Yürümek Bir Felsefe, Bir Sanat ve Bir Aşk’tır Gradiva

Yürümek, yeryüzünün en kutlu hareketi… İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli vasıf. Yürümek düşünmektir. Yürümek temâşâdır, nüzhettir, teferrüctür, tefekkürdür, teemmüldür, seyr-u seferdir. Yürümek bir edep, bir sanat, bir duruştur… Bazen bir kelam, bazen bir kalem, bazen de bir selamdır… Bir yürüyüştür hayat… Yürür ve yürüdükçe büyür… Güneş yürür, ay yürür, yıldızlar yürür, gezegenler yürür ve insan yürür…

İnsana “Kendini küçük görmeyi bırak, sen yürüyen evrensin…” diye seslenen Mevlana Celaleddin Rumi, “Yolu yürümeye başla. Başladıktan sonra yolun devamı görünecektir” der. Yani sadece ilk adımı at, gerisi gelecektir… Her yürüyüşün başında bir düş, bir tasarı, bir niyet vardır. Adımlarla başlar yürüyüş. Adım adım… Önce bir adımla başlar, sonra bir başka adım ve bir diğer adım daha derken, tıpkı davula vuruşların oluşturduğu ritim gibi biriken adımlar, yürüyüşün ritmini oluşturur. Yürüdükçe de dinden felsefeye, sanattan edebiyata ve siyasetten aşka her alanda fikirler üşüşür insanın zihnine. Yürümek, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir. İnsan bazen dinlenmek, bazen çalışmak ve bazen de keşif için yürür. Seher vaktinin ilk adımlarına eşlik eden yürüyüş, umudun ve düşüncenin adıdır. Akşam dinginliğine eşlik eden yürüyüş de, manevi huzurun ve doyumun keyifli anıdır. Gündüz yürüyüşünü yapamayan, bir gece yürüyüşü olan uykuya da hasret kalır.

Yürümenin tarihi insanlığın tarihidir. Yürümek insani bir özelliktir. İnsan türünün varlığı ayaklarla, yani yürümesiyle başlar. Tümüyle insana özgü bir yetenek olan dünyaya anlam vermek, dünyayı anlayarak ve başkalarıyla paylaşarak hareket etmek insan varlığının, milyonlarca yıl önce ayağa kalkmasıyla doğmuştur. İnsanlar bir yerden başka bir yere gidebilmek için yürümüşlerdir. Hicret, göç ve medeniyetlerin inşâsı insanın yürümesiyle vücut bulmuştur.

Yürümek bir sanattır. İnsanoğlu çocukluğunda, yürüme sanatında ustalaşana dek de sık sık hüsranla yere düşer. Düşmeyle cilveleşerek yürümeyi öğrenir. Önce vücutlarıyla öne doğru bir hamle yapar, sonra da bacaklarını o vücudun altında tutabilmek için koşturur. Böylece yürümeyi öğrenirler. Gecikmeli bir düşme olarak başlar yürüme ve düşüş de cennetten kovulup dünyaya düşmeye karşılık gelir. İnsan hayatının her merhalesinde de düşe kalka öğrenir, zorlukları aşar. Çocuklar gibi…

Yürümek dünyaya açılmaktır. Zamânı ve mekânı keşiftir. Yürümek ile ayaklarımızın altındaki zemini hissederiz ve sınırlarımızı keşfederiz… Yürüyüş zaman ve mekânın yeniden büyülenmesi konusunda son derece rahat bir yöntemdir. Sadece yaşanan ânı hissettiren bir iç zenginliğe ulaşma yoluyla geçici bir kendini bırakmadır. Yürüme insanda bir basitlik ve rahatlık duygusu canlandırır. Acele etmeden zamanın tadını çıkarma keyfi verir.

