Kah bir çöl rüzgarı, kah Akdeniz havası sarar sizi. Meltemsi bir rüzgar kuşatır dört bir yanınızı. Kışın lodos rüzgarı deniz dalgalarını sürükler; vurur rıhtıma. Gemileri, yatları sahillere sürükler. Yazın sıcaktan adeta yanan Beyrut’a sırtını dayadığı dağlardan serin serin rüzgar eser. Kıyılarına doğru indikçe ısınır, ısındıkça kuru bir hava kuşatır her tarafı. Dağlarına çıktıkça hoş bir rüzgar alır sizi sedir ağaçlarının kollarının arasına.
Sabahın erken saatlerinde, çiyler çiçeklerle raksederken, kulaklara usul usul akan Feyruz’un muhteşem musikisiyle, gecenin o ışıltılı füsunuyla sizi dehlizlerine garkeder Lübnan. Harikulade bir iz bırakır size dağların ve Akdeniz’in sesi, bakışı, kahkahası. Diğer yanda ise hüzün, keder, ölüm ve yıkım; nakşeder ilmek ilmek tüm bedeninize Beyrut. Zira bundandır ki, hüznü ve sevinci aynı anda yaşatır size. Dualizmin toprağına yansımış kokusu sizi eski Yunan’a, eski Hind’e, eski Çin’e, eski İran’a ve eski Mısır’a götürür ve felsefi olarak da Descartes’ın dualizminde bulursunuz kendinizi.
Her medeniyetten izler bulursunuz Lübnan’ın her sathında. Adım adım arşınladığınız her sokağında, Hititten, Asurlardan, Babilden, Roma’dan, Bizans’tan, Emevi ve Abbasilerden, Selçuklulardan, Haçlılardan, Osmanlıdan izler yansır gözünüze. Hangi komutanlar geçmedi ki bu topraklardan, Nebukadnezar, Tiglat-Pileser, Büyük İskender, Selahaddin, Osmanlı Beyleri ve Paşaları, İngiliz mareşaller ve Fransız yüksek komiserleri…
Lübnan’ın en eski sakinlerinden olan Fenikeliler, tüccar insanlardı. Gemilerle Akdeniz üzerinden dünya pazarına açılırlardı. Kışın geri döndüklerinde Lübnan dağlarındaki sedir ağaçları üzerinde karın verdiği güzel görünümden dolayı buraya Fenike dilinde “Beyaz karlar ülkesi” adını vermişlerdi. Yani “Lübnan”. Önünü engin bilgeliği ile nice medeniyetlerin beşiği olan Akdeniz’e, sırtını ise kadim gemilerin kaynağı olan sedir ağaçları ile bezenmiş dağlara dayanan Beyrut, Fenikelilerin altın şehriydi.
Bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olarak bilinirdi. Şimdilerde ise, saman alevi gibi parlayıp daha sonra aynı hızla sönen krizlerin yaşandığı, dramatik sancılarla boğuşan bir ülke halini aldı. Siyonist İsrail’in 1948’de kurulmasından sonra bu ülkenin üzerinde kara bulutlar eksik olmadı. 1975-1990 arasında iç savaş yaşandı. Bu savaşta 150 bin kişi hayatını kaybetti. Anlaşmazlıklar o günden beri sorunları arttırdı, yaşamları kana buladı. İsrail, 1982 yılında Kasap Ariel Şaron’un öncülüğünde Lübnan’a Sabra-Şatilla katliamı ile damga vurdu ve Mayıs 2000 yılına kadar Lübnan’ın güney topraklarında işgalci olarak kaldı.
Ortadoğu’nun etnik ve dini açıdan bir mozaiğini oluşturan Lübnan’da Sünni ve Şii Müslümanlar, Rum Ortodoks ve Maruni Katolikler, Dürziler, Ermeniler ve bir avuç Yahudi bir arada yaşar. 1917’de Osmanlı buradan ayrıldığında önce İngilizler, ardından 1921’de Fransızlar mandası altına aldı Lübnan’ı. 1943 yılında bağımsızlığını kazan Lübnan, Emperyalistlerin bu coğrafyaya girişiyle büyük bir yıkım yaşadı. Hrıstiyanı Hrıstiyana, Müslümanı Müslümana kırdırdı. Onun içindir ki, bu coğrafyanın insanı yaşananları temkinli okur. Bir dönemler Lübnan tarihinde Müftünün yeri çok kuvvetliydi. Bir zamanlar barış ve sükunu o teskin ederdi. Siyasiler ve entelektüeller müftüye danışırdı. Müftü çok yönlü olmak zorunda idi. Siyasetten edebiyata, dinden felsefeye herşeyi bilmek zorunda idi. Çünkü ülke bir mozaikler ülkesiydi her yönüyle.
