Şark insanının mecazî dili birdir. Kendini tabiattaki güzelliklerle anlatır. Kutsal kitaplardaki cennet -ki kelime anlamı bahçe demektir- ile özdeşleştirir dünyasını. Dünyadaki cennet mânâsında kullanılan gülistan ve bostanlarda, güzellikleri temaşa ve rayihaları teşemmüm eder. Asırlar boyu aynı coğrafyada yaşayan, birbirine yakın kültürel unsurlardan beslenen Arap, Fars, Türk, Kürt ve Urdu şairler; benzer kavramlara farklı yaklaşımlar sergileyerek bu edebiyatın zenginleşmesini sağlamıştır. Ortak edebiyatımız, güzelliği övüp tasvir eder. Güzelliğin en belirgin olduğu yerler ise bostanlar ve gülistanlardır. Çünkü bu mekânda hayaller genişler ve o hayalhanenin içi güzelliklerle ve kelimelerle dolar. Şairler ve yazarlar bu mekânlarda zihinlerine üşüşenleri kaleme dökerler.
“Bahçe’de Felsefe” kitabının yazarı Damon Young, geçmişten bugüne bahçede felsefe üreten filozoflardan bahsettikten sonra insan ve bahçe ilişkisini şöyle anlatır: “İnsanın doğayla olan özel ilişkisi bahçede sergilenir. Bahçe, insanın fiziksel ve zihinsel olarak doğayla nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. Normalde saklı kalan veya unutulan doğa-insan birlikteliği bahçede çarpıcı bir şekilde görünür hâle gelir; bir gösteriye, bir sergiye, bir sunuma dönüşür. Aristoteles’in ifadesiyle, bu ezelî ilişki bahçede ete kemiğe bürünür. Bahçe, insanın doğayla fiziksel ve zihinsel dayanışmasının sergilendiği yerdir. Bahçe, insanlaştırılmış evreni görünür ve anlaşılır kılar; bu görünen, hissedilen ve üzerinde düşünülen bir birlikteliktir.”.
Divan edebiyatı şairleri, mutasavvıflar ve filozoflar, gülistandan ve bostandan aldıkları ilham ile eserlerini kaleme almışlardır. 12. yüzyılda yaşamış dahi insan Şirazlı Sa’di’nin sadece Şark edebiyatının değil tüm dünya edebiyatlarının ölmez yapıtları arasında gösterilen “Bostan ve Gülistan” adlı iki şaheserinde gezdiği coğrafyalardaki bostan ve gülistanlardan topladığı güzellikleri eserlerinde lisanı ile arz etmiştir. Bostan, Farsça’da “çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer ve kokular ülkesi” mânâsına gelmektedir. Gülistan ise Farsça’da “gül bahçesi, güllük ve güller ülkesi” mânâlarına gelmektedir.
Kadim dünyanın farklı bölgelerinde seyr ü sefer eden “Bostan ve Gülistan”ın sahibi Sa’di, gezdiği coğrafyalarda değişik renklerde, farklı lisanlarda, dinlerde ve muhtelif kültürlerdeki insanlarla tanışmış, kaleme aldığı eserlerde de ırk ve renk ayrımı yapmaksızın tüm insanlığa seslenmiştir. Gülistan’ı İngilizceye tercüme eden İngiliz şair ve gazeteci Edwin Arnold, Sa’di hakkında şunları kaleme alır: “1191’de yani Avrupa’nın büsbütün cehalet ve taassubun karanlığı içinde yuvarlandığı bir tarihte Sa’di’nin Gülistan gibi bir kitap yazmış olması cidden hayretengizdir.”.
İranlı büyük şair Şa’di Şirazî’nin şu an Newyork’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının duvarında yazılı olan ve insanlık âlemini tarif eden şu güzel şiiri bakın nasıl evrensel bir anlam taşıyor:
“Beni âdem aza-yı yek-digerend
Ki der-âferineş zi-yek gevherend
Çü uzvi be-derd âvered ruzigar
Diger uzuvhâ ra nemaned karar
To ki ez mihneti digeran bi ğami
Ne şayed ki named nehend ademi”
Türkçesi:
İnsanlar birbirlerinin organları mesabesindedir,
Çünkü yaratılışları itibariyle aynı cevherdendirler.
Günün birinde bu organlardan biri hastalanırsa,
Diğer organların da huzuru kalmaz, onlar da rahatsız olur.
Eğer sıkıntı ve çilelerinden gamlanıp kederlenmiyorsan,
Sana âdem oğlu demek yaraşmaz.
İngilizcesi:
The children of Adam are limbs to each other,
having been created of one essence and soul,
If one member is afflicted with pain,
The other members uneasy remain.
If you have no sympathy for human pain,
The title ‘human’ you cannot claim.
Sa’di Şirâzî’nin on altı dile de çevrilen ve 1945’te güyâ dünya barışını, güvenliğini korumak ve milletler arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüt olan BM binasına da asılan satırları, hakikatte İslâm öğretisinin bizatihi kendisiydi. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Maide suresi 32. ayette şöyle buyuruyor: “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”. Hz. Peygamber (sav) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktaydı: “İnananlar, birbirini sevmek, birbirine acımak ve birbirini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve hastalığa dûçar olur.”.
Künyesi Müşerrefüddin Muslih bin Abdullah olan Şeyh Sa’di Şirazî, 1191’de İran’a bağlı Şiraz şehrinde dünyaya geldi. Gençliğinde Fars topraklarında hüküm süren Türkmen kökenli Atabey Sa’d bin Zengi’nin himayesinde kaldığı için “Sa’di” mahlasını almıştır. İlk eğitimini babasından sonra dedesinden alan Sa’di, tedrisatını Bağdat’ta bulunan meşhur Nizamiye Medresesi’nde Sühreverdi ve Ebülferec bin Cevzi gibi üstadların gözetiminde tamamladı. Sonra Başta Hemedan ve Horasan olmak üzere, uzun yıllar Hindistan, Çin, Kaşgar, Belh, Gazne, Pencap, Semerkant, Buhara gibi doğu ülkelerini gezdi. Bir süre Mekke, Şam ve Kuzey Afrika’da ikamet etti. Mısır ve Habeşistan’da yaşadı. 30 yıl muhtelif eşkal ve kisvelerde bu coğrafyalarda gezdikten sonra, 50 yaşındayken Şiraz’a avdet etti.
Eserlerini tetkik eden kimse Sa’di’yi bazen yakıcı Arabistan çölleri arasında kervanlar peşinde, bazen Kaşgar medresesinde gramer uzmanları ile münakaşada, bazen Trablus hendeklerinde Yahudilerle birlikte taş ve toprak taşımada ve bazen Sumenat’ın Hindu ibadethanesinde Hindistan dinlerinin gizemlerini araştırmak ile uğraştığını görür. Halbuki İran’ın büyük şairlerinin çoğu yalnızlığı ve gözlerden ırak hayatlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdi. Firdevsî Tus’ta güzel bahçeli bir evde, Hayyam Nişabur’da, Hafız Şiraz’da ve Mevlânâ da Konya’da yaşadı. Sa’di’nin ise toplumsal ve hareketli bir hayatı vardı. Hem sosyaldi hem hayatın sıcak soğuğunu tatmıştı hem eşsiz bir şairdi hem de dünya görmüş bir adamdı. Bir şiirinde şöyle der:
“Dünyanın en uzak noktasını gezdim,
Herkes ile düştüm kalktım,
Her köşeden bir fayda elde ettim,
Her bir harmandan bir salkım derdim.”
Elli yaşından sonra eserlerini kaleme alan Sa’di’nin bize ulaşan 16 kitap ve 6 risalesi bulunmaktadır. Farsça yazdığı eserlerinde Arapça beyit ve ibareler kullandı. Hatta kaside tarzında Arapça şiirler yazdı. Eserleri, Bostan ve Gülistan’dan başka Arabî ve Farisî kasidelerden, mersiyelerden, gazeliyyat-ı kadimeden, tayyibat, bedayi ve havatim namlarıyla maruf olan eş’ar mecmualarından ve bunlardan başka birçok rubaiyyat, kıtaat, eş’ar-ı müteferrika, hezelliyat vesaireden mürekkeptir. Feridüddin Attar’ınkinin tarzında yazılmış bir Pendnamesi de vardır. Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Hintçe, Habeşçe ve Latince de bildiği kaydedilir.