Yürümek bir isyandır. Gandhi ve Mao’nun yürüyüşü gibi… Çağdaş dünya bağlamında yürümek bir nostalji ya da direniş biçimini akla getirebilir. Yürüyüş, yürüyüşçünün özgürlük düzeyine göre farklı tonlarla bedeninin zaferidir. Gandhi ya da Mao gibi bazı siyasal muhalifler yaptıkları uzun yürüyüşlerle dünyayı sarsmışlardır. Politik hac yolculuğunun mucidi belki de Gandhi’dir: 1930’da gerçekleştirdiği 200 mil uzunluğundaki ünlü Tuz Yürüyüşü’nde kendisi ve ülkenin iç kesimlerinde yaşayan çok sayıda insan, İngiliz kanunlarını ve İngiliz vergilerini protesto etmek amacıyla kendi tuzlarını üretmek üzere denize yürümüşlerdi.

YÜRÜMEK ŞİFADIR

İnsan yürüyerek hüznünü giderir, kızgınlığını dindirir. Yürümek kaygı ve endişeden uzaklaştırır. Kısa bir gezinti biçiminde de olsa yürüyüş çağdaş toplumlarımızın telaşlı, stresli ve endişeli yaşamını tıkayan kaygılara geçici olarak ara verir. Yürümek dışarıda, “açık hava” dediğimiz yerde olmaktadır. Yürümek şehirli insanın mantığını, hatta en yaygın şartlanmışlıklarını bile ters-yüz eder.

Yürüyüş dünyayı duyumsamaya götürür. İnisiyatifi insana bırakan eksiksiz bir etkinliktir. Yürürken her canlıyla konuşur insan… Düşüncelere ve hayallere dalıp gider… Rastlaşmak, tanışmak, konuşmak, zamânın tadını çıkarmak, istediğin yerde durmak, istediğin gibi yola devam etmek… Düşünmenin ve yürümenin huzurlu mutluluğu. Amerikalı ünlü yazar Henry David Thoreau “Yürümek” adlı kitabında şöyle der: “İnanıyorum ki günde en az dört saat hatta kimi zaman dört saatten de fazla, her türlü maddi kaygılardan uzaklaşarak ormanlarda, dağlarda, tepelerde dolaşmazsam bedensel ve zihinsel sağlığımı koruyamam…”

Yürümek sağlıktır, şifadır. Dünyanın birçok yerinde yapılan araştırmalara göre, günlük yürüyüş yapmanın fiziksel ve psikolojik birçok faydası bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Zihinsel ve fiziksel zindeliği geliştirir, ürettiği serotonin ve endorfin hormonları morali düzeltir, hafıza kaybı problemini ve alzheimer riskini azaltır, stresten kurtulmanızı sağlar, kan dolaşımına yardımcı olur, kalp-damar hastalıkları riskini azaltır, kemiklerin kuvvetlenmesine yardımcı olur, dayanıklılığı artırır, uykusuzluğu azaltır, rahatlamaya yardımcı olur, bel ve boyun ağrılarını hafifletir, yaşlanma sürecini geciktirerek, genç görünüm sağlar.”

“Yürümek spor değildir” der Frasız felsefe profesörü Frederic Gros “Yürümenin Felsefesi” adlı kitabında: “Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meseledir. Yürümek ise bir ayağı diğerinin önüne atmak çocuk işidir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O halde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir.

Ormanlarda, yollarda ya da patikalarda yürümek dünyanın düzensizlikleri karşısında gittikçe artan sorumluluklarımızdan uzaklaştırmaz bizi, soluklanmamızı, duyularımızı keskinleştirmemizi, meraklarımızı yenilemimizi sağlar. Yürüyüş çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.”

YÜRÜMEK DÜŞÜNMEKTİR

Yürümek filozof-vâri bir eylemdir. Ayağın adımı, düşüncenin adımıdır. Bundandır ki, yeni bir düşünce, çoğunlukla, tabiatın zaten hep orada bulunan bir unsuruymuş gibi gelir bize; düşünmek, üretim değil de bir yolculuktur sanki. Belki de, yürümenin düşünürlere mahsus faydalarının kaynağı da budur. Yoluculuğun sürprizleri, özgürleştirmesi ve zihin açıcılığı bazen dünyayı değil mahalleyi dolaşırken de edinilebilir; yürüme, hem uzaklarda hem de yakınlarda yol alır. Yürümek insanın çevresindeki sınırını sonsuzca genişletmiş ve insanın beyninin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var oluruz. Bedenin, ruhun ve dünyanın sesini dinlemek… Sanki zihni harekete geçiren, hareketin kendisi olduğu kadar gözümüzün önünden geçip giden manzaralardır ve yürümeyi hem belirsiz hem de sonsuz ölçüde bereketli kılan da budur: Yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de varış noktasıdır.

Yürürken, beden ve zihin birlikte çalışır ve böylece, düşünmek neredeyse fiziksel, ritmik bir eyleme dönüşür. Dünyayı keşfetmek, düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir ve yürürken bu âlemlerin her ikisinde birden yol alırız.

Düşünmeyle yürüme arasındaki bağ Antik Yunan döneminde sıkça karşımıza çıkmasına rağmen Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi birçok dinde de yürümenin önemine geniş vurgu yapılmıştır. Antik dönem bilgeleri, derin düşüncelerin peşine ancak yürüyerek düştüklerini ifade eder. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığı ve öğrettiği belirtilir. Sokrates, Platon ve Aristoteles’ten önce Atina yaşamına hâkim olan Sofistler gezginlikleriyle ünlenmişlerdi. Aristo’nun okulunda yetişen filizoflara Peripatetikler veya Peripatetik ekol adı verilmiştir ve İngilizcede peripatetic kelimesi “uzun yürüyüşleri alışkanlık edinmiş kimse” anlamına gelir. Yani isimleri, düşünmeyi yürümeyle ilişkilendiriyor. Stoacılar da isimlerini stoa’dan, yürürken bir yandan da konuştukları, Stoacı düşünüşün metanetine en aykırı resimlerle bezeli Atina’daki sütunlu yoldan almışlardı.

İslam felsefesindeki Meşşailer de benzeri şekilde ad almışlardır. Arapça asıllı bir sözcük olan “Meşşai”, Arapça’da “yürüdü” anlamına gelen “meşa” fiilinden isim olarak, Grekçe’deki “peripatos” terimini karşılamak için üretilmiştir. Meşşaiye, kelime olarak yürüyücülük ve yürüyüşü alışkanlık etmek demektir. Aristotales derslerini gezinerek verdiği için, ona ve onunla birlikte yürüyenlere “peripatos” denilmiştir. Peripatetikler, yani Ariston’nun öğrencileri ve takipçileri de Aristotales’in yöntemine, bilimler, sınıflamasına, mantığına, fizikten metafiziğe yükselen felsefi sistemine bağlı kalmışlardır. Meşşaiyye, bir ıstılah olarak da genelde Aristo felsefesinin benimsenmesi, özelde de İslam Aristoculuğu demektir. Aristo’nun felsefesini benimsemiş olan İslam Filozoflarına da “meşşaiyyun” denilmektedir. İslam düşünce tarihine baktığımızda Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Bace ve İbn Rüşd gibi büyük filozofların bu ekole dahil edilebileceğini görmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken bu filozofların hiç birisi tam anlamı ile Aristocu olmamaşlardır. Aristo’dan etkilendikleri gibi Eflatun (Platon) ve Yeni-Eflatunculuktan da etkilenmişlerdir. Müslüman filozoflar, mantık sahasında daha çok Aristo düşüncesinden esinlenmiş olup ahlak, siyaset, metafizik gibi konularda da daha çok Eflatun’dan esinlenmişlerdir.

Çok sonraları, yürümekle felsefe yapmanın bağdaştırılması o derece yaygınlaştı ki, Orta Avrupa’da birçok yer ismine ilham verdi: Hegel’in yürüyüş yaptığı rivayet edilen Heidelberg’teki Philosophenweg (Filozof Yolu); Kant’ın günlük gezintileri sırasında yanından geçtiği Königsberg’deki Philosophen-damm (Filozof Barajı) ve Kierkegaard’nun sözünü ettiği Kopenhang’daki Filozofların Yolu.

Ünlü filozof Friedrich Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Günde 8 saat yürürdü. Yürürken çalışırdı. Notlar alırdı. Birçok kitabı yürürken yazmıştı. “Gezgin ve Gölgesi” adlı kitabı için şunları not düşer: “Birkaç satır dışında hepsi yolda düşünüldü ve kurşun kalemle altı küçük deftere karalandı.” Yine “Ecce Homo” adlı kitabında şunları not düşer: “Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir.”

Ünlü Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau için yürüyüş, özgürlük deneyimidir, tükenmez bir gözlem ve düş kaynağıdır. Rousseau “İtiraflar” adlı kitabında şöyle söylemişti: “Yalnızca yürürken derin düşüncelere dalabiliyorum. Durduğum zaman, düşüncelerim de duruyor; zihnim yalnızca bacaklarımla birlikte hareket ediyor.” Danimarkalı ünlü filozof Soren Kierkegaard da günlüklerinde ısrarla tüm eserlerini yürürken yazdığını ifade eder.

YÜRÜMEK İBADETTİR

Yüce Hâlık, ilk insanı yarattığında ona yürümeyi ve konuşmayı öğretti. Yeryüzüne gönderdiğinde de ona yürümesini emretti. Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi, onun üzerinde yürüyün…” (Mülk / 15) Bundan dolayı tüm Enbiyalar ve Resuller, tüm yeryüzünde, adım adım yürüdüler. İbrahim (as) Harran’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Mekke’ye yürüdü. İsa (as) da Kudüs civarını karış karış yürüdü. Son geceki yürüyüşünde ise Allah katına yükseltildi. Hz. Peygamber (sav)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gece yaptığı yürüyüşe “İsra” adı verildi yani “Gece Yürüyüşü”. Hicret de bir yürüyüştür… Üstad Sezai Karakoç “Hızırla Kırk Saat” kitabının 36. bölümünde Hz. Pegamber (sav)’in Mekke’den Medine’ye yürüyüşünü şu dizelerle özetliyordu:

“Ayet ayet sure sure yürüdüler

Mekke’den Medine’ye erdiler.”

Peygamberlerin izinde giden tâbileri, havariler ve sahabiler de aynı istikamet üzere hep yürüdüler. Âlimler, arifler, mutasavvıflar, dağlar, tepeler, vadiler ormanlar demeden diyar diyar yürüdüler. İbn Arabi, Abdülkadir Geylani, Bişr-i Hafi, Cüneydi Bağdadi, İbrahim Edhem, İmam Rabbani vb birçok âlim ve derviş Yüce Allah’ın görünen kitabını temâşa ede ede yürüdüler. Yürümek Peygamberlerin özelliğidir. Yürürken Peygamberler vahiy, âlimler ilham alır.

Müslüman âlimlerin ilim için yürüyüşlerine ve yolculuklarına “rıhle” adı verildi… Binlerce km mesafeyi yürüyerek ilim için aştılar. “Rıhle fi talebi’l-ilm”, “Rıhle li talebi’l-ilm” veya kısaca “er-Rıhle” şeklinde ifade edilen yolculukları hep ilim içindi. İlim yolculuklarının ilkini “çöl okulu” denilecek yerlere yapıyorlardı. Çöllerde Arapça lisanlarını geliştirmek için yürüyorlardı. Bedevi topluluklar ile hemhal oluyorlardı. Şehirli olmalarına rağmen, bu zor çöl koşullarında bir bedevi gibi yaşıyorlardı.

Yürümek ibadettir. Hacc yürüyüşü bir ibadettir. Kabenin etrafı, yürüyerek tavaf edilir. Hz. İbrahim (as) Yüce Allah’a duasında şunları söyler: “İnsanları Hacc’a çağır, yürüyerek sana gelsinler…” (Hacc / 27) “Yürümenin Tarihi” adlı kitabın yazarı Rebecca Solnit şunu der: “Eğer düşünmek tabiaatta din olsaydı, yürümek bunun en önemli ritüeli olurdu.”

Manevi bir yolculuk olan Hacc bir yürüme biçimidir. İslam’da olduğu gibi Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm gibi birçok dinde hacc ritüeli vardır. Hristiyanlıkta hacılar, dünyayı gezme fiilinin kaynağı olan “travail” kelimesindeki çalışma, eziyet çekme ve doğum sancısı anlamlarını çağrıştıran bir şekilde, çoğunlukla yolculuklarını zorlaştırmaya gayret ederler. Ortaçağdan bu yana, kimi Hıristiyan hacılar yalınayak veya ayakkabılarının içinde taşlarla ya da oruç tutarak veya çile çektiren giysiler içinde seyahat etmişlerdir. Hıristiyanlıkta Hac yolculukları, yola en dayanıklı olanlar için değil, en az dayanıklı olanlar içindir.

Namaz için camiye yürümenin büyük sevap olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (sav), yürürken yolda bulunan bir engeli; taş, kemik, diken vb gibi şeyleri kaldırıp atmanın da sadaka olduğunu belirtir. Bir hastayı ziyaret etmek için yürümek, bir hayra vesile olmak için yürümek, bir akrabayı veya yaşlıyı ziyaret etmek için yürümek de İslam’da önemli ibadetlerden biridir. Yolda kalmışa yardım etmek de en büyük sevaplardan biridir.

İNSAN YÜRÜYÜŞÜNDEN TANINIR

Yürümek insanı tanımak olduğu gibi, bir insanı da yürüyüşünden tanıyabilirsiniz. Kadim bilgeler “İnsan yürüyüştür” derler. Yürüyüşünden kim olduğunu bilebilirsiniz bir insanın. Kibirli mi – alçak gönüllü mü, asil mi – soysuz mu, paralı mı – cebi delik mi, katil mi – mâsum mu, gösterişli mi – sâde mi, onurlu mu – onursuz mu? Her insanın kendine ait bir yürüme tarzı vardır. Kimisi ritimli yürür, kimisi ellerini sallayarak yürür, kimisi sık adımlarla yürür, kimisi daha esnek ve yavaş yürür. Gençler ile yaşlıların, kadınlar ile erkeklerin yürüyüşleri arasında farklar vardır.

Hz. Lokman (as), oğlunun yürüyüşüne bile dikkat edip, ona şöyle yürümesini öğütlemektedir. “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Şüphesiz ki, Allah büyüklük taslayan ve övünen kimseleri hiç sevmez. Yürüyüşünde tabii ol!” (Lokman / 18) Lokman (as) oğluna bir kibir gösterişi şeklinde yürümemesini öğütlerken, ona en uygun yürüme tarzını da göstermiş oluyor. Bu yürüyüş, her türlü yapmacıktan uzak, tabii bir yürüyüş olacaktır. Ne, herhangi bir gurur ve kibir gösterişi içinde yürünecek, ne de, acizlik, takva yahut tevazu gösterişi içinde yürünecektir. Çünkü hiçbir şeyin sûni ve yapmacık olanı makbul değildir.

Hz. Lokman, oğluna yürüyüşle ilgili öğüdünü yaparken, Yüce Allah’ın büyüklük taslayan ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini hatırlatmak suretiyle onun bu kötü huydan uzak durmasını teşvik etmektedir. Çünkü kibir, kendini beğenme, bütün iyilikleri yok eden büyük bir âfettir. Nitekim Şeytan, kibri sebebiyle kafir olmuştur. Bu sebeble, Yüce Allah Kur’an’da mütekebbir ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini müteaddit yerlerde belirtmiş, Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Kalbinde zerre ağırlağınca kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, İman: 149)

Demek ki, insanın her türlü tavrı, hareketi ve konuşması kibirden uzak olması gerektiği gibi, yürüyüşü de kibirden vb kötü yürüyüş tarzlarından uzak olmalıdır. Bu konuda başka bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen elbette yeri yaramazsın, boyca da dağlara ulaşamazsın.” (İsra / 37) Yine başka bir ayette Yüce Allah, kendisine layık, örnek kullarının şöyle yürüdüğünü bildirir: “Rahmanın kulları ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler.” (Furkan / 63)

Yürüyüşte başkasını taklit de asla övülen bir davranış değildir. Karganın kekliğin yürüyüşünü taklit etmesi gibi bir haldir. Şeyh Sâdi Şirazi artık deyim haline gelen bir hikayesinde şöyle der: “Karga, keklik gibi yürümeye çalışmış. Keklik gibi yürüyememiş. Kendi yürüyüşünü de kaybetmiş…” Başkasını taklit insanı özünden koparır, orjinallikten uzaklaştırır. Zaten insanlar, saf bir insandan söz ederken “ayakları gibi aptal” demezler mi?

YÜRÜMEK BİR AŞKTIR GRADİVA

Yürümek bir aşktır. Bazen insan bir yürüyüşe âşık olur ve aşkını bir kadının yürüyüşünde bulur. Alman edebiyatının ünlü yazarlarından Wilhelm Jensen’in “Gradiva” adlı romanındaki hikâye gibi… Gradiva adlı romanda arkeolog Norbert Hanold başroldedir. Norbert, Roma’da bir koleksiyonda bir rölyef görür. Bu rölyefte yürüyen bir kız resmedilmiştir. Bu kız, günlük yaşamdan bir kızdır. Bir kraliçe ya da tanrıça değildir. Yirmili yaşlarda Romalı bir bâkire olduğunu düşünmüştür. Kabartma günlük yaşamın bir kesitinden alınmış gibidir. Kız, karşıdan karşıya geçerken elleriyle hafifçe pilili eteğini toplamıştır. Ayaklarında sandalet vardır, bir ayağı tümüyle yere basmıştır, öbür ayağının parmak uçları yere dokunmaktadır ama ayağını, tabanıyla topuğu zeminle neredeyse 90 derecelik bir açı oluşturacak şekilde yukarı doğru kaldırmıştır. Bu görünüm gravüre olağanüstü bir çekicilik ve gizem katmıştır. Rölyefteki doğallık ve sadelik o tür eserlerin yapıldığı zamanlarda pek de görülmeyen bir özelliktir. Norbert Hanold eserden, yaşadığı çağdan bir izlenim edinmiş gibidir. Norbert’i en çok etkileyen şey kızın yürüyüşüyle ilgilidir. Kızın sol adımını attığı sırada sağ ayağının yere doğru açısı Norbert’in dikkatini çeker. Bu özel adım atışla büyülenmiş gibidir. Bu rölyefin bir röprodüksiyonunu bulup odasına yerleştirir. Bu kıza latince “Gradiva” yani; “yürüyen güzel kız” adını verir. Norbert Hanold günlerini gecelerini bu rölyefe bakarak geçirmektedir. Gradiva’yı sık sık rüyalarında görmektedir. Düşlerinde Gradiva’nın yürüyüşünün ardına takılır.

Bir gün düşten uyanan Norbert yaşadığı şehrin sokaklarına camdan bakar. Bir anda o özel yürüyüşü gördüğü bir çift kadın bacağı fark ettiği zaman yatak kıyafetiyle kendini sokağa atar ancak kadını bulamaz. Artık ne zaman sokakta olsa, kadınların yürüyüşlerine ve ayaklarına bakıyor ve o Gradiva yürüyüşlü kadını bulmayı umut ediyordur. Norbert bir müddet sonra rüyalarının peşinde İtalya’nın Pompei şehrine gider. Burada Gradiva’yı arar durur. Aylarca rölyefteki Gradiva’yı arayan Norbert, burada ilk çocukluk aşkını bulur. Bir zooloji profesörü olan komşusu Richard Bertgang’ın kızı olan Zoë Bertgang, Norbert Hanold’un çocukluk aşkıdır. O zaman arkeolog Norbert’in Bertgang’dan bir tek ricası olur. “Bari bir kerecik olsun bu Gradiva rölyefindeki gibi yürür müsün?” der. Kız onu kırmaz. Aynı pozda yürür. Gerçekten de Gradiva kadar güzel yürümektedir. Ama bu kez ayağında eski Pompei sandaletleri değil, çağdaş İtalyan yapımı kum rengi ayakkabıları vardır.

Psikