Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. Afrin, İdlib ve Suriye’deki jeo-politik savaş

    Leave a Comment

    Suriye’de tanıklık ettiğimiz savaş, klasik manasıyla bildiğimiz savaşların çok ötesinde bir yöntem ile devam ediyor. Zıt taraftaki grupların ortak çıkarlarda buluşması, iç içe geçmiş bir dizi savaş ve her gün artan insani felaket karşısında dünyadaki büyük sessizlik. Bu savaşta, sivil-asker ayrımı olmadığı gibi; politik, sosyal, ekonomik ve askeri argümanlar birbirine karışmış durumda. Geleneksel savaş tarızının tam tersi bu savaşı, kimileri asimetrik savaş, kimi dördüncü nesil savaş ve hatta kimileri bunu beşinci nesil bir savaş olarak adlandırıyor. Gelecekte insanlığın hackerlar, troller ve anonymous gibi elektronik ordu tarzıyla savaşacağını ve ülkelerin ekonomilerini bozabilecek bu gizli orduların yeni gelişmiş savaş tarzının habercisi olduğu vurgulanıyor. Yani; yeni teknolojik buluşlar ve yaratıcılık ülkelerin gücünü belirleyecek.

    Stratejistler bu yöntemleri tartışa dururken, 7 yıldır devam eden savaşta sona ha gelindi ha gelinecek derken, DAEŞ terör örgütü sonrası savaşlar yine başladı. Sahada çatışmalar yeniden şiddetlenmiş durumda. Bölgesel ve küresel tüm güçler sahada; Suud, İsrail, İran, Türkiye, ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin vb… Hakikatte son aylarda yoğunlaşan savaşı bazı uzmanlar, bir yönüyle savaşın sonuna doğru adımlar atıldığının bir habercisi diye okurken, bazıları da Allah esirgesin!! sonraki adımları daha büyük bir savaşın habercisi olarak yorumluyor.

     

    SAHADA YENİ GELİŞMELER

    Son aylarda sahada şu önemli gelişmeler yaşandı:

    1-Yılbaşı gecesi Rusya’nın Suriye’de bulunan Hmeymim üssündeki savaş uçaklarının 13 drone ile vurulması. 7 uçağın tahrip edildiği ve 10 Rus askerinin yaralandığı bildirilmişti. Putin, dronların üst düzey olduğunu ve bunların gelişmiş bir ülke tarafından yapıldığını duyurdu. Böylelikle Putin, ABD’ye resmen işaret etti.

    2-ABD’nin Suriye’de PYD/YPG terör örgütü üyelerinden 30 bin kişilik bir “Sınır gücü” kuracağını açıklaması. Türkiye’yi ciddi rahatsız eden konulardan biri bu.

    3- Rusya, İsrail ve Türkiye’nin savaş uçaklarının düşürülmesi. Suriye, bir tanesi Rus ‘Sukhoi 5’, ikincisi Amerikan F16’sı ve diğeri de Türk uçakları olmak üzere 4 uçağın düşürülmesine tanıklık etti. Bir de insansız İran uçağı var.

    4-ABD, Deyru’z Zor’da Rus askeri uzmanlarını vurdu. 100 ila 200 arasında Rus uzman hayatını kaybetti. İran’a bağlı birlikler de burada çok kayıp verdi.

    5-İran’ın, İsrail’e insansız hava uçağı göndermesi. İsrail tarafından bu drone düşürüldü. Ardından İsrail, Suriye içinde 4’ü İran, 8’i rejim üsleri olmak üzere 12 yeri bombaladı.

    Sahadaki bu mühim 5 gelişmenin yanı sıra siyasi arenada da bir yenilik yaşandı. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, 25-26 Ocak’ta yapılan Viyana zirvesi öncesi BM Suriye özel temsilcisi Staffan de Mistura’ya 23 Ocak’ta bir rapor verdi. Paris’te düzenlenen toplantıda alınan kararlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Suud ve Ürdün Dışişleri Bakanlarının iştirak ettiği Paris zirvesinde, taraflar siyasi çözümde ittifak etmişti.

    Peki! De Mistura’ya teslim edilen bu raporun önemi neydi?

    1-ABD, askeri çözümün dışında ilk kez Suriye’de siyasi bir çözüm için somut adım atmış oldu. Her ne kadar, daha önce Viyana ve Cenevre görüşmelerinde yer almış olsa dahi, siyasi çözüm için önerilerde bulunmamıştı.

    2-Sorunun çözümünde ABD, De Mistura’ya sunduğu raporda ilk kez detaylara kadar indi. Devlet Başkanının sorumluluklarından tutun da, Başbakanın yetkileri ve parlamentonun sorumluluklarına kadar geniş yer verildi. Bu önemli bir aşamaydı birçok uzman için. Bu süreçler öncesi oluşturulacak yeni anayasa ve seçimler arasındaki sürede rejimin baskısı ortadan kaldırılacaktı.

    Suriye rejimi bunu reddetti. Sadece bunu reddetmekle kalmadı, rejimin BM’deki daimi temsilcisi Beşşar Caferi, Soçi kararlarına da itiraz etti. Caferi, De Mistura başkanlığında oluşturulacak anayasal komiteyi tanımayacaklarını açıkladı. Halbuki, Rusya ile yapılan ittifak bunun aksiydi.

     

    AFRİN’DE NELER OLUYOR?

    Türkiye nazarından sahadaki gelişmelere bakarsak, olaylar şu minvalde hareket ediyor. Türkiye, 7 yıl sonra ilk kez Suriye sahasında gözle görülür önemli kazanımlar ve başarılar elde ediyor. Zeytin Dalı Harekatı bunun en önemli göstergelerinden biri. Rusya gözeteminde, İran’a bağlı milislerin ve rejim askerlerinin Afrin’e girme iddiası Türkiye’nin sahadaki başarısını gölgelemiyor. 30’un üzerinde köy alınmış ve ABD destekli terörist gruplara büyük kayıp verilmiş durumda.

    Türkiye bugün sahada muhaliflerin en önemli garantörüdür. Rusya ve ABD de, bazı şerhleri dışında Türkiye’nin garantörlüğünden memnun görünüyor. Türkiye’nin zımni şartları arasında muhaliflere dokunulmaması ve Suriye’nin kuzeyinde şimdilik Batı Fırat bölgesinin el-Bab kadar bir derinlikte (Bu da 30 veya 35 km bir derinlik demek) güvenlik sorunun hali ve ülkesine dönmek isteyen halkın buraya yerleştirilmesi gibi hedefleri bulunuyor.

    Afrin bölgesi, askeri olarak zor bir coğrafya, PKK/PYD tüm savaşçılarını genelde ikinci Kandil olarak adlandırdıkları bu bölgede eğitti. Türkiye askeri harekatını, hem sivil kayıpların olmaması ve hem de bölgesel ve küresel güçlerden gelecek tuzakları da göz önünde bulundurarak bilinçli bir şekilde bilerek yavaş yürüttü. Türkiye’nin görünen ilk amacı Suriye’nin kuzeyinin Batı Fırat bölgesinde Fırat kalkanı kadar bir alanı Akdeniz’e kadar terörden ve küresel güçlerin gizli emellerinden arındırmak.

    Türkiye’nin kararlı duruşu sonrası, Ruslar ve ABD’nin PYD/YPG terör örgütüne Afrin’den çıkması için baskı yaptığı iddia ediliyor. Asıl soru, kuzey bölgelerindeki Tel Rifat, Tel Cebin, Hareste el-Han, Heredne, Minning ve Mayer’in ne olacağı? Türkiye ordusu ve ÖSO, şimdiler Cenderis beldesi sınırlarında. Halep’in batısındaki bu yerin alınması çok önemli bir aşama olarak görülüyor. El-İs beldesine asker yerleştiren Türkiye, İdlib’in Hatay arasındaki bölgeden ve el-İs beldesi üzerinden Fırat kalkanı bölgesine kadar güvenli bir bölge oluşturmayı amaçlıyor.

    Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de kendini bu jeopolitik rekabetin tam ortasında buldu. Kendi kaderini şekillendirmeye katkıda bulunmazsa çevresindeki coğrafyayı dezavantaja çevirecekti. Türkiye, geçmişte ABD ve Sovyetler Birliği rekabetinin en güçlü olduğu bir zamanda Kıbrıs’a yönelik askeri müdahalesindeki hesaplarını hangi temeller üzerine kurdu ise bugün de Afrin Harekatı’nı benzeri temeller üzerinde; fakat olağan dışı stratejik bir tarzla kurdu.

     

    DEYRU’Z ZOR’DA ÇETİN KAVGA

    Türkiye açısından bu gelişmeler yaşanırken, sahada güçlü gibi gözüken İran ve Rusya, Suriye’nin en önemli noktalarının ABD’nin elinde olmasından dolayı ciddi rahatsızlık duyuyor. Çünkü, Cezire (Haseke), Rakka ve Deyru’z Zor bölgeleri Suriye’nin tarım, hayvancılık, petrol ve doğalgaz bakımından en önemli bölgesi. ABD, Fırat’ın doğusu olarak adlandırılan bu bölgede, Fırat nehrini kontrol ediyor. Fırat nehir üzerindeki barajı ki,   Suriye’nin elektrik ihtiyacını karşılayan önemli bir yer, tarım alanlarını, gaz ve petrol noktalarını ele geçirmiş durumda. Suriye’nin hayat damarını oluşturan bu bölge, rejimden ayrılırsa İran ve Rusya’nın vereceği desteğin de hiçbir manası olmayacak.

    İşte bundan dolayı, geçen haftalarda çok önemli bir olay yaşandı Deyru’z Zor’da. Rejim askerleri, bazı aşiretler, İran milisleri ve Rus uzmanlar, ansızın Deyru’z Zor’u ele geçirmek için bir operasyon gerçekleştirdi. Muhalif liderlerden biri olan Deyru’z Zor’daki Baggara aşireti lideri Nevvaf el-Beşir, birkaç ay önce Esed rejimi ile İran’ın da verdiği destek ile gizli bir anlaşma düzenledi. İranlılar, bu Sünni aşiret liderini ailesinin kökenlerinin 5. Şii imam Muhammed Bakır’a dayanmasından dolayı ikna etmeyi başardı. Siyasi olarak Şii olan bu aşiret liderinin Deyru’z Zor’da büyük bir evi bulunuyor. Rejim ile ittifak yapan aşiret lideri el-Beşir, Deyru’z Zor’da kendi liderliğinde bir bölge oluşturulacağı vaadiyle rejim askerleri, İran’ın Zeynebiyye ve Fatımiler milisleri ve Rus uzmanlar ile ABD’nin kontrolündeki Deyru’z Zor bölgesine saldırı düzenledi. ABD tarafından hava saldırısı ile püstürtülen çatışmada, aşiret lideri Beşir iki oğlunu ve birçok üyesini, rejim birçok askerini, İran yüzlerce milisini ve Rusya’da 100 ila 200 arası uzmanını kaybetti. Böylece İran ve Rusya’nın rejim lehine petrol ve doğal gaz bölgesini ele geçirme planları başarısızlıkla sonuçlandı. Deyr ez-Zor’un Fırat’ın doğusuna düşen yakası ABD’de, batı yakası da Rusya, İran ve rejimde bulunuyor.

     

    İDLİB’TE DURUM NE OLACAK?

    Tüm bu gelişmelerin yanı sıra önemli gelişmelerin yaşandığı yerlerden biri de İdlip bölgesi. Astana’da alınan kararla, çatışmasızlık bölgesi ilan edilen İdlip, Türkiye’nin garantörlüğüne verilmişti. Bugün üçe ayrılan İdlib’in Hicaz Demiryolu hattının doğu bölgesinde rejim ve Rusya var, Hicaz Demiryolu ve Halep-Şam otobanı arasındaki orta bölge Türkiye’nin gözetiminde, otobanın batısı ve Lazkiye arası da muhaliflerin kontrolünde. Türkiye, İdlib’in orta bölgesine 16 gözetleme noktası inşa etmiş durumda.

    Halihazırda, İdlip için de 4 senaryo konuşuluyor:

    1-İdlib’in tamamen Türkiye’nin denetimine bırakılması,

    2-İdlib’in tamamen rejime devredilmesi,

    3-İdlib’in rejim ve Türkiye garantörlüğü arasında bölüştürülmesi,

    4-ABD’nin PYD/YPG ve Arap destekçisi bazı aşiretler ile İdlib’i alma girişimi.

    Son ihtimal zayıf gözüküyor ama 3. ihtimal uzmanlar tarafından daha yakın ihtimal olarak gösteriliyor. İdlib’in doğu bölgesenin Rusya ve rejime terkedilmesi, Orta bölgenin Türkiye’nin garantörlüğüne bıraklıması. Türkiye’nin Maaratu’l Numan’da askeri üs kurması da bu sebebi geçerli kılar nitelikte.

     

    SURİYE’Yİ NELER BEKLİYOR?

    Tüm bu gelişmeler Suriye’de artık sona yönelik bir adım atıldığını gösteriyor. Tüm taraflar Suriye’nin inşa toplantıları öncesi yerlerini ve konumlarını pekiştirmeye çalışıyor. Suriye’de anlaşma şimdilik uzak görünse de son hamlelerin hızla atılıyor olması sahanın yeni gelişmelere de gebe olduğunun bir göstergesi.

    Şunu da unutmamalı; sahada ABD ve Rusya arasında soğuk ve sıcak bir savaş yaşanıyor. Bunun içindir ki Suriye krizi, bölgesel bir krizden uluslararası bir krize dönüştü. Bu sadece yeni bir soğuk savaş değil aynı zamanda sıcak bir savaş. Hedef Akdeniz ile Musul-Deyru’z Zor arasındaki enerji kaynaklarını ele geçirmek ve ek olarak tüm güçle Ortadoğu’ya dönmek ve İsrail’in güvenliğini teminat altına almaktır. 

    Diyebiliriz ki, Türkiye tüm bu gelişmeler ışığında kendisini kuşatan çalkantılı coğrafyasında, halkların kaderlerini ve siyasi sınırlarını şekillendirme hareketine katılmak zorunda bırakıldı. Özellikle diğer bölgesel ve küresel aktörler, büyük bölgede Türkiye çıkarlarına aykırı hatta bu çıkarlarına karşı yönlendirilmiş ve sömürülmüş bir şekilde bu zayıf coğrafyanın şekillendirilmesinde rol sahibi olmak için çabalıyor.

    Türkiye’nin sahada ve masada son aylarda elde ettiği gözle görülür başarısı, mutlaka sadece iradesi, güven, güç ve yeteneğiyle değil aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel güçlerin çıkarlarının mücadelesinde elde ettiği bağımsızlıkla da bağlantılıdır. Belki de zamanı geldiğinde Türkiye, kendi kendine yettiğini ve Batı’ya mutlak anlamda ihtiyacının olmadığını ilan edecektir. Ve belki de gelecekte diğer müttefikler herhangi bir hakimiyet veya çökertme mantığı olmaksızın onlara eşit muamele gösterecek bir arayışa yönelecek. Böylece dünya 5’ten büyüktür mantığı da ulusararası arena da kendini gösterecektir.

    Hasılıkelam, Suriye’de bir küresel sistemin tohumları atılıyor, kadim dönemlerde olduğu gibi, Buradaki olaylara bigane  kalmak na mümkündür; çünkü  halkların ve devletlerin kaderi burada çiziliyor ve şekilleniyor.

    NOT:  Doğu Guta ve Golan’daki İran-İsrail çatışması da başka bir yazının konusu olarak kaleme alınacaktır.

  2. Selanik, Hayaletler Şehri: Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler (1430-1950)

    Leave a Comment

    Yeryüzünde Selanik kadar olağanüstü zengin bir geçmişe sahip kent azdır. Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki önemli şehirlerinden ve batıya açılan kapısı olan Selanik’in gelişmiş bir limanı ve Avrupa’nın önemli şehirleri ve İstanbul’la demiryolu bağlantısı vardı. Üç büyük dinin Balkanların bu ilginç köşesinde ve Akdeniz’in uzantısı Ege’nin kıyısında birleşmesinden doğmuştur bu olağanüstü hikâye. Bir yanda liman kenti olmanın yarattığı iktisadi refah, öbür yanda toplumsal çeşitlilik ve kültürel zenginlik. Son beş yüzyılda çoğunluğu Türkler olmak üzere Rum, Sırp, Bulgar, Yahudi, Ermeni vb. ulusların yaşadığı Selanik, 20. yüzyılda önce siyasal sonra toplumsal ve kültürel açıdan bir Yunan kentine nasıl dönüştü. İşte Mark Mazower özetini çıkardığımız kitabında her ânı ilgi çekici olaylarla dolu kentin son beş yüzyıllık tarihini bir roman tadında anlatıyor, günlük yaşamdan heyecanlı kesitler sunuyor, eski hayaletlerin bugün bile yaşadığına ilişkin ipuçları veriyor.

    Selanik şehri, Doğu ile Batı’nın buluştuğu yerde, birbiriyle çatışan güçler ve çıkarlar girdabında bir vaha, farklı halklardan oluşan renkli bir dünyaydı bir zamanlar diyen Leon Sciaky de, “Elveda Selanik” adlı anı kitabında, bizi Türk şeyh ve dervişlerin, Yahudi tüccar ve hahamların, Macar devrimcilerin, Bulgar çiftçilerin, Rum rahiplerin, Kürt bakkalların, Arnavut oduncuların ve Fransız okul müdürlerinin birlikte yaşadığı bir masal dünyasıyla tanıştırıyor. Mazower’in kitabından sonra “Elveda Selanik” adlı kitap da okunacak kitaplar listesine alınmalıdır.

     

    Bir Osmanlı Şehri Selanik

    Selanik en güzel Osmanlı şehirlerinden birisiydi. Selanik aynı İstanbul, Kudüs, Üsküp, İzmir, Beyrut ve Filibe gibi Osmanlı İmparatorluğunun Yunanlılardan, Yahudilerden, Türklerden, Bulgarlardan, Arnavutlardan ve diğerler milletlerden oluşan küçük bir dinsel mozaik topluluğuydu. Fakat bugün hiç kimse kolay kolay bu tarihi dokuyu bu şehirde fark edememektedir. Modern Selanik binlerce apartman bloklarından, birkaç Grekoromen anıtlardan, restore edilmiş Bizans kiliseleri ve Yunan ulusal kahramanlarının heykelleri ile çevrelenmiş bir modern Yunan metropolüdür. Şehirde yarım milenyumun öncesini hatırlatan Osmanlı, Müslüman, Yahudi ve Bulgar kalıntılarından çok az vardır. Aslında, modern Selanik Yunan ulusunun inşasının büyük bir projesiydi. Diğer uluslar gibi, Yunan milliyetçiliği seçici ve tarihine (yıkıcı taraflarına) kayıtsızdırlar. Birinci Dünya Savaşından sonra, Yunan milliyetçileri bir “Grek Bizans Geçmişi” icat ettiler ve “Yahudi-Osmanlı Geçmişini” resmi toplumsal hafızalarından çıkardılar. Bu kesinlikle dünyada ilk kez yapılan bir şey değildi. Osmanlı İmparatorluğunun çok kültürlü ve kozmopolit olan büyük şehirlerinin çoğu imparatorluğun yıkılışından sonra devrimci ulus devletleri tarafından millileştirilmiş ve devletleştirilmiştir. Çoklu kültürlerin, çoklu etniklerin ve çoklu dinlerin bir arada bulunduğu “Osmanlı geçmişleri” dönemi ile ilişkilendirilerek yok edilirken, “ulusal geçmişler” icat edildi ve ulus devletlerin yeni dizaynı için “ulusal şehirler” oluşturuldu. Selanik 20. yüzyılda Bulgar, Türk, Yunan ve Arap olan bir dönemin Osmanlı şehirlerinden sadece bir örneğidir.

    Bugün “ulusal şehirler” göç dalgaları, uluslararası şirketler ve kültürün globalleşmesi gibi sorunlarla karşı karşıyadır. Kozmopolitlik yüzyıllık ulusallaştırma boşluğundan, hatıralardan çoğunluğu Türkler olmak üzere Rum, Sırp, Bulgar, Yahudi, Ermeni vb. uluslar yaşıyordu ve ekonomiden sonra tekrar misilleme yapmaktadır. Ulus devletlerin giderek çökmesi, küçük kimliklerin birleşmesi ve global politikanın yeni realiteleri insanları unutulmuş hatıraların hatırlanmasına ve geçmişi tekrar keşfetmeye davet ediyor.  Bulgarlar ve Yunanlılar Osmanlı vesayetini tekrar gözden geçirmeye ve onların Türk ve Yahudi komşularını anımsamaya hazırlanıyor. Türkler ise bir zamanlar küçük Asya’da birlikte yaşadıkları Ermenileri ve Yunanlıları hatırlıyorlar. Doğrusal milli tarihler ortaya çıkan kozmopolit entelektüel elitlerden artık memnun değil. Fakat, geçmişin anımsanması barışa mı hizmet edecek yoksa düşmanlığı tekrar mı ortaya çıkaracak sorusunun cevabı hala verilmedi. Tabi bu bizim geçmişi nasıl hatırlayacağımızla da alakalı bir durum.

    Columbia Üniversitesi Avrupa Tarihi profesörü Mark Mazower’ın Alfa Yayınları tarafından tercüme edilen “Selanik: Hayaletler Şehri” adlı çalışmasında sadece Selanik’in renkli (fakat her zaman barış içinde de olmayan) unutulmuş tarihini ortaya çıkarmakla kalmamakta, aynı zamanda şehrin geçmişinin nasıl unutulduğunu ve şehrin nasıl “Yunan” olduğunu da göstermektedir. O yenilikçi ve doğrusal tarih yazılarının ulus merkezli tek boyutluluğuna meydan okuyan bir açıklama sunmaktadır. Mazower’in Selanik’i ne sadece Yunandı ne de sadece Türk, ne sadece Yahudi’ydi ne de sadece Bulgar’dı. Bütünü için bir memleketti. İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik için kaynaşma yeriydi. Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun buluştuğu bir limandı.

    Kitap üç bölümden oluşuyor

    Selanik: Hayaletler şehri, üç bölümden oluşmaktadır: Sultan Murad’ın Yükselişi, Avrupa’nın Gölgesinde ve Kenti Yunanlaştırma. Kitap 1430 yılından Sultan Murad tarafından Selanik’in Osmanlı fethi ile başlamaktadır. 15. Ve 16. yüzyıllar boyunca Selanik bir Bizans şehrinden Osmanlı şehrine dönüştürüldü. Müslüman Selanikliler camiler, pazar alanları, derviş hazireleri ve hamamlar inşa ettiler. Önde gelen gazi ailelerinin vakıfları ve imaretleri ekonomik hayatı da canlandırdı. Kubbeler, minareler ve kuleler artık ufuk çizgisini değiştirmişti. Şehrin yeni Grek-Müslüman çehresi Hacı Halifenin Selanik’i İstanbul’un küçük bir parçası olarak görmesini sağlamıştı.

    Şehirdeki değişimin ikinci dalgası 15. yüzyılın sonralarına doğru ve 16. yüzyılda Sefardi’nin şehre varmasıyla geldi. İberya’dan gelen yoğun Yahudi göç dalgası Grek-Müslüman Selanik’e bir de Yahudi-Hispanik bileşenini eklemişti. 17. yüzyıla geldiğimizde, Yahudiler şehrin en kalabalık topluluğuydu. Sinagogları, kütüphaneleri, Yahudi toplumunun canlı entelektüel ve ekonomik hayatı ile Yahudilerin uzun süredir orada yaşamadığına inanmak neredeyse imkânsızdı. Eşsiz bir Yahudi-Osmanlı kültürü doğuyordu Selanikte. Sabetay Zevi’nin takipçisi Ma’mins de şehrin kozmopolit ve kucaklayan özelliğinden dolayı bu şehri memleket olarak görmüşlerdir.

    Mazower “Kısaca şehir birçok farklı öğretinin kesişim noktası olmuştur” olarak ifade etmiştir. Sufi mezhebinden dolayı, İran’a Anadolu’ya, Trakya’ya ve Mısır’a bağlantısı vardır; Marranolar Katolikliği İber Yarımadasından, Anvers’ten ve Papalık İtalya’sına geçirdiler; Sabetaycıların inancı Yahudi inananlar tarafından Polonya’ya, Bohemya’ya, Almanya’ya ve son olarak Kuzey Amerika’ya taşınmıştır. 17. yüzyılda Büyük Şehir Piskoposu Athanasios Patellarios Venedik Girit’inden ve Osmanlı Sinia’sından şehre giriş yapmıştır sonrasında Moldova, İstanbul, Rusya ve ebedi istirahati olan Ukranya’ya geçmiştir. Selanik aynı zamanda hem Müslüman, hem Hristiyan ve hem de Yahudi olan bir Osmanlı Ekümenliğinin merkezinde bulunmaktaydı.

    18.yüzyılın ikinci yarısına doğru, yeni bir sosyo-politik hayat oluşuyordu: yeniçeriler ve Makedonya’nın Müslüman arazi sahipleri şehrin yeni politik efendileri olurken, Yunan tüccarlar ve Yahudi bankacılar ekonomik hayata egemendiler. Selanik, varlıklı Makedonyalı hinterlandı tarafından desteklenen uluslararası ticaret için ticari merkeze dönüşüyordu. Osmanlı İmparatorluğunun merkezi kontrolü azalıyordu ve şehir yavaşça dünya ekonomisine entegre oluyordu. 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı reformları dinsel liderlik rolünü ve dini grupların kolektif kimliklerini güçlendirdi. “Osmanlı yetkilileri için gerçek zorluk onları sınırlandırmak değil, onların güçlerini ortaya çıkarmaktı.”

    Avrupalıların Selanik’i keşfi

    Kitabın ikinci bölümünde, Mazower şehirdeki Avrupa etkisini analiz etmektedir. 19. Yüzyıldaki Avrupalı gezginlerin anlatımlarının geniş olanaklarını akıllıca kullanarak yazar, “Selanik’teki Avrupa” katmanlarını bizlere sunmaktadır. 19. Yüzyılın ortalarından günümüze kadar yeni sosyo-ekonomik gerçekler zenginler ve fakirler için çoklu dini sınıfı kimlikleri oluştururken, şehrin fiziksel yapısı modernlik için hazırlanıyordu. Duvarlar yıkıldı. Kamu alanları, devlet binaları, bankalar, oteller ve mahalleler kozmopolit elitler için tekrar inşa edildi. Abdülhamit Selanik’i, kamu sektörü ve özel sektör arasında yeni bir denge oluşturmuştu. Avrupa ekonomik dünyasına entegrasyonu ve bu entegrasyon için alt yapı sağlayan Osmanlı idari reformları bu şehrin kozmopolitliğini ve çoklu kültürlülüğünü ayakta tutmuştur.

    19.yüzyılın sonrasına doğru, milliyetçilik Selanik kozmopolizmine meydan okumaya başladı. Birbiriyle yarışan iki milliyetçilik, Helenizm ve Bulgar Milliyetçiliği Osmanlı Makedonya’sı üzerinde hak iddia etti. Burası aynı zamanda ortaya çıkan Türk Milliyetçiliğinin ve Osmanlı İmparatorluğundaki radikal hareketlenmelerinin de ana yeriydi. Osmanlı Selanik’i milliyetçilik dönemi için hazırlıklı değildi. İngiliz bir gezginin söylediğine göre Selanik “tarihsel olarak Yunan, siyasi olarak Türk, coğrafik olarak Bulgar ve etnografik olarak Yahudi’ydi”.

    Mark Mazower, ayrıca 20. yüzyılın başlarında yaşamış bir Yahudi çocuğun otobiyografik romanını özetler. Türkçe’ye “Elveda Selanik” adıyla çevrilen L. Sciaky’nin romanı, “şafak vakti müezzinin sesiyle başlar. Arnavut ev sahipleri, bir Bulgar olan manavlarını Osmanlı jandarmasının gazabından korurken, hali vakti yerinde Müslüman anne babalar çocukları için Hıristiyan sütanneler, meyve bahçeleri için de Rum bahçıvanlar tutardı. Yalmanlar’ın önündeki kuyuyu mahallenin Türkleri, Rumları, Bulgarları, Sırpları, Ulahları ve Arnavutları kullanırdı.”

    Selanik’in Yunanlaştırılması

    Kitabın üçüncü kısmı Selanik’in Helenizasyonunu (Yunanlaşmasını) ele almaktadır. Balkan savaşları Selanik’i Yunanistan’a teslim etti. “Ordularının dikkate değer performansı sayesinde, Yunanistan’ın Selanikte’teki Osmanlı yönetimine son vermesi üç haftadan kısa sürmüştü. Ama yaklaşık 500 yıl padişahların hükümranlığında yaşadıktan sonra, kentin artık gerçek anlamda Yunan olabilmesi için, bundan daha uzun süreye gereksinim olacaktı.”. Yunan işgalinden doğan ilk çıkarım Bulgar mirasının yıkımı demekti. Bulgar Selaniklileri şehirden ayrılırken, Bulgaristan’dan gelen Yunan mülteciler buralara yerleştiriliyordu. İşgalin ilk safhasında Müslümanların ve Yahudilerin çoğu Selanik’te kalmaya devam etti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yunanlıların tavsiyesiyle Müslümanların kötü muameleleri Helenizasyon akımını daha da şiddetlendirmiştir. Şehrin neredeyse yarısını yok eden 1917’deki büyük yangın  Helenizasyon savunucuları için trajik bir hediyeydi. Yangın Osmanlı şehrini ve özündeki Yahudiliği yok etmişti. “Küllerden, Yunan devleti ve toplumunun imgesinde yoğrulmuş bütünüyle yeni bir kent doğmaya başladı”. Yahudiler şehrin merkezinden çıkartılırken, Thomas Mawson’un planı Selanik’in merkezini değiştirmişti. “Yahudiler rastgele bir hedef değildi, zira geleneksel yerleşim kalıplarında Osmanlı kent dokusunun ayrılmaz bir parçasıydı: Yahudileri söküp atmaksızın Selanik’i Batılılaştırmak olanaksızdı”. “1930 yılında, Selanik’i Abdülhamid döneminde olduğu haliyle hatırlayabilenlerin oranı çok düşüktü”.

    Bir diğer dramatik aşama da Müslümanların yaptığı toplu göçtür. Müslümanların göçüyle ilgili nihai basamak Lozan Antlaşması gereği yapılan Türklerle Yunanlar arasındaki nüfus mübadelesiydi. 1924’te Selanik, Müslümanların tamamen çıkarıldığı bir şehir haline gelmişti. Yunan milliyetçileri bu göçü kutladılar: “Barbar bir dinin simgeleri birbiri ardına yerle bir oluyordu”. “Müezzinin sesi artık kulaklarımızı tırmalamayacak; müezzin ile sesi yeni ülkelerinin derinliklerinde yok olup gidecek… Hiçbir şey ama hiçbir şey bize artık o kölelik çağını hatırlatamayacak.”. Selanikli Müslümanlar şehri terk edince Anadolu’dan gelen Hıristiyanlar buralara yerleştirildi. 1920’li yıllarda Selanik artık bir mülteci şehri haline gelmişi. Helenizasyon akımı kendi iç trajedisini kendisi yaratıyordu. “Tuhaf tuhaf kıyafetler, hiç aşina olmadığımız adetler, keskin bir konuşma ağzı ve ne gariptir ki birçoğunun Rumcadan bile daha akıcı konuştuğu Türkçe dilini beraberlerinde getirmişlerdi. Aslında birçoğu hala yalnızca Türkçe dilinden anlıyordu ve kendilerini ‘Yunan’ olarak değil, aksine ‘Anadolu Hıristiyanları’ veya ‘Doğulu Hıristiyanlar’ olarak tanımlıyorlardı. Selanikli Müslümanlar gitmişti ancak Anadolulu Hıristiyanlar kendi havalarını şehrin siyasi ve kültürel yaşam tarzına eklemişlerdi. Mültecilerin hızlı bir şekilde proleterleşmesinden ötürü gittikçe büyüyen sosyalist harekete Rembetika’nın melankolik ezgileri de eklenmişti.

    Müslümanlar Türkiye’ye gitti ancak Selanikli Yahudiler nereye gideceklerdi? Selanik büyük Yunan milliyetçiliği projesine karşı direniyordu. Selanikli Yahudilerin çoğu kendilerine milliyetleri hakkında soru yöneldiğinde kendilerini hala “Selanikli” olarak tanımlıyorlardı. İç savaş dönemi, kolektif Yahudi kimlikleri ile Helenizasyon iddiaları arasında gittikçe büyüyen çatışmalara şahit oldu. “Etnik farklılıkların en belirleyici işareti inançtı. Yunan liberaller ve sosyalistler, Yahudilerin kendilerini ayrı bir topluluk olarak gördüğü ve hala ‘Osmanlı zihniyeti’ diye isimlendirilen kimliklerini koruyor olmakla onları suçladılar. Ve aslında Yahudiler arasında ‘Yunan’ sözcüğü sık sık ‘Hıristiyan’ kelimesine eş değer olarak kullanılıyordu – çünkü kardeşi inancını değiştirmiş olan birisi onu ‘Yunan olarak’ tanımlıyordu.”

    İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanların Selanik’i işgali şüphesiz ki hayalet şehrinin en trajik hikâyesiydi. Yaklaşık 45.000 Selanikli Yahudi Auschwitz’deki Nazi kampında gaz odalarında öldürülmüştü. Fakat belki de bu katliam kadar trajik olan bir diğer durum da, pek hevesli olmasalar da, Selanikli Yunan dostlarının, Yahudilerin Polonya’ya sürülmesine karşı sessiz kalmalarıydı. Yahudi evlerinin çoğu sığınmacılarca işgal edilmişti. Sinagoglar yerle bir edilmişti. Antik Yunan mezarlığının üzerine Aristoteleion üniversitesi inşa edilmişti. Soykırımdan sağ kalan birkaç kişi ise geri döndüklerinde şehri bıraktıkları gibi bulamamışlardı.  Soykırımdan sağ kalan Jacques’e Yunanlı eski arkadaşı şöyle söylemişti: “Seni anlıyorum Jacques, Selanik’te, bir zamanlar her bir taşını bildiğin kentte nereye gidebileceğini bilmiyorsun artık. Bu gerçekten doğruydu.”

    Tümü Selanik’i Tanrı adına istedi

    Mazower yalnızca Osmanlı Selanik’inin gerçeğini anlatmakla kalmıyor, Osmanlı geçmişinin nasıl köklerinden kazındığının ve nasıl yenilendiğinin hikayesini de anlatıyor. Osmanlı Selanik’i kaybolurken, Yunanlı Selanik, şehirdeki Bizans ruhunu yeniden canlandırdı (çünkü Atina eski Yunanistan’ı yansıtıyordu). “Yüzlerce yıllık Osmanlı hâkimiyeti uzun tarihsel bir parantez içerisinde bir baskı ve cansızlık kabusu olarak yazılıyordu. Onlarla bağlantısı bulunan her türlü kalıntı hem tarihi değerden yoksun anlama geliyor hem de şehrin kendisi için yaratmakta olduğu yeni imaja potansiyel bir tehlike olarak algılanıyordu. Minarelerin yerle bir edilmesinin ve Yahudi mezarlıklarının tamamen yok edilmesinin en temel açıklaması buydu. Bu durum ayrıca Yunanlı arkeologların yazıların İbranice, Portekizce ve Yahudi İspanyolcasıyla yazılı olan epigrafları görmezden gelirken neden Yahudi mezar taşlarının ters tarafında gün ışığına çıkan antik yazıtlarla ilgili öğrenilmiş makaleleri yayımlamasının da cevabıdır. Şehirde Bizans sonrasına ait ne varsa hepsi tehlike altındaydı. Buna yalnızca Beyaz Kule dahil değildi çünkü o kadar hızlı bir sembolik başarı elde etmişti ki hiç kimse onun bir Osmanlı mimarisi olabileceğini kabul etmek istemiyordu.”

    Profesör Mazower kolektif birkaç aktörün birbiriyle rekabet içinde olan çeşitli anlatımlarını usta bir şekilde yorumlamakta ve Selanik’in çok yönlü ve farklı çeşitlerde öykülendirilmesini sunmaktadır. Sonrasında aktörlerden birinin diğerlerine karşı nasıl zafer elde ettiğini ve şehri kazandığını gösteriyor. Büyük bir titizlikle izleyicilerin ve Osmanlı Selanik’inin aktörlerinin zihnine giriyor ve onları seslendiriyor. Okuyucu yalnızca tek bir bölümde Yahudi bir bankacının, Türk (Müslüman) bir yöneticinin, Avrupalı bir gezginin, Yunan bir tüccarın ve Bulgar bir komitadjinin (partizan) konuşmasına tanık olabilmektedir. Hikâyeyi yerinde seçilmiş alıntılarla inşa ediyor ve ince bir zekâyı yansıtan argümanlarıyla bunları ustaca birleştiriyor. Selanik üzerine yapılan ikincil edebiyatın da ötesinde çeşitli dillerde farklı türlerden kaynaklar kullanmaktadır: gezginlerin anlatımları, gazeteler, istatistikler ve arşiv dokümanları (kitabın çoksesli karakterini dramatik bir şekilde zenginleştirme imkânı verebilecek olan zengin Osmanlı – Türk materyalleri hariç).

    Bu yalnızca Selanik tarihine değil aynı zamanda Yunanların, Türklerin, Bulgarların, Sırpların, Boşnakların ve diğerlerinin, özellikle de Avrupa’nın genişleme arifesinde yeni bir tarihi, ortak bir tarihi nasıl algılamaları konusunda gittikçe büyüyen tartışmalara da büyük bir katkıda bulunmuştur. Mazower büyük bir ders vermektedir: Tarihimize dönüp baktığımızda aç gözlülüğümüzün önüne geçmeliyiz. “Tümü de kenti Tanrı adına kendilerine istemişlerdi. Gene de, Tanrı neredeyse, her şey oradadır, denmez mi?.”

  3. Hasan Yükselir – Tuna

    Leave a Comment

    Gökte bulut yok
    Söğütler yağmurlu
    Tuna’ya rastladım
    Akıyor çamurlu

    Hey Hikmet’in* oğlu
    Hikmet’in oğlu
    Tuna’nın suyu olaydın
    Karaorman’dan* geleydin
    Karadeniz’e döküleydin
    Mavileşeydin mavileşeydin
    Geçeydin Boğaziçi’nden

    Başında İstanbul havası
    Çarpaydın Kadıköy iskelesine
    Çarpaydın çırpınaydın
    Vapura binerken Mehmet’le anası

     

    / Nazım Hikmet

  4. Çile Yolu’nda katledilen barış şehri Kudüs

    Leave a Comment

    Kutsal kitapların neşidesi, Davud’un mizmarı, Yusuf’un nağmesi, Halilullah’ın patikası, Ruhullah’ın gözbebeği, Emin elçinin gece seyr-ü seferi ve arzla arş arasında urucu, incirin ve zeytinin ülkesi, Tur-i Sina ve Mukaddes Tuva Vadisi’nin diyarı, emin belde, gül kokulu şehir, peygamberlerin, evliyaların, lamekanların, gariplerin, seyyahların diyarı Kudüs… Adım attığınız her yerde size tarihten anlatılar fısıldayan memleket. Adı “selam/barış şehri” ancak Müslümanların hükmettiği dönemler haricinde hiçbir zaman barışı yakalayamamış şehir. Kudüs “Mehdü’l Enbiya”.

    “Şehirlerin gülü” geçmiş çağlarda olduğu gibi bugün de zalimlerin kılıçları altında inim inim inletilmekte. Ne diyordu o koca sultan Selahaddin Eyyubi, Haçlıların komutanı Richard’a yazdığı mektupta: “Sizin işgaliniz geçicidir. Müslümanlar zaafa düştüğü için buraları ele geçirdiniz. Savaşacak gücümüz olduğu müddetçe size burada rahat yok” demişti. Kimler gelip, kimler geçmedi ki bu topraklardan. Hz. Peygamber (sav)’in İsra ve Miraç yolculuğunun ana mekanı. Bütün semavi dinlerin indinde mukaddes olan “Kudüs”ün kalbi ise “Mescidü’l Aksa”dır. İbrahim (as)’ın Rabbine iman edip, ibadet edenlerin hepsi arz-ı mukaddesteki bu Harem-i Şerif’i yeryüzünün mukaddes yeri bilir.

    KUDÜS’E ZEYTİN DAĞI’NDAN BAKMAK

    Kudüs-i Şerif’in ve Mescid-i Aksa’nın en iyi görüldüğü yer Zeytin Dağı’dır. Buradan Kudüs’ün ve Aksa’nın manzarasını seyretmek doyulacak gibi değil. Müthiş bir bakış sunar size. Bu dağda yaz aylarında bile esen rüzgar, bahar aylarında sert ve soğuktur. Rabiatü’l Adeviyye ve Selman-ı Farisi’nin medfun olduğu ihtişamlı dağ. İşte bu dağda, Hz. İsa (as), 2 bin yıl evvel, mukaddes şehre bakıp, çok derin, çok mühim, insanın, insanlığın dünya ve ukbadaki saadetine taalluk eden meseleleri oturup; düşünürdü. Hz. İsa’nın Kudüs’te bulunduğu zamanlar, geceleri şehirde kalmayarak, zamanını Zeytin Dağı’na gelip, zeytin bahçelerinde, köylerde geçirdiği rivayet edilir. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın zeytin ağaçlarının altında ibadet edip oturduğu sırada Roma askerlerinin gelip onu zorla aldığını rivayet ve itikad eder. Velhasıl Zeytin Dağı’nın, Hz. İsa Aleyhisselam’ın hayatında en mühim rollerden biri olduğu bir hakikat. Ancak bugüne baktığımızda Kudüs’te İsrail’in yaptığı değişimi görmeyen bazı kiliselerin gelen giden turistlere zeytinyağı satmakla meşgul olduğunu müşahede ediyoruz acı acı. Oysa ki, Hz. Peygamberin Hirası neyse, İsa Aleyhisselam’ın Hirası da Zeytin Dağı değil miydi?

    8 Aralık “Öfke Cuması”nın olduğu gün, TVNET Haber Müdürü Serhat İbrahimoğlu ile, Kudüs’teki gelişmeleri yakından izlemek için Perşembeden bu kutsal topraklara ayak basıyoruz. Cuma saati Esbat Kapısı (Aslanlar Kapısı)’ndan Aksa’ya giriyoruz. Mescid-i Aksa’nın içinde Kıble Camii, Kubbetü’s Sahra Camii, diğer küçük mescitler ve bahçesindeki ağaçlar dikkati ilk anda celbediyor. Namaz vakti yaklaştıkça mihrap tarafından tatlı ve munis bir ses kulakların pasını alırcasına yaşanan gelişmelerden bahsediyor.

     

     

    TEKBİRLER SLOGANLARA KARIŞTI

    Cuma namazı sonrası Aksa’da tekbir sesleri ve “Kudüs Filistin’in ebedi başkentidir” sloganları atılmaya başlandı. Bahçede yapılan hararetli konuşmalar sonrası Filistinliler, tekbir ve sloganlar ile Harem’in Nazır Kapısı’ndan çıkıp, dışarıdaki dar sokaklara girdi. Sokak boyunca sağlı sollu dükkanlar ve özellikle şarkın hem eczahanesi hem de parfümeri mağazası olan attar dükkanlarındaki insanların bakışları arasında, yavaş yavaş yürüyordu göstericiler. Sokaklar o kadar dar ve kalabalık ki, çarpışmadan yürümek mümkün değildi. Tekbirler ve Kudüs sloganları eşliğinde insanlar dar sokaklardan akıp gidiyordu. Biz de kendimizi akıntıya bıraktık.

    BU ÖFKE BİR GÜN PATLAYACAK

    Tam teçhizatlı İsrail güvenlik güçleri, büyük gruplar halinde dar sokaktaki insanların üzerine yürüyor kimilerini gözaltına alıyor ve kimilerine de şiddet uyguluyordu. Vadi Yolu ile Çile Yolu arasında Filistinli kadınların ve çocukların çığlıkları sarıyordu her tarafı. Bir müddet sonra iki sokağın kesiştiği noktada durduk. Çığlıkların yanı sıra öfkeli insanların o korkusuz sesleri çarpıyordu, Aksa’nın duvarlarına, caddelerine ve taşlarına. Duvarlara ve yerdeki taşlara dokunuyorum. Aman Allah’ım o da ne? Binlerce yıllık bu taşlar, sütunlar ve duvarlar milyonlarca insanın kadim zamanlardan bugünlere seslerini ve çığlıklarını o kadar bağrına çekmiş ki, örselenmiş bu taşlara dokunduğunuzda kulaklarınızın zarını patlatırcasına birçok dilde çığlıklar hissediyorsunuz. Geçmişte Hz. İsa’nın Çile Yolu’nda maruz kaldığı sıkıntılar ve işkencelere bugün Filistinliler maruz kalıyor. Çocuk-kadın, genç-yaşlı ağlayanlar, haykıranlar, sinelerine vuranlar ve yükselen öfke seli… Bu sert ve katı taşlara dokunduğunuzda hissettiğiniz bu öfke seli bir volkan gibi patlayacakmışcasına bekliyor. Belki bir gün yerle yeksan edecek medaini bu öfke tsunamisi…

    Göstericilerle birlikte dar sokaklardan yürürken, bir yandan da Süleyman (as)’ın, İsa (as)’ın, Hz. Ömer’in ve Selahaddin’in Kudüs-i Şerif’ini göz önüne getirmeye çalışıyorum. Düşüne düşüne göstericilerle yol alıyorum. İsra’yı, Miracı, Hz. Ömer’in ve Selahaddin’in hutbelerini düşünüyor ve adım adım Davud (as), Süleyman (as) ve Hz. İsa’nın Harem-i Şerif’te gelip gittiği yolları takip ediyorum.

    HUKUK BİR KEZ DAHA ÇİĞNENDİ

    Mescidi Aksa’nın yanı başındaki dar sokaklarda İsrail bayrakları ve İsrail güvenlik güçlerine ait merkezler gözümüze çarpıyor. İngilizler 1917’de Filistin topraklarını Balfour Deklarasyonu ile Siyonistlere vaad ettikten sonra, şimdi de  yüzyıl sonra 2017’de ABD Devlet Başkanı Trump, Siyonistlere Kudüs’ün tümünü verme vaadinde bulunuyordu. Öfkeli Filistinliler bunu protesto için sokaklara akmıştı. Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasında ABD’nin kararına büyük tepkiler yağıyordu. Uluslararası Hukuk ve BM kararları bir kez daha ABD tarafından çok pervasızca çiğneniyordu.

    Osmanlı 1917’de Filistin topraklarından çekildiğinde Yahudilerin Filistin’de sahip oldukları topraklar yüzde 2,5 idi. Filistin topraklarına Haganah, İrgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütlerinin de desteğiyle Yahudileri çekmeye çalışan İngilizler, 1917’den 1947 yılına kadar 30 yılda verdikleri onca uğraşa rağmen Yahudilerin sahip oldukları toprak alanlarını ancak yüzde 5,7’ye çıkarabilmişlerdi. Zira bu rakamlar bile “Filistinliler topraklarını sattı” iddiasının ne kadar gülünç olduğunu bize gösteriyordu.

    İHANET DÜN VARDI BUGÜN DE VAR

    BM Kasım 1947 yılında Filistin’i taksim planını açıklandığında, Filistin topraklarında yaşayan Filistinli sayısı 1 milyon ve Yahudi nüfusu ise 150 bin civarında idi. Bu rakamları göz önüne aldığınızda Filistinlerin taksim planını neden reddettiklerini daha iyi anlayabiliyorsunuz. Taksim planından birkaç ay sonra 1948’de Siyonist terör örgütleri, İngilizlerin de desteğiyle Filistin topraklarının yüzde 78’ini işgal edip, devletlerini ilan ettiler. Aslında Filistin’in bu kadar kısa sürede kaybedilmesinin arkasında büyük ihanetler vardı. Nisan 1920, Mayıs 1921, Ağustos 1929, 1936 ve 1939’da Filistinlilerin Yahudi göçüne karşı çıkan büyük isyanlarına destek verilseydi bugün bu aşamaya gelinmeyecekti. İngilizlerin müdahalesi ve bazı Arap devletlerinin ihaneti olmasaydı, Filistinliler Yahudilerin tüm heveslerini kursaklarında bırakacaktı. Bugün de Trump’ın Kudüs kararının arkasında büyük ihanetlerin olduğu yine çok bariz bir şekilde gözlemleniyor. Yahudiler bu topraklara gelmeden binlerce yıl önce bu topraklarda Filistinliler yaşıyordu, Romalılar tarafından bu topraklardan sürüldüklerinde de Filistinliler halen orada yaşıyordu. 3 bin yıl sonra İngilizler tarafından bu topraklara yerleştirildiklerinde bile Filistinliler halen oradaydı. Siyonistlerin, Arz-ı Mev’ud hayalleri ve Tapınak rüyaları ünlü Arap şair Mahmud Derviş’in tabiriyle barış şehri Kudüs’e yine barışı çok uzak kılacaktı.

    TRUMP DÜNYAYA BEDEL ÖDETİYOR

    Filistin tarihi üzerine bu düşüncelere dalmışken, gösterilerin yoğunlaştığı Şam Kapısı’nda buluyoruz kendimizi. Dünyaca ünlü televizyonların, ajansların ve gazetelerin muhabirleri buradaydı. İsrail güvenlik güçlerinin Filistinli göstericilere uyguladığı şiddete an be an tanıklık ediyorlardı. Göstericiler arasında 70 yaşlarını aşmış bir yaşlı Filistinli gözüme çarpıyor. Yaklaşıp adını soruyorum. Abdülkerim Muhammed Es’ad Abdülaziz diyor. Asasını kaldırıp ben halen gencim ve Filistin’i hırsızlara ve emperyalistlere asla kaptırmayacağım diye haykırıyordu. Olayları nasıl yorumluyorsun diye sorduğumda: “Bak evlat! Bu Trump denilen adam tam bir ahmak. Bir devlet liderliği bile yapacak kapasitesi yok. Bu kararı ancak bir aptal ya da ahmaklar hastanesine yatırılması gereken birisi alır. Bu aldığı kararın nelere mal olacağını hiç hesaplamamış galiba. Siyonizmin hizmetindeki bu adam, bütün dünyaya bedel ödetiyor” dedi. Peki ümmetin haline ne diyorsun deyince, durdu gözlerime baktı: “Evlat, yüzlerce yıl önce bu topraklar için kan veren toprak altındaki kahramanlarımız, bugün yaşayan bu ölü ümmeti görseydi, büyük utanç duyardı. Ama hüzünlenme, Trump’ın bir vaadi varsa, yüce Yaratanın da bir vaadi vardır. Ve elbette eninde sonunda kazanacak olan Hak’tır” diye bağladı sözlerini.

    Filistinli amca ile konuşmamız bitmek üzere idi ki, omuzlarıma dokundu biri. Silkinip kalktım. Artık güneş batmış, etrafımız kararmaya başlamıştı. Gökte bir kaç yıldız çıkmıştı. Omuzumdan tutan kişi, TVNET haber müdürü Serhat İbrahimoğlu idi. Cuma öncesi yayını çok iyi geçmişti. Sonrasında ise internet bağlantısının zayıflığından dolayı görüntülü bağlanamamış ve bunun hüznünü yaşıyordu. İbrahimoğlu, “Araba bizi bekliyor, birkaç saat sonra havaalanına hareket edeceğiz’ dedi. İkimiz de munis ve mahzun şehir Kudüs ve Aksa ile vedalaşıp yol aldık gülistanlar şehri İstanbul’a…

  5. Beyaz Karlar Ülkesi, sedir diyarı: Lübnan

    Leave a Comment

     

    Kah bir çöl rüzgarı, kah Akdeniz havası sarar sizi. Meltemsi bir rüzgar kuşatır dört bir yanınızı. Kışın lodos rüzgarı deniz dalgalarını sürükler; vurur rıhtıma. Gemileri, yatları sahillere sürükler. Yazın sıcaktan adeta yanan Beyrut’a sırtını dayadığı dağlardan serin serin rüzgar eser. Kıyılarına doğru indikçe ısınır, ısındıkça kuru bir hava kuşatır her tarafı. Dağlarına çıktıkça hoş bir rüzgar alır sizi sedir ağaçlarının kollarının arasına.

     

    Sabahın erken saatlerinde, çiyler çiçeklerle raksederken, kulaklara usul usul akan Feyruz’un muhteşem musikisiyle, gecenin o ışıltılı füsunuyla sizi dehlizlerine garkeder Lübnan. Harikulade bir iz bırakır size dağların ve Akdeniz’in sesi, bakışı, kahkahası. Diğer yanda ise hüzün, keder, ölüm ve yıkım;  nakşeder ilmek ilmek tüm bedeninize Beyrut. Zira bundandır ki, hüznü ve sevinci aynı anda yaşatır size. Dualizmin toprağına yansımış kokusu sizi eski Yunan’a, eski Hind’e, eski Çin’e, eski İran’a ve eski Mısır’a götürür ve felsefi olarak da Descartes’ın dualizminde bulursunuz kendinizi.

     

    Her medeniyetten izler bulursunuz Lübnan’ın her sathında. Adım adım arşınladığınız her sokağında, Hititten, Asurlardan, Babilden, Roma’dan, Bizans’tan, Emevi ve Abbasilerden, Selçuklulardan, Haçlılardan, Osmanlıdan izler yansır gözünüze. Hangi komutanlar geçmedi ki bu topraklardan, Nebukadnezar, Tiglat-Pileser, Büyük İskender, Selahaddin, Osmanlı Beyleri ve Paşaları, İngiliz mareşaller ve Fransız yüksek komiserleri…

     

    Lübnan’ın en eski sakinlerinden olan Fenikeliler, tüccar insanlardı. Gemilerle Akdeniz üzerinden dünya pazarına açılırlardı. Kışın geri döndüklerinde Lübnan dağlarındaki sedir ağaçları üzerinde karın verdiği güzel görünümden dolayı buraya Fenike dilinde “Beyaz karlar ülkesi” adını vermişlerdi. Yani “Lübnan”. Önünü engin bilgeliği ile nice medeniyetlerin beşiği olan Akdeniz’e, sırtını ise kadim gemilerin kaynağı olan sedir ağaçları ile bezenmiş dağlara dayanan Beyrut, Fenikelilerin altın şehriydi.

     

    Bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olarak bilinirdi. Şimdilerde ise, saman alevi gibi parlayıp daha sonra aynı hızla sönen krizlerin yaşandığı, dramatik sancılarla boğuşan bir ülke halini aldı. Siyonist İsrail’in 1948’de kurulmasından sonra bu ülkenin üzerinde kara bulutlar eksik olmadı. 1975-1990 arasında iç savaş yaşandı. Bu savaşta 150 bin kişi hayatını kaybetti. Anlaşmazlıklar o günden beri sorunları arttırdı, yaşamları kana buladı. İsrail, 1982 yılında Kasap Ariel Şaron’un öncülüğünde Lübnan’a Sabra-Şatilla katliamı ile damga vurdu ve Mayıs 2000 yılına kadar Lübnan’ın güney topraklarında işgalci olarak kaldı.

     

    Ortadoğu’nun etnik ve dini açıdan bir mozaiğini oluşturan Lübnan’da Sünni ve Şii Müslümanlar, Rum Ortodoks ve Maruni Katolikler, Dürziler, Ermeniler ve bir avuç Yahudi bir arada yaşar. 1917’de Osmanlı buradan ayrıldığında önce İngilizler, ardından 1921’de Fransızlar mandası altına aldı Lübnan’ı. 1943 yılında bağımsızlığını kazan Lübnan, Emperyalistlerin bu coğrafyaya girişiyle büyük bir yıkım yaşadı. Hrıstiyanı Hrıstiyana, Müslümanı Müslümana kırdırdı. Onun içindir ki, bu coğrafyanın insanı yaşananları temkinli okur. Bir dönemler Lübnan tarihinde Müftünün yeri çok kuvvetliydi. Bir zamanlar barış ve sükunu o teskin ederdi. Siyasiler ve entelektüeller müftüye danışırdı. Müftü çok yönlü olmak zorunda idi. Siyasetten edebiyata, dinden felsefeye herşeyi bilmek zorunda idi. Çünkü ülke bir mozaikler ülkesiydi her yönüyle.

     

    Araplar arasında meşhur bir deyim vardır: “Kitaplar Mısırda yazılır, Lübnan’da basılır ve Irak’ta okunur”. Arap aleminin en ünlü yayınevleri genelde Beyrut’ta bulunur. Kaliteli baskının yanı sıra muhtelif konular ile geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder. Beyrut kültür bakımından geçmişte İstanbul’a bugünde Ankara’ya hiç bakmıyor: onun yöneldiği medeniyet kıblesi Paris ile Kahire… Beyrut’un gazeteleri Fransız ve İngiliz ajanslarından alır haberleri. Fransız, İngiliz edebiyatının yanı sıra Rus ve Çin edebiyatının kitaplarını bulursunuz kesif bir şekilde kitapçılarda ancak bize ait kitaplar ise henüz yeni raflardan yerini yeni yeni alıyor. Okuyanı ise çok az.

     

    Beyrut, Arap dünyasına modernizmin yayıldığı yerdir. Matba, kitap, gazete ve güncel tartışmaların ana odağı Lübnan’dır. Arap dünyasının en ünlü gazeteleri 18. yüzyılda burada baş gösterir. Eğitimin de ana merkezidir. Özellikle, batılı devletler burada azınlıklara hitap etmek için özel okullar kurdu. Bu okulların birçoğu tıpkı Amerikan üniversitesi gibi halen varlığını çok güçlü bir şekilde Lübnan toplumunda hissettirmektedir.

     

    Hüzün ve sevincin, yaşamın ve ölümün iç içe olduğu topraklarda, hayat bir köşede en çılgıncasına devam ederken, diğer tarafta ise ölüm mültecileri vurur. Dualizmin acı yüzünü burada müşahede edebilirsiniz. Gündüzün o ışıltılı parıltısı altında solidar ve sahilde geziyor insanlar. Akşam karanlık çöktüğünde ise caddeleri ve sahildeki Zaytuna bay dolup taşıyor. Geceleri de ışıl ışıl Beyrut. Her cadde ünlü kafeler ve kafelerde eksik olmayan yüzler.

     

    Solidere Lübnan’ın önemli gezi yerlerinden biri. Zaytuna Bay ise akşam serinliğinde en güzel gezi yerlerinden biri. El-Hamra, Marmağayl, Cemiza, Bedaro, Sahra, El-Leyl ve Mono caddeleri, Abdulvahab, Loris, es-Sayyad, Sultan İbrahim, es-Seraya, Keramna, Beytu’l Halep lokantaları ve Flamenko, Um Şerif, Keyf, Leyla ve Hamra kafeleri cazibesiyle herkesi etkilemeye devam ediyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin Lübnanlı iş adamları ile yüz yüze gelirsiniz. Ünlü Lübnan mutfağına ait ne var ise her kıtada açılan Lübnan lokantalarında bulabilirsiniz.

     

    “Küçük Ortadoğu” olarak adlandırılan Lübnan, İlia Ebu Madi, Cibran Halil Cibran, Nizar Kabbani, Mahmud Derviş ve Şefik Maluf’un sevgilisi bir ülke. Sesiyle milyonları büyüleyen Feyruz’un memleketi. Birçok şiire ve romana konu olan Lübnan Emin Maalouf’un romanlarında ve Nizar Kabbani’nin şiirlerinde mücessem hale geliyor. Kabbani “Beyrut Sevgilim” adlı şiirine şöyle yazıyordu:

    Nerden geldi Beyrut

    Kasvet sana

    İnceydin, alımlıydın

    Nasıl dönüştü cıvıl cıvıl serçeler

    Yarasalara, gece kedilerine.

     

    Beyrut’tan ayrılırken bile hala size ait bazı şeyleri burada bıraktığınız hissi bırakır. Havaalanına giderken dönüp dönüp bakarsınız her caddesine ve sokağına, Akdeniz’e ve dağlarına. Görmüş olmuş olmaklığın verdiği sevinç ve ayrılığın verdiği hüzün, bu coğrafyada halen keşfedilmeyi bekleyen şeylerin olduğunu fısıldar kulağınıza. Böylece yeniden buraya dönme hissi kavi bir şekilde içinizde baki kalır.

     

  6. Utarid

    Leave a Comment

     

    Seni korkutan kabus gelmeyecek çünkü zaten geldi! Yeter ki biraz aşağıya bir bak ve onu günlük yaşamının ta içinde bütün adi detayların altında göreceksin. Hem de bütün yönleri ile… Diğer Apokaliptik bakışını görebilmek için kendi iradenle o detaylara giriyorsun… Yaşadığımız hayatın sanki iki boyutu var: birincisi süreduran (atıl) bilinç, ikincisi ise bilincin yaralarına bakarak cehennemi görmek. Merkür bize böyle diyor…

    Merkür güneşe en yakın gezegen olmasıyla birlikte sıcaklığı da diğerlerine kıyasla en yüksek olandır. Yeryüzünün standartlarına  göre o adeta bir cehennem parçasıdır, o aynı zamanda 28 Ocak 2011 tarihinde polislerin püskürtülmesine tanıklık eden bir subaydır. O olayların üstünden on yıldan fazla bir zaman geçti… Mısır şimdi gizli bir işgalin altında ve eski polis güçlerinden kalanlarla halk Kahire’nin yıkıntıları içinde direnişin başını çekiyor. Her gün rastgele katliamlardan bir cehennem oluşturulmakta ve meşhur Ocak olaylarından sonra yaşanan kıyımlar süratle yoğunlaştırılmakta… Bunlar kabus gibi bir gelecekte çoktan gerçekleşmiş olan ‘karşı devrimin’  hayal ve saplantıları.

    ‘Anbar Gezegeni’ ve ‘Ejderha Yılı’ adlı romanlarından sonra, Muhammed Rabi  hakim konusu gerçek anlamda Ütopya değil de tam tersi distopya olan nefes kesen anlatımına tam anlamıyla siyasi bir fantezi olan ikinci romanı Merkür’de devam ediyor. Geleceğin Zifiri karanlık dünyası ve cehennemin arkasında gizli olan dünya arasında yolculuk yapıyor.

  7. Sensiz (Ahmet Hâşim)

    Leave a Comment

    Annemle karanlık geceler bazı çıkardık;
    Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
    Sessiz uzatır tâ ebediyyetlere kollar…
    Guyâ o zaman, bildiğimiz yerdeki yollar
    Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar
    Tenha gecenin vehm-i muhâlâtını dinler…
    Yüksekte sema haşr-ı kevâkiple dağılmış,
    Yoktur o sükûtunda ne rüya, ne nevâziş;
    Bir sâ’ir-i mechul-i leyâli gibi rüzgar,
    Hep sisli temasiyle yanan hislere çarpar.

    Göklerde ararken o kadın çehreni, ey mâh!
    Bilsen o çocuk, bilsen o mahluk-u ziyahâh,
    Zulmette neler hissederek korku duyardı.
    Guyâ ki hafî bir nefesin nefha-i serdi,
    Ruhunda bu ferdâ-yı siyah rengi fısıldar.
    Sakin geceler şefkat olan encüm-ü bîdâr,
    Titrer o karanlıkların evc-i kederinde,
    Hüsran ü tahassür gibi matem nazarında;
    Guyâ ki o dargın geceler ruhu boğardı
    Her şey bizi bir korkulu rüyayla sarardı.
    Zulmet ki müebbet, mütehâcim, mütemâdi,
    Eşkâle verir ayrı birer şekl-i münâdi.
    Dallar kuru eller gibi mebhut ü duâkâr,
    Zânuzede dullar gibi hep tûde-i eşçâr…
    Çılgın dolaşan bâd-ı leyâli ki serâir,
    Piş ü pey-i seyrinde koşar muzlim ü dâir;
    En sonda nigah-ı ebediyyet gibi titrer,
    Tâ ufka asılmış sarı bir lem’a-i muğber…

    Bir kafile-i ruh-ı kevâkip gibi mahmur,
    Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pürnur…
    Ondan yalnız ruha gelir bir gam-ı mûnis,
    Yalnız o, karanlıklara rağmen yine pürhis,
    Yalnız… Bu kamersiz gecenin zîr-i perinde,
    Bir feyz-i ziya haşrederek âb-ı zerinde,
    Bir kafile-i ruh-ı kevâkip gibi mahmur,
    Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pürnur…

    Dinlerdik onun şi’rini ben lâl, o hayali.
    Lâkin ne kadar hüzn ile tev’emdi meâli,
    Lâkin ne kadar târ idi sensiz o nazarlar!
    Guyâ, o zaman nurunu, ey mâh-ı mükedder,
    Eylerdi sema lu’lu-i hüznüyle telafi.
    Yıldızları göklerden alıp bir yed-i mahfi,
    Bir bir o donuk gözlerin a’mâkına isâr
    Eylerdi ve zulmette koşarken yine rüzgar,
    Ruhumda benim korku, ölüm, leyle-i târik,
    Çeşminde onun aks-i kevâkiple dönerdik…

  8. Turuncu Dergisi Kudüs Röportajı

    Leave a Comment

     

    1)Uluslararası siyasetin kilit noktası olan Kudüs, neden önemli?

    Üç büyük semavi dinin (İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik) merkezi olan Kudüs’te yaşanacak her gelişme dünya halklarının tümünü ilgilendirecek bir konudur. Kudüs ile ilgili alınacak her karar için mutlaka bu üç dinin müntesiplerinin onayı gerekmektedir. Ayrıca Kudüs, şark ile garb, mücadelesinin sembolüdür. İslam’ın zuhurundan önce bile bu topraklar, Bizans ile Fars devletilerinin ana çatışma merkeziydi. Afrika ile Asya’nın, yer ile göklerin buluştuğu noktadır. Onun içindir ki, kadim dönemlerden bugüne, Akdeniz’de büyük medeniyetlere imza atmış her devlet veya imparatorluk jeo-stratejik ve teo-jeopolitik öneminden dolayı bu şehri kanatları altına almaya çalışmıştır. Unutmamalı ki, Ganj nehri, Hinduizmi ve Budizmi bağrından doğurmuştu, Olimpos dağları Yunan mitolojisini beslemişti, Kenan diyarı ise Semavi dinlerin nüzuluna tanıklık etmişti.

     

    2)1948’den bugüne İsrail işgali demografiyi ne kadar değiştirdi? İsrail’in hedefi ne?  

    19. yüzyılın Batı dünyasının milliyetçiliğinden ve sömürgeciliğinden doğmuş olan Siyonizm, ırkçılığın, faşist milliyetçiliğin ve sömürgeciliğin bir başka türüdür. Haganah, İrgun ve Stern gibi şiddet ve terör örgütlerinden doğmuş olan İsrail, kurulduğu tarih 1948’den bugüne devlet terörü hayatını ve ideolojini idame ettirmektedir. Osmanlı 1917’de Filistin topraklarından çekildiğinde Yahudilerin Filistin’de sahip oldukları topraklar yüzde 2,5 idi. Filistin topraklarına Haganah, İrgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütlerinin de desteğiyle Yahudileri çekmeye çalışan İngilizler, 1917’den 1947 yılına kadar 30 yılda verdikleri onca uğraşa rağmen Yahudilerin sahip oldukları toprak alanlarını ancak yüzde 5,7’ye çıkara bilmişlerdi. Zira bu rakamlar bile “Filistinliler topraklarını sattı” iddiasının ne kadar gülünç olduğunu bize gösteriyordu.

    BM, Kasım 1947 yılında gayrimeşru Filistin’i taksim planını açıklandığında, çünkü bu paylaştırma konusundaki karar BM Güvenlik Konseyi tarafından değil (Genel Asamble tarafından alınmıştır), Filistin topraklarında yaşayan Filistinli sayısı 1 milyon ve Yahudi nüfusu ise 150 bin civarında idi. Şimdi bu rakamları göz önüne aldığınızda Filistinlerin o günlerde taksim planını neden reddettiklerini daha iyi anlayabiliyorsunuz. Taksim planından birkaç ay sonra 1948’de Siyonist terör örgütleri, İngilizlerin de desteğiyle Filistin topraklarının yüzde 78’ini işgal edip, devletlerini ilan etti. Aslında Filistin’in bu kadar kısa sürede kaybedilmesinin arkasında büyük ihanetler vardı. Nisan 1920, Mayıs 1921, Ağustos 1929, 1936 ve 1939’da Filistinlilerin Yahudi göçüne karşı çıkan büyük isyanlarına destek verilseydi bugün bu aşamaya gelinmeyecekti. İngilizlerin müdahalesi ve bazı Arap devletlerinin ihaneti olmasaydı, Filistinliler Yahudilerin tüm heveslerini kursaklarında bırakacaktı.

    Başka bir deyişle İsrail, 1948’de Filistin’in %78’ini 1967’de ise kalan %22’sini işgal etti. Batı Şeria ve Gazze birlikte tarihi Filistin’in %22’sini oluşturmakta ve bu, mevcut kavganın konusudur. Filistinliler bugün daha önce kaybettikleri %78 için değil, kalan %22 için kavga veriyor. Kalan %22 içinde İsrail hâlâ Batı Şeria’nın %60’ını, Gazze’nin ise daha %40’ını kontrol ediyordu ancak bugün Gazze’den çekilmesine rağmen bölgeyi 5 yıldır karadan, havadan ve denizden abluka altında tutuyor. Yani bugünlerde bir Filistin devleti olacaksa bile bu devletin birleşik bir toprağı olamayacak. Geri kalan da küçük parçalara ayrılacak, İsraillilerin inşa ettikleri, Filistin bölgelerini çepeçevre saran yollarla kontrol edilecek. Batı Kudüs bu tartışmada yok; hâlbuki BM kayıtlarına göre 19.000 dönümlük Batı Kudüs’ün 11.190 dönümü Araplara 4.830 dönümü de Yahudilere ait. Bu durum Filistinlilerin neden kendi topraklarında kapana sıkışmış olduklarını açıklamıyor mu? Bir de bunların üstüne İsrail’in inşa etmekte olduğu “Irkçı Duvar”ın ve Gazze’ye uygulanan ambargonun Filistinlilerin hayatını nasıl yaşanılmaz hale getireceğini varın siz düşünün…

     

    3)Trump’ın Kudüs kararının zamanlamasını nasıl değerlendirirsiniz? Sizce neyi amaçlıyor?

    Arap aleminin kalbine saplanmış bir hançer olan İsrail, bugüne değin ABD’nin kayıtsız şartsız ve de sınırsız desteğiyle yaşayabilmiştir. Siyasi desteğin yanı sıra Batı’dan yağan para ve silah akışıyla bölgede hayatta kalan İsrail, aynı zamanda batılı güçlerin bölgedeki ileri karakolu olarak göreve ifa etmektedir. Trump’ın bu kararı almasında birçok neden zikredilebilir. Birinci neden olarak, ABD siyasetinde Yahudi lobilerinin ve Neo-conların etkinliğini ifade edebiliriz. Bunun yanı sıra, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve bölgedeki enerji paylaşımlarının bunda büyük rol oynadığı çok açık bir gerçek.

    4)İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’da aldığı ‘’Doğu Kudüs’’ kararı İslam dünyasında büyük bir heyecana neden oldu. Bu ümidini yitirmiş Müslüman coğrafyasında bir uyanışa vesile olabilir mi?

    İstanbul’daki İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT)’nın kararı tarihi bir karardı ve bunun umudunu yitirmiş Müslüman coğrafyada yeni bir uyanışa vesile olacağı herkesin ikrar ettiğini bir konu. Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta ve Libya’da ümidini yitiren ve bir türlü anlaşamayan İslam dünyası, İİT’nin aldığı bu kararla yeniden birleşme ve biraraya gelme istidadı gösterdi. Öte yandan, bu sadece alemi İslam’ı değil, tüm dünyayı güçle alemi terbiye etmeye çalışan emperyalist güçlere karşı dünya halklarının da bir ittihadı olacaktır. Ayrıca bu karar, Türk diplomasinin vicdan ve adalet eksenli anlayışının en önemli hamlelerinden biri olarak tarihe geçti.

    5) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunulan Trump’a Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaktan vazgeçme çağrısı yapan karar tasarısı Washington tarafından veto edildi. Bu ne anlama geliyor? Bazılarının iddia ettiği gibi İİT’nin kararı sembolik mi kalacak?

    BM Güvenlik Konseyi’nde kararı tek başına veto eden ABD’ye karşı 14 ülkenin fire vermemesi tarihi bir olaydır. Ayrıca Trump yönetiminin Kudüs kararını reddeden karar tasarısı BM Genel kurulu’nda da 9’a karşı 128 oyla kabul edildi. Bu da, BM tarihine tarihi bir an olarak kaydedilmiştir. Tüm bunlar bize, Amerika’nın tarafsızlığını yitirdiğini tüm dünyaya göstermiştir. ABD’nin tehditlerine rağmen BM’deki tarihi oylama, küresel güce karşı, bazı ada devletleri ve fakir Afrika ülkeleri haricinde, dünya büyük bir rahatsızlığın olduğunu da gösterdi. ABD yönetiminin uluslararası hukuku çiğnediğini gösteren bu oylama, halkların zorbalığa galip geldiği birgün olarak da tarihe geçecektir. İİT’nin İstanbul’da aldığı kararın, Müslüman ülkelerin fire vermeden ve dünyanın özgür devletlerinin Kudüs konusunda Filistin’e destek çıkmasını sebep olduğu inkar edilemez. Bu ayrıca, Türkiye’nin bölgede ve dünyada etkinliğini daha da artırmıştır. İİT ve BM’den çıkan kararların manevi ve diplomatik değeri çok yüksektir.

    6)Bazı Arap ülkeleri İstanbul’daki konferansa ilgi göstermedi. Sizce bu ülkeler Kudüs konusunda nasıl bir sınav verdi? Kendi ülkelerinde bu ikiyüzlü tutumlarını halklarına nasıl izah edebiliyorlar?

    Trump’ın pervazsız ve gayrimeşru kararının arkasında bu konferansa büyük ilgi göstermeyen Arap ülkelerinin olduğu şüphe götürmez bir hakikat maalesef. Son yüzyıla baktığımızda Filistin davasındaki her kaybın arkasında bazı devletlerin ihanetinin olduğu çok açık bir şekilde ortada. Yine üzülerek ifade etmek gerekiyor ki, demokratik olmayan bu rejimlerin halklarına izah edecek hiçbir şeyleri yok… Amerika’nın tarafsızlığını yitirdiğini tüm dünyaya göstermiştir.

    7) Türkiye’de alınan Kudüs kararı ve Cumhurbaşkanımızın dik duruşu özellikle İsrail ve Arap basınında nasıl karşılandı?

    İİT’de alınan karar, Türkiye’nin dik duruşunu gösterdi ve İslam dünyasında büyük alkış aldı. Arap basını kararı, Türkiye’nin “büyük İslam kardeşi” olarak büyüklüğünü gösterdiğini ve bunun ABD Başkanı Donald Trump’a “güçlü bir cevap” olduğunu kaydetti. Londar Merkezli El-Kudsu’l Arabi, Cezayir eş-Şuruk, Lübnan el-Mustakbel, Kuveyt el-Kabs, Mısır el-Ahram ve Ürdün’den el-Gad gibi birçok gazete, Trump’ın sorumsuzca aldığı karar, İİT kararı ile hükümsüz kalmıştır denildi. Bugüne değin BM kararlarını hep hiçe sayan İsrail’in bu karara karşı tavrı her zaman olduğu gibi saygısızcaydı ve “bizi etkilemez” dediler.

    8)Siz Kudüs’ü en iyi bilenlerdensiniz. Şu anda İsrail askerlerinin özellikle çocuklara yönelik şiddeti dünyanın gözü önünde gerçekleşiyor. Neden hedef çocuklar? Filistin halkına yapılan zulmün boyutu nedir?

    Nezaketinizi efendim. Bu konuda okumalar yapmaya çalışıyor ve sahada bulunarak olayları anlamaya çalışıyoruz. Bazıları İsrail’in şiddet kullanmasının nedenini Tevrat ve Zebur üzerinde yapılan münharif yorumlara bağlamakta Zebur’da geçen “Ey İsrail kavmi, sana milletleri esir ve Kenan ilini malikane olarak verdim. Onları bu demir sopa ile idare et. Bir çamur çömlek gibi onları parça parça edebilirsin. “ ve Tevrat’ta geçen “Ancak Tanrınız Rabbin mirası olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız. Tanrınız Rabbin size buyurduğu gibi, onları –Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını- tümüyle yok edeceksiniz.” (Tesniye/Yasanın Tekrarı, 20/16, 17) ayrıca “Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın, erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.” (1. Samuel, 15/3) gibi ayetleri örnek göstermektedirler. Bazı aydınlar ise, İsrail’in şiddet kullanmasını kurucu fikri olan Siyonizm felsefesinden kaynaklandığını söylemektedir. Çünkü Siyonist propagandanın, “tarihi haklar” kavramı ve toprak “vaadi” üzerinden Yahudiliğin içini boşaltıp, Tevrat ve Zebur’daki münharif yorumlar üzerinden Yahudileri teröre teşvik ettiğini belirtmektedir. “Emperyalizm, hem toplumsal, siyasal ve kültürel bir baskı sistemi, hem de bir dünya görüşü olarak tüm çağların ortak olgusudur” tanımını yapan Filistinli ünlü düşünür Edward W. Said, “Yahudi Devleti kitabının yazarı Herzl’in düşüncelerinin ve Filistin’in 1880’lerden itibaren sömürgeleştirilmesinin kökenleri, Siyonizm ve emperyalizmin ortak kökenleri 19. Yüzyıl Avrupa entellektüel kültürünün tarihinde bulunabilir” diyor. Said özetle, “Siyonizm, teorisi ve pratiğiyle, Avrupa emperyalizminin daha alt düzeyde bir yinelenmesidir” diye not düşüyor. Bu arada, şunu da unutmamalı BM Genel Kurulu 10 Kasım 1975’de “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık, faşizm ve ırk ayırımı olduğunu” kabul eden 3379 sayılı karar, 35’e karşı 72 devlet tarafından desteklenmişti. Fakat ABD’nin desteğiyle bu karar 90 yıllarda iptal edilmiştir. Bu kararın bugün yeniden BM gündemine sokulması kanısındayım.

    9)Halil-ur Rahman’da yapılanlar Mescid-i Aksa’nın başına gelir mi? Gelmemesi için neler yapılmalı? 

    1997 yılında el-Halil şehri, ardından da Halilu’r Rahman Camii fiili olarak ikiye bölünmüştür. Şehir ve caminin ikiye bölünme süreci, 25 Şubat 1994 tarihinde ABD vatandaşı radikal Yahudi Barush Goldstein adındaki bir teröristin Halilu’r Rahman Camii’inde gerçekleştirdiği katliam ile başlamıştır. Bu terörist saldırıda 29 Filistinli hayatını kaybetmiş, 300 kişi de yaralanmıştı. Saldırının üzerinden yedi ay geçtikten sonra cami yeniden ibadete açılmış ancak bu süre zarfında caminin içerisine özel güvenlik sistemleri yerleştirilmiştir. Bunun yanı sıra caminin üçte ikilik kısmı sinagoga çevrilmiştir. Benzeri uygulamanın İsrail tarafından Mescid-i Aksa üzerinde de denenmeye çalışıldığı müteadid defalar görülmüştür. Müslümanlara düşen Kudüs ve Aksa’da her gelişmeyi an be an takip etmeli ve kritik bir zamandan geçtiğimiz unutulmamalıdır.

    10)Filistinli gençlerin eğitimi ve sosyal hayatı nasıl? Mevcut düzende geleceklerini nasıl görüyorsunuz?

    İsrail, ABD ve Batı’nın verdiği sonsuz destek ile yaşamını idame ettirmekte. Dünya Müslümanlarına düşen görev de Filistinlilere her alanda destek olmaktır. Filistinliler davalarına sahip çıkmaya devam etmektedir. Önemli olan Müslüman halkların hiçbir zaman yalnız bırakmamasıdır. Filistinliler, bugün Arap dünyasında medyadan tutun sağlık alanına kadar her alanda büyük etki sahibidirler.

    11)Yahudilerin işgal politikalarına Hıristiyanların bakışı ne? Onlar bu olaylarda kimin tarafında duruyor?

    Şark kiliselerinin buna büyük tepki gösterdiklerini biliyoruz. Edward Said gibi Filistinli Hıristiyanların Filistin davasının yılmaz savunucusu olduğunu da unutmamalı. Trump’ın son kararı sonrası Lübnan ve Filistin’de görüştüğüm birçok Hıristiyan buna sert tepki gösteriyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kudüs kararını sonuna kadar desteklediklerini ifade ediyorlardı.

    12) Müslümanlar Kudüs’ü neden yalnız bıraktı?

    Müslümanlara Kudüs’ü yalnız bırakmadı. Sorun İslam aleminin 200 yıldır maruz kaldıkları fiili ve kültürel işgallerdir. Bölük pörçük bir İslam aleminden bahsediyoruz. Irak, Afganistan ve Suriye’de milyonlarca kadın ve çocuk ölürken ruhsuz bir beden gibi kıpırdamayan bir dünyadan bahsediyoruz. Ama inanıyorum ki, Kudüs davası ümmetin uyanışına vesile olacak ve Selahaddin gibi biri çıkacak ve ümmetin yekvücut olmasını sağlayacaktır.

    13)Özellikle Filistin, Arakan, Suriye için müslüman kadınlara düşen sorumluluklar nelerdir?

    Müslüman kadınların, ümmetin yeniden bilinçlenmesinde büyük rol oynayacağı kanısındayım. Müslüman nesillerin ve gençlerin bilinçlenmesi rolü başta olmak üzere kültürel faaliyetlerle Kudüs şehri ve Filistin tarihi hakkında büyük farkındalık oluşturabilirler. Çünkü ilk aşamada bu başarılabilirse, Siyonizmin dünya genelinde yaydığı yalanlar ve iftiralara en büyük cevap olacaktır. Çünkü, Siyonizm yalanlar ve efsaneler ile hayatını idame ettiriyor. Müslüman nesillerin ye’se düşmeden umutla geleceğe bakmalarını sağlayabilirler. Ne diyordu Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy:

    “Ye’s öyle bakattır ki; düşersen boğulursun.

    Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”

    Psikolojik yenilginin en tehlikeli şey olduğu unutulmamalı. Koca sultan Selahaddin Eyyubi, Kudüs Haçlılar döneminde vahşi katliamlara tanıklık ettikten, 200 yıl işgal altında kaldıktan ve Mescid-i Aksa Haçlıların atlarını bağladığı bir ahır haline getirildikten sonra kurtarmıştı. Zafer eninde sonunda inananların olacaktır.

  9. Turan Kışlakçı: ABD’nin bu coğrafyaya yerleşmesi istenmiyor

    Leave a Comment

    CNN TÜRK’te Başak Şengül’ün sunduğu Akıl Çemberi programına konuk olan Gazeteci-Yazar Turan Kışlakçı, ABD’nin Ortadoğu’daki konumu hakkında açıklamalarda bulundu. Kışlakçı, “Amerika’nın şu andaki konumu devletler tarafından nasıl görülüyor diye baktığımızda Hindistan’dan hatta Çin’den tutun Fas’a kadar Amerika’nın bu coğrafyaya yerleşmesini istemiyorlar. Çünkü Amerika hangi coğrafyaya, hangi ülkeye yerleşmişse hatta üs kurmuşsa o ülkede terör arttı ve o ülkede huzur kalmadı” dedi.

  10. Beyrut Ey Sevgili! Kalk uykudan

    Leave a Comment

    Doğu Akdeniz’in nadide şehirlerinden. Küçük Ortadoğu olarak adlandırılan bir diyar. İlia Ebu Madi, Cibran Halil Cibran, Nizar Kabbani, Mahmud Derviş ve Şefik Maluf’un sevgilisi olan ülke. Sesiyle milyonları büyüleyen Feyruz’un memleketi. Fenikelilerin “Beyaz Karlar ülkesi” diye seslendikleri topraklar. Ayak bastığınızda içinize sevinci ve hüznü aynı anda zerk eden bölge. Arap dünyasına modernleşmenin ve medyanın yayıldığı coğrafya. Birçok şiire ve romana konu olan Lübnan, Emin Maalouf’un romanlarında ve Nizar Kabbani’nin şiirlerinde mücessem hale geliyor. Kabbani “Beyrut Sevgilim” adlı şiirine şöyle başlıyordu:

    Beyrut, dünyanın sevgilisi

    Kim aldı yakut taşlı bileziklerini

    Efsunlu mührünü kim haczetti

    Kim kesti altın beliklerini.

     

    Hariri Krizi ve gündeme düşen Lübnan

    4 Kasım’da Lübnan Başbakanı Hariri’nin Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da görevinden ayrıldığını açıklamasının ardından Arabistan’daki gelişmelerin yanı sıra Lübnan’daki gelişmeler de dünya basını tarafından yakından izlenir oldu. Hariri, 17 gün sonra ülkesine dönmesine rağmen bölgede halen yeni bir kriz beklentisi ayyukta. Lübnan ekonomisi üzerinde Körfez ülkelerinin etkisi, siyaseti üzerinde de Hizbullah üzerinden İran’ın nüfuzu çok bariz bir şekilde müşahede ediliyor. Bunun yanı sıra Osmanlı sonrası bölgede nasıl İngiltere ve Fransız mücadelesi yaşandı ise bugünlerde de ABD ve Fransa arasında gizli bir çekişme yaşanıyor. Fransızlar kendi inşa ettikleri ülkeyi ABD’ye kaptırma niyetinde gözükmüyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Lübnan krizinin çözümü için hızlı bir şekilde devreye girmesi de bu yönde değerlendiriliyor.

     

    Osmanlı sonrası yapboza dönen coğrafya

    Osmanlı’nın 1917’de bölgeden çekilişinden sonra Lübnan’ın ekonomisi değişti ve para birimleri arttı. Önce İngiliz sterlini ile istikrarlı giden Mısır poundu geldi, ardından Fransız frankı ile sabitlenen Suriye poundu. Son yıllarda Lübnan lirasının yanı sıra Amerikan doları ekonomide faal halde. 6 milyon nüfusa sahip ülkede Arapça’nın yanı sıra Fransızca, İngilizce ve Ermenice çok yaygın olarak kullanılıyor. Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi sonrası bölgeyi yöneten İngilizler, Fransızlarla yaptıkları bir antlaşma ile 1920’de Lübnan’ı Fransızlara bıraktı. Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud, 1 Eylül 1920’de Beyrut’taki resmi konutunun balkonundan Büyük Lübnan’ın doğuşunu ilan etti. Fransızlar çok geçmeden komşu Suriye’den yeni kazandıkları toprakları bölmek için yapay sınırlar çizeceklerdi. Bilad-ı Şam olarak adlandırılan bölge; Filistin, Lübnan, Irak, Suriye ve Ürdün gibi kimlikleri belirsiz beş devletle temsil edilen siyasi bir yapboza dönüştü.

     

    Lübnan’da yaşananları yetkililer değerlendiriyor

    Lübnan’daki ziyaretimiz esnasında birçok önemli önemli siyasi ve fikri şahsiyetlerle görüşme imkanı bulduk. Konuştuğumuz tüm şahsiyetler, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin ülkeye dönüşüyle birlikte sorunların bitmeyeceğini bilakis yeni bir krizin kapıda olduğunu vurguluyor. İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırılarının şimdilik uzak gören yetkililer, fakat süprizlerin yaşadığın bir çağdayız hemen her şey olabilir demekten de imtina etmiyorlar.

     

    Lübnan Cemaati İslami Lideri Azzam Eyyubi:

    Lübnan’da olup bitenler, bölgede yaşanan gelişmelerin bir özetidir. Katar ablukası sonrası bölgedeki gelişmeler hızlandı. Suudi Arabistan Veliahtı Muhammed bin Selman’ın yaptıklarını da aşan bir durum bu. Bunun berisinde çok bariz bir şekilde İsrail ve ABD’nin olduğu müşahade ediliyor. Bölge yeniden yapılandırılıyor. Türkiye’deki başarısız darbe de bu oyunun bir parçasıydı. Hamdolsun ki, Türk halkının üstün bilinci bu oyunu bozdu.  Lübnan’da Katar benzeri bir durum ile yüzyüze. Suudi Arabistan, Filistinli bazı grupların yanı sıra bazı selefi grupları da amaçları için kullanabilir. Muhammed bin Selman, Mahmud Abbas’tan Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarını Muhammed Dahlan’a teslim etmesi istedi. Dahlan’ın Filistinli grupları güvenlik için kullanacağı çok aşikar. Selefi gruplar da şimdiden İran’ın İsrail’den daha tehlikeli olduğunu dillendirmeye başladı. Bunlar tabi yeni bir kaosun habercisi. Bu konuda tüm cemaatleri uyardık ve dikkatli olmalarını ifade ettik.

     

    Lübnanlı ünlü düşünür Rıdvan Seyyid:

    Lübnan’daki asıl sorun son hükümetin üzerine inşa edildiği dengesizlikti. Geçmişte inşa edilen Sünni, Şii, Hrıstiyan muvazenesi bozuldu. Hizbullah’ın etkisinde bulunan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Başbakan Saad Hariri’yi bölgesel konularda kendisiyle aynı çizgiye çekmesi, örneğin Bakanların Esed rejimiyle görüşmesi, Hizbullah’ın DAEŞ ile pazarlığındaki sessizlik ve Kuveyt meselesi gibi birçok konu. Hakikatte hepsinden daha zoru Başbakan Hariri’nin Cumhurbaşkanı Avn lehine Sünnilerin taleplerinden feragat etmesidir. Hariri, Sünni çoğunluğun oyuyla siyaset yapıyordu ancak taleplerini karşılamadı. Suudi Arabistan’da 1 yıl once kurulan hükümette Hariri’nin yaptığı uygulamalardan razı değildi. Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil’in uygulamalarından çoğu kimse memnun değil. Tamamen Suriye rejimi lehine çalışıyor ve Sünnilerin taliplerini gözardı ediyordu. Basil ayrıca, Suriyeli mültecilere karşı Cumhurbaşkanının da katılımı ile şiddetli kampanyalar yürütüyordu. Parlanmentoda Hizbullah ve Suriye rejimi yanlıları çoğunluğu oluşturuyordu. Hizbullah’ın, havaalanı, liman ve devletin digger kurumlarını istilası Cumhurbaşkanı Avn’ın döneminde başladı. Hariri’nin istifası gizli emeller, mazeretler ve boş umutları ortadan kaldırmak için gerekliydi.

     

    Hizbullah’a yakınlığı ile bilinen Lübnanlı yazar Kasım Kasir:

    Bölgede yeni bir dönem inşa ediliyor. Herkes buna göre rolünü yeniden belirliyor. Yeni dönemde birçok tarafla birlikte hareket etmek önem kazanıyor. Hizbullah, bu çerçevede Suriye savaşı ile birlikte ilişkileri bozulan Hamas ile ilişkilerini yeniden düzeltti. Müslüman Kardeşler ile görüşmeler sürüyor. Bir süredir süren açık ve gizli görüşmeler var. Yakın dönemde gruplar daha fazla konuda ortak hareket edebilir. Hizbullah Suriye’de Esed rejimi için savaşmadı. Kendi geleceği için mücadele etti. İran’dan alınan silah ve paralar için Suriye geçiş noktasıydı. Bu geçiş noktasının güvenliği Hizbullah için can damarıydı. Suudi Arabistan, Hariri’nin Lübnan’a dönüşü karşılığında Hizbullah’dan Yemen konusunda geri adım atmasını bekliyor. Suudi Arabistan’ın bölge siyaseti, bugüne değin Arap ve Müslüman ülkelerin  iç siyasetine müdahale etmeme ve dolaylı olarak kendi işlerini yürütmek üzereydi. Fakat yeni dönemde bunun aksi bir durum ortaya çıktı. Katar ve Lübnan yönelik siyasetleri başarısızlıkla sonuçlandı. İleride bu siyasetin nereye varacağı sorusu bölgenin geleceğini de belirleyecek önemli sorulardan biri. Şunu diyebilirim,  Suudi Arabistan’ın bölgesel rolünün sonuyla karşı karşıyayız. Olup bitenler bunun bir neticesi.

     

    Lübnan’daki Filistinli Alimler Birliği Başkanı Şeyh Bassam Kayed:

    Bölge büyük bir değişim yaşıyor. Bu değişimin startı ABD Başkanı Trump’ın Arap liderleriyle Riyad’da verildi. Herkes Riyad toplantısında Trump’ın alacağı paralara odaklandı. Zira orada daha önemli bir söz almıştı Trump. Arap liderler, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu sözünü Trump’a vermişlerdi. O toplantısı sonrası İsrail Başbakanı Netanyahu, Mescidi Aksa’yı kameralarla donattı. Geniş güvenlik önlemlerini artırdı. Ezanı yasakladı. Müslüman ülkelerden konuyla ilgili bir ses bile çıkmadı. Sadece Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan güçlü bir ses Verdi. Bunun dışında Kudüs’teki Filistinliler tek başına direndi. Filistinliler sokaklara çıktı ve işgalci İsrail rejimi geri adım atmak zorunda kaldı. Üç Muhammed eliyle (Muhammed bin Selman, Muhammed bin Zayed ve Muhammed Dahlan) bölgede büyük bir oyun tertip ediliyor. Bu küresel ve bölgesel oyuna karşı çok dikkatli olmalıyız. Suudi Arabistan’da olup bitenler bu küresel oyunun bir parçası. Türkiye’de 15 Temmuz Darbe Girişimi de bu oyunun bir nüvesiydi. Başarılı olsaydı Mısır’da Rabia Meydanı’nda müşahede ettiklerimiz Allah korusun Türkiye’nin tüm şehirlerinde vuku bulacaktı. Çok dikkali olunmalı. Asıl hedeflerden biri de Türkiye’nin önünü kesmek. Bölgenin parçalanmasına karşı teyakkuz halinde olmalı ümmet.

     

    Filistin kökenli Lübnanlı entelektüel Münir Şefik:

    İsrail’in Lübnan’a yönelik yeni bir saldırı ihtimali olsa da şimdilik zayıf görünüyor. İsrail güçlü bir devlet ancak askeri yetersiz. Hava saldırıları düzenleyebilir. Hizbullah’ın bugün daha çok füzeleri bulunuyor. Bu da İsrail’i korkutuyor. Halihazırda bölgede çok farklı bir savaş türünün içindeyiz. Kimse kimseyle ne tam ittifak halinde ne de tam çatışma halinde. Düşmanlıkların ve dostlukların belirsizleştiği bir durumla karşı karşıyayız. Mesela Mısır’daki askeri cuntayı destekleyen Suudi Arabistan, Lübnan’da Mısır ile anlaşamıyor. Bölgedeki birçok ülke için benzeri örnekleri çoğaltabiliriz. Bölgedeki her ülkenin ittifak halinde olduğu ülkelerle birçok yönden de farklı bölgelerde çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin de diğen ülkeler gibi böyle birçok ilişkisi bulunuyor. En büyük sorun, bölge ülkeleri ilerisini hesaplamadan çok hızlı kararlar alıyor, bölge sürpriz gelişmelerle yüz yüze kalıyor ama sonuçta bir şey elde edilmiyor. Riyad’ın Katar ve Lübnan kararları bunun en bariz örneklerinden biri. Bölge, küresel büyük oyunlara karşı çok ciddi tarihi ittifaklara ihtiyaç duyuyor.

     

    Lübnanlı Yazar Saad Mahyo:

    Bölge geleceğini belirleyecek yine tarihi bir dönüşümle karşı karşı. Derin bir değişim yaşıyor. Bunun etkisi nesiller boyu devam edecek. Halihazırda bir cehennemi yaşıyoruz. Gündelik olaylara saplanıp kalmak yerine daha üst perdeden olaylara bakıp küresel güçlerin buradaki oyunu halklarla bozmalıyız. Bunun için de bölge halklarını bir birine bağlayacak yeni bir manifesto ve paradigmaya ihtiyacımız var. Bunu başarabilirsek, bu doğunun ortasının intifadası olacaktır. Çünkü bu zifiri karanlıktan İslam medeniyeti güçlenerek çıkabilir. Bunun için güçlü bir birliğe ihtiyacımız bulunuyor. Bunun için yakın dönemde bir kitap kaleme aldım. Adını “Türkler, İranlılar, Kürtler ve Araplar: Bütünleşme ya da İntihar” koydum. Bu dört kavim aralarında bir ittihad sağlar ise dış güçlerin buraya müdahalesi çok zor olacak. Bunun için küresel güçlerin içimize sızmasını engellemek için bir bütünleşmeye ihtiyacımız var. Eğer bu bütünleşmeyi sağlayamaz ise bu hepimizin intiharı olacaktır. Aydınlarımıza ve alimlerimize çok büyük görevler düşüyor. Halkları yeni dönemle ilgili bilinçlendirmek içen ciddi manifestolara ihtiyacımız var. Ben ümitvarım ve geleceğin İslam medeniyetinin olacağını düşünüyorum. Tabii ki iyi bir yol haritası ortaya koymamız halinde olacak bu.

     

    Doğu’nun Paris’i ve Bitmeyen Savaşlar

    1943’te bağımsızlığını kazanan Lübnan’ın çok etnikli ve dini yapısı, temsile de yansıyor. Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı ise Şii’lerden seçiliyor. Dürziler, Ermeniler ve diğer gruplara ise mecliste belirli oranda temsil hakkı veriliyor. 1975’ten 1990’ların başına kadar iç savaşın yaşandığı ülkede 150 bin kişi hayatını kaybetti. Beyrut sokaklarını gezdiğinizde halen iç savaşın izlerini bulabiliyorsunuz. 1982 ve 2006’da ise İsrail’in saldırılarına maruz kalan Lübnan’da Filistinli mülteciler sorunu ise ülkenin en önemli sorunlarından biri olarak duruyor.

    İç savaş öncesi Doğu’nun Paris’i olarak adlandırılan Beyrut; canlılığı, tarihi, denizi, dağları, geceleri ve yemekleri ile doğudan ve batıdan milyonlarca insanın ilgisini çekmeye devam ediyor. Her ne kadar ülke birkaç yıldır bir sakinlik yaşasa da hayat capcanlı devam ediyor geceleri Lübnan sokaklarında. Krizlerin saman alevi gibi parlayıp daha sonra aynı hızla sönme eğiliminde olduğu ülkede, insanlar varlıklarını sürdürmeye devam ediyor.

     

     

    Lübnan Bağımsızlığının Simgesi bir Osmanlı Beyefendisi

    1943 yılında Fransızlardan bağımsızlığını kazanan Lübnan’ın bağımsızlığının tarihi isimlerinden biri Riyad Sulh (1894-1951)’tur. Babası Rıza Sulh ve ayrıca dedesi, Osmanlı’nın önemli mutasarrıflarından biriydi. Babası Rıza Sulh, Yemen’de, Bolu’da, Kerbela’da ve Selanik’te mutasarrıf olarak görev yaptı. Babası Selanik’te görev yaptığı dönemde, kardeşi Ahmed ile deniz kıyısına giden Riyad bir grup gencin saldırısına uğrar. “Sizler Türklerin hizmetkarlarısınız” deyip kardeşi Ahmed’i denize atan Yunan kökenli çocuklar, sonra oradan kaçarlar. Riyad küçük ve yüzme bilmediği için kardeşini kurtaramaz. Kardeşi Akdeniz sularında şehid olur. Sulh ailesi, bu olay üzerine derin bir hüzne gark olur. Sultan Abdülhamid, babası Rıza ile birlikte Riyad’ı Yıldız Sarayı’nda kabul eder ve taziyesini bildirir. Riyad’ın annesi Nezire Müftüzade Özbekistan’ın önemli Çerkez ailelerinden birine mensuptur. Özbek hanlarından Muhammed Rahim Han’ın önemli komutanlarından Nezire’nin babası Emin bey, Rusların bölgeyi ele geçirmesi üzerine İstanbul’a yerleşti. Emin bey âlim olduğu için Osmanlı tarafından Erzincan’a müftü olarak atandı.  Uzun yıllar Anadolu’nun bu şirin şehrinde müftülük yapan Emin beyin ailesi müftüzade lakabını alır. Yetim kalan Nezire Lübnan’da mutasarrıf olarak bulunan amcası Şerif’in yanına yerleşir ve burada Riyad’ın babası Rıza ile evlenir. Riyad, annesi Nezire’nin küçüklüğünde kendisine çerkezcenin yanı sıra çerkez marşlarını ve halk oyunlarını öğrettiğini söyler. Babası Mebusan meclisinde mebusluk da yapan Riyad, hem Abdülhamid’in haline hem de İttihat ve Terakki iktidarının ülke 4 yılına tanıklık eder. Daha sonraki yıllarda Lübnan’ın Fransızlara karşı verilen mücadelenin önemli simalarından oldu ve ülkesinin ilk başbakanlarından biri olarak Riyad Sulh, 1951 yılında Ürdün’e yaptığı ziyaret sonrası ülkesi Lübnan’a dönerken Amman’da İsrail ajanları tarafından öldürüldü. Bir Osmanlı beyefendisi olan Riyad Sulh, hayatının sonuna kadar başında hep fes ile gezen nadir şahsiyetlerden biriydi.

     

     

    Osmanlı Beyrut’tan nasıl çekildi?

    Suriye’nin ve Lübnan’ın Osmanlı’nın elinden nasıl çıktığına tanıklık eden en mühim isimlerden biri de Hüseyin Kazım Kadri (1870-1934) beydir. Lübnan 1917’de İngiliz işgali altına girince Beyrut’ta bir Türk ailesi olduğunu söyleyen Kazım Kadri, hatıralarında bu ailelerin İstanbul’a gönderilmelerini ve Beyrut limanından ayrılışlarını şöyle anlatmaktadır; “Tüm Türk aileleri limanda biraraya gelmişti. Büyük bir kalabalık vardı. Fakat rıhtımda toplanan eşyayı vapura taşımak bir mesele idi; hamal bulmak ve sonra birçok para vermek lazımdı. İngiliz Merkez kumandanı Miralay Thomson da vapurun o akşam hareket edeceğini ileri sürerek eşyanın hemen vapura naklini istiyordu. Şaşırıp kalmıştık. Eşyalarını da kimse bırakmak istemiyordu. Bir an için düşünüp bir çare buldum ve “ben bu eşyayı iki saat içinde vapura nakl ettiririm, fakat siz hiçbir itiraz etmeyecek ve uzaktan seyirci kalacaksınız” dedim. Thomson güldü ve “Muhammed’in yeni bir mucizesini mi göstereceksiniz?” cevabıyla mukabele etti. “Evet! Çok iyi keşfettiniz! Ben de Muhammed’in bir mucizesini size göstermek istiyorum” cevabını verdim. “Pek iyi, hiçbir itiraz etmem” dedi.

    İngiliz ordusunun ahmal ve eskalini taşımak için yüzlece Mısırlı hamal vardı. Bunların çavuşları olan eli kamçılı bir Arap orada bulunuyordu. Yanına giderek bizim Müslüman ve muhacir olduğumuzu bildirdikten sonra eşyamızın vapura nakli için maiyetindeki hamallara emir vermesini rica ettim. Adamcağız derhal avazı çıktığı kadar bağırarak; ‘bakınız evlatlar! Amucamız(!) bize ne teklif ediyor. Bu eşyalar vapura taşınacak; biz de Müslüman kardeşlerimize dinen mecbur ve mükellef olduğumuz yardımı yapcağız!” sözlerini söylemişti ki yüzlerce Mısırlı hamal bir anda tehacüm ederek eşyamızı iki saata varmadan vapurun ambarına indirdiler. Thomson hayret ve hiddetle bakıyordu. “İşte Muhamed’in mucizesi!” dedim. Hiçbir cevap vermedi ve oradan çekilip gitti. Ellenga vapuru da tayin edilen saatta hereket etti. Beyrut’ta kaldığım uzun seneler zarfında her sınıf halk ile hüsn-i muaşerette bulunmuştum. Başka müftü olduğu halde memleketin uleması ve esker eşrafı bizi teşyi için geldiler… Kucaklaştık, ağlaştık… ve bu tarzda bölgeden ebediyen ayrıldık…”