Araplar arasında meşhur bir deyim vardır: “Kitaplar Mısırda yazılır, Lübnan’da basılır ve Irak’ta okunur”. Arap aleminin en ünlü yayınevleri genelde Beyrut’ta bulunur. Kaliteli baskının yanı sıra muhtelif konular ile geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder. Beyrut kültür bakımından geçmişte İstanbul’a bugünde Ankara’ya hiç bakmıyor: onun yöneldiği medeniyet kıblesi Paris ile Kahire… Beyrut’un gazeteleri Fransız ve İngiliz ajanslarından alır haberleri. Fransız, İngiliz edebiyatının yanı sıra Rus ve Çin edebiyatının kitaplarını bulursunuz kesif bir şekilde kitapçılarda ancak bize ait kitaplar ise henüz yeni raflardan yerini yeni yeni alıyor. Okuyanı ise çok az.
Beyrut, Arap dünyasına modernizmin yayıldığı yerdir. Matba, kitap, gazete ve güncel tartışmaların ana odağı Lübnan’dır. Arap dünyasının en ünlü gazeteleri 18. yüzyılda burada baş gösterir. Eğitimin de ana merkezidir. Özellikle, batılı devletler burada azınlıklara hitap etmek için özel okullar kurdu. Bu okulların birçoğu tıpkı Amerikan üniversitesi gibi halen varlığını çok güçlü bir şekilde Lübnan toplumunda hissettirmektedir.
Hüzün ve sevincin, yaşamın ve ölümün iç içe olduğu topraklarda, hayat bir köşede en çılgıncasına devam ederken, diğer tarafta ise ölüm mültecileri vurur. Dualizmin acı yüzünü burada müşahede edebilirsiniz. Gündüzün o ışıltılı parıltısı altında solidar ve sahilde geziyor insanlar. Akşam karanlık çöktüğünde ise caddeleri ve sahildeki Zaytuna bay dolup taşıyor. Geceleri de ışıl ışıl Beyrut. Her cadde ünlü kafeler ve kafelerde eksik olmayan yüzler.
Solidere Lübnan’ın önemli gezi yerlerinden biri. Zaytuna Bay ise akşam serinliğinde en güzel gezi yerlerinden biri. El-Hamra, Marmağayl, Cemiza, Bedaro, Sahra, El-Leyl ve Mono caddeleri, Abdulvahab, Loris, es-Sayyad, Sultan İbrahim, es-Seraya, Keramna, Beytu’l Halep lokantaları ve Flamenko, Um Şerif, Keyf, Leyla ve Hamra kafeleri cazibesiyle herkesi etkilemeye devam ediyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin Lübnanlı iş adamları ile yüz yüze gelirsiniz. Ünlü Lübnan mutfağına ait ne var ise her kıtada açılan Lübnan lokantalarında bulabilirsiniz.
“Küçük Ortadoğu” olarak adlandırılan Lübnan, İlia Ebu Madi, Cibran Halil Cibran, Nizar Kabbani, Mahmud Derviş ve Şefik Maluf’un sevgilisi bir ülke. Sesiyle milyonları büyüleyen Feyruz’un memleketi. Birçok şiire ve romana konu olan Lübnan Emin Maalouf’un romanlarında ve Nizar Kabbani’nin şiirlerinde mücessem hale geliyor. Kabbani “Beyrut Sevgilim” adlı şiirine şöyle yazıyordu:
Nerden geldi Beyrut
Kasvet sana
İnceydin, alımlıydın
Nasıl dönüştü cıvıl cıvıl serçeler
Yarasalara, gece kedilerine.
Beyrut’tan ayrılırken bile hala size ait bazı şeyleri burada bıraktığınız hissi bırakır. Havaalanına giderken dönüp dönüp bakarsınız her caddesine ve sokağına, Akdeniz’e ve dağlarına. Görmüş olmuş olmaklığın verdiği sevinç ve ayrılığın verdiği hüzün, bu coğrafyada halen keşfedilmeyi bekleyen şeylerin olduğunu fısıldar kulağınıza. Böylece yeniden buraya dönme hissi kavi bir şekilde içinizde baki kalır.
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR