordu. Onlara ancak Medine-i Münevvere’ye intikal edip İslâm Devleti kurduktan sonra müsaade etti.”

    Şimdi İslam dünyasının bu ünlü Müslüman düşünürlerin nasihatlerini kaale almayan bazı küçük İslami örgütlerin 70’li, 80’li ve 90’lı yıllarda başvurdukları yöntemlerin Müslümanların başına neler açtığını inceleyin… Geçmiş yıllarda şiddete başvuran hemen hemen tüm İslami örgütler 2000’lı yılların başında başvurdukları yöntemin yanlış olduğunu kavradı ve bu olaylar yüzünden ümmete verdikleri zarar dolayısı ile de özür dilediklerini açıkladı. Fas, Libya, Mısır, Cezayir ve Endonezya’daki cihadî örgütler ayrıca bu hatalarını kitaplaştırarak yeni nesile büyük İslam âlimlerini dinleme çağrısında bulundu. Bu ülkelerdeki cihadi örgütler ilk ifadelerinde “Devlet içinde devlet” düşüncesiyle nasıl kullanıldıklarını ve uyutulduklarını açık bir şekilde dile getiriyorlardı.

    Mısırlı meşhur Müslüman düşünür Seyyid Kutup da Ebul Ala Mevdudi’ye tüm yönüyle katılıyordu. Kutub’un kardeşi Muhammed Kutup, ağabeyi Seyyid’in her zaman şiddete karşı olduğunu ancak fikirlerini ne pahasına olursa olsun dile getirmekten asla çekinmediğini söyledi. Kutup, fikir ve düşünce mücadelesiyle halkları içinde garkoldukları cahili ortamdan kurtarmayı hedefliyordu.

    Yıllarını Afgan Cihadında geçirmiş ve 1989 yılında bir bombalı saldırıda şehid edilen ünlü Müslüman âlim Abdullah Azzam da yetiştirdiği herkese işgal edilmiş topraklar dışında şiddete ve silahlı mücadele başvurulmamasını öğütlüyordu. Hatta, Azzam’ın oğlu Huzeyfe Afgan cihadı döneminde bazı mücahitlerin babasına “Rusya Müslümanları katlediyor. Bazı Müslümanları gönderip Moskova’da Rusya’yı vuralım” önerisine çok sert çıktığını ve bunun istihbarat örgütleri tarafından istismar edileceğini ve Müslüman ümmete zarar vereceğini dile getirdiğini belirtmişti.

    Şimdi tekrar başa dönüp kendimize soralım: Bu yüzyılda dünya barışını sağlayacak tek din, tek ideoloji ve tek düşünce İslam olmasına rağmen tedhiş saldırılarını Müslümanların önüne kimler engel olarak koymaya çalışıyor?

    “Ey iman edenler! İman ediniz.” (Nisa / 136)