Fars edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Sa’di Şirazî, aynı zamanda bir ahlâk öğretmeni olarak da tanınmıştır. Moğol istilası döneminde İslâm coğrafyasının büyük bir bölümünün içerisinde bulunduğu sıkıntıları, dağınıklığı, kederleri, halkın yaşamakta olduğu çok zor şartları bizzat müşahede eden Sa’di; yazdığı kitaplarda bunun sebeplerini irdelemiş ve yöneticilerden halka kadar herkese hikâyeler ve şiirlerle adeta dersler vermiştir. Bostan ve Gülistan kitaplarında, merhamet, şefkat, adalet, insaf, cömertlik, ihsan, tevazu, rıza, teslimiyet, gençlik, aşk, tevbe, doğru yol, kanaat, susma ve sohbet adabı gibi birçok başlığa çarpıcı örnekler ve onun devamında dersler vermektedir.
Bugün yine işgaller altında darmadağınık yaşayan, perişan bir görünüm arz eden ve büyük İslâm ahlâkı sloganlarına rağmen toplumsal ahlâkî sorunlar içinde bocalayan İslâm ümmetinin Sa’di gibi pir-i fanilere çok çok ihtiyacı var. İşte bundandır ki, Sa’di’nin kitapları Tanca’dan Cakarta’ya tüm İslâm medreselerinde asırlardır okutuluyor. Sa’di’nin kitapları Osmanlı medreselerinde neredeyse zorunluydu. Kitapları Osmanlı edipleri ve ulemasının hepsini etkilemişti. Mehmet Akif Ersoy¸ Sa’di’den bahsederken “Azim” adlı şiirinin başında “Hem lisan hem de bulduğu konular itibariyle Fars şairlerinin en büyüğü” olarak gördüğü Sâdî’yi¸ “Bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli” olarak görür ve onu “Üstâd-ı İrfân” diye anar. Zira Sa’di¸ ona “insanlığa hizmet etme yolunu gösteren adam”dır. Ziya Paşa da “Harabat” adlı şiirinde Sa’di’ye olan takdirlerini şöyle dile getirir:
“Bir kimse okursa Bûstan’ı
Anlar o zaman nedir cihanı.”
Uzun yıllar süren bu seyahatlerinde gördüklerini, duyduklarını, bizzat yaşadıklarını bir araya topladı ve kendisinden sonra gelecek olanlara çok değerli, ibret, öğüt ve hayat tecrübesi dolu veciz eserler bıraktı. Kalp gözlerini açarak gezmiş olan Sa’di, bu yüzden olayları değişik bir açıdan izleme imkanı bulmuştu. Her zerrenin hakikati gösteren bir ayna, her yaprağın marifet kitabının bir sayfası olduğunu gözlemledi. Yine aynı gözle bizzat içerisinde yaşadığı toplumu, o toplumu oluşturan bireyleri, yönetenleri ve yönetilenleri dikkat ve ibret dolu bakışlarla inceledi. Çıkardığı sonuçları, çok değerli tecrübeleriyle harmanlayarak kendisinden sonra gelecek olanlara, kuracaklarını umduğu barış ve huzur toplumlarının oluşmasında belki faydalı olur amacıyla armağan etti.
İşgallerin ve bölünmüşlüğün Müslüman toplumlarda meydana getirdiği yozlaşmayı çok iyi gören Sa’di, halkın artık yüce Allah’tan değil, insanlardan korktuklarını ve “Allah ne der?” yerine “Halk ne der?” demeye başladıklarını görür, ince ve zarif üslubuyla bunu çok iyi iğneler. İbret dolu hikâyelerinden birkaç örnek:
1- “Babamla teheccüd namazına kalkmıştık. Dışarı baktım, bizden başka kalkan yoktu. ‘Keşke onlar da kalksaydı.’ dedim. Babam dedi ki: ‘Keşke sen de kalkmasaydın.’. ‘Peki neden?’ dedim. ‘Sahibine üzüntü veren günah, gurur veren ibadetten hayırlıdır.’ dedi.”
2- “Adamın biri, filanca kişinin arkasından gıybet ederek dil uzatmaya başladı. Orada bulunan aziz bilge, bu sözleri duyunca ona öğüt verdi: ‘Yanımda onun bunun kötülüklerini sayıp beni de kendi hakkında kötü düşüncelere sevk etme. Tut ki, o adamın itibarı eksildi ama bu eksilen itibar, senin derecene eklenmeyecek ki!”
3- “Sarhoş Moğollar’ın meclisinde bulunan müritlerden biri, çalgıcıların defleriyle çenklerini parçalamış. Bunun üzerine sarhoşlar, adamın üzerine abanıp çengin teller gibi saçını çekmiş, defe vurur gibi suratını tokatlamışlar. Mürit, yediği değneklerin ve tokatların acısından o gece hiç uyuyamamış. Ertesi gün piri, ona nasihat etmiş: ‘Güzel kardeşim; eğer yüzünün def gibi yaralanmasını istemiyorsan, başını çenk gibi aşağıda tutmalısın.”
4- “Abitlerden biri, latife olsun diye bir çocuğa bakıp gülümsemişti. Halvette oturan diğer abitler onu ayıplayıp çekiştirmeye başladılar. Hadise bununla kalmadı, durumu hemen gönül sahibi şeyhlerine de yetiştirdiler. Şeyh, onları sabırla dinledi ve öğüt verici bir dille şunları söyledi: ‘Perişan dostunuzun bir daha ayıbını açığa vurmayın. Latife, haram; gıybet, helal değildir.”
5- “Bağdat şehrinde bir gün şöyle bir haber duyulmuş. Şehre gelen bir dervişin duası kabul oluyormuş. Bunu duyan Bağdat valisi¸ onu yanına çağırmış ve demiş ki: ‘Benim hakkımda hayırlı bir dua et.’. Derviş¸ valinin çok zalim olduğunu biliyormuş. Bu yüzden şöyle bir dua etmiş: ‘Ey Allah’ım! Bu adamın canını hemen al.’. Vali, dervişe: ‘Bu ne biçim bir duadır.’ diye bağırmış. Derviş demiş ki: ‘Sen benden hayırlı bir dua istemedin mi?’. “Evet.” demiş vali. Derviş de bunun üzerine, “Öyleyse hayırlı olan senin ölmendir. Böylece hem sen yeni zulümler yapma imkânını kaybedersin. Hem de halk senin zulmünden kurtulmuş olur. Sen zalim bir adamsın. Yaşamandansa ölmen daha hayırlıdır. Ben onun için böyle bir dua ettim.’ demiş.”
Sa’di’nin eserleri tam anlamıyla birer hikmet denizidir. İşte onlardan bazı örnekler: “İnsan ruhunu iki şey karartır: Susulacak yerde konuşmak ve konuşulacak yerde susmak.”¸ “Ne kadar okursan oku; bir bilgine yakışır şekilde davranmadığın sürece¸ cahilsin.”, “Gönlünün dertli olmasını istemezsen¸ dertli gönülleri dertlerinden kurtar.”¸ “Üç şey sürekli kalmaz; ticaretsiz mal¸ tekrarsız bilgi¸ cesaretsiz iktidar.”¸ “Halkın bahçesinden padişah bir elma yerse¸ adamları ağacı kökünden sökerler.”¸ “Kendi ahlâkını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir.”¸ “Kurdun kafasını halkın koyunlarını paraladıktan sonra değil¸ önce kesmek gerekir.”.
Sa’di Şirazî’nin gazelleri de çok meşhurdur. Nimet Yıldırım Hoca’nın tercüme ettiği bir gazelinde Sa’di ona ayrılık acısı yaşatan sevgilisine şöyle seslenir:
“Geldin, eyvah ne kadar aşık ve perişan idim.
Bırakıp gittiğinde cansız bir resim idim.
Ne seni unutup da oturdum suskun suskun
Senin vasıflarını düşüne düşüne hayran kaldım.
Oturmadım bir gece bile sensiz gül bahçesi eteğinde,
Ne de çölde muğilan dikeniydim.
Diriltiyordu beni dem be dem vuslat umudu,
Yoksa gözlerinden uzakta hicrandan ölürdüm.
Esenin desteğinle Halil gibi sıkıntı ateşinde
Sanki çimenlikteki lale ve reyhan gibiydim.
Ola ki bir getirir seher yeli bir nefes kokunu,
Bütün gece sabah öten kuşu bekler dururdum.
Ayrılığının sıkıntısından Sa’di hep şöyle der dururdu:
Tutmadın sözünü, ben ise hep sözümde dururdum.”
Sa’di’nin eserlerinin iki tarafı vardır, biri duygusal yönü ki şanı zirvesindeyken benzersizdir; diğeri de bilge nasihatler içeren ahlâkî tarafı ki onda da eşsizdir. Hem nesir (düz yazı) hem de nazım (şiir) üstadıdır. Sevgi ve aşk hâllerini çok iyi anlatır. İngiliz Doğubilimci Edward Granville Brown, Sa’di’nin çok yönlü yeteneğine vurgu yaparak onun eserlerinin her zevke uygun konular içerdiğini, olayların en incesinden en kabasına kadar biliyor oluşunu şöyle ifade eder: “Öyle bir bakışa sahiptir ki, onun sayfalarını incelediğimizde çok duygusal konulara rastlayabiliriz. Bir taraftan Eckhart Tolle’ye denk düşüyor ve bir başka yönden ise Cesare Borgia’ye çok benziyor.”.
İranlı düşünür Abdulhüseyn Zerrinkub haklı olarak şöyle der: “Sönmüş ve unutulmuş külünün üstünü örttüğü bu yedi yüz yıllık dünyada (Sa’di’nin dünyası), hâlâ her şey canlı ve hareketlidir. Hem çölün suskunluğunu hem devenin ağır hareketini onda görmek mümkün ve hem de aşığın kalp ateşinin sesini. Evinin köşesinde sevdiceğinin elinden güzel bir şerbet alıyor ve o Sa’di’den başkası değil.”. İranlı ünlü düşünür Daryuş Şayegan da Sa’di’nin eserleri hakkında şunları not düşer: “Sa’di’yi bu dünyanın sınırlarında görürsek, anlarız ki Sa’di’nin öğretileri onun düşünceleriyle iç içedir ve ahlâkî sistemi iki amacın peşindedir; birinde insanı öyle bir eğitmek istiyor ki hayatın gündelik zorluklarından korunabilsin ve egemen güçlerden korusun, ikincisi aşka ve bilinmeyen dünyalara bambaşka bir pencere açmasıdır.”.
Sa’di’nin söylemlerinin çoğu mizahla dolu hoş bir dildedir ve dar bakışlılar bu yüzden onu beğenmezler. “Nasihatü’l-Mülûk” (Hükümdarlara Öğütler) adlı kitabında da yöneticilere ve etrafındaki insanlara bugün bile hâlen ibret alınacak nasihatlarda bulunur.
Sa’di Şirâzî insanı tarif ederken “İnsan yek katre hunest, hezar endişe.”, yani, “İnsan, içinde bin endişe taşıyan bir damla kandır.” der. İnsan gam ve telaşlarından sıyrıldığı zaman huzura erer. İster yalnız olsun ister toplulukla birlikte. Tıbbın babası olarak adlandırılan İyonyalı hekim Hipokrat da, “Kalbe zarar veren iki şey vardır: Gam ve kaygı. Gam uyku getirir; kaygı ise uyutmaz.” demiştir.
Ne mutlu öğüt alanlara!
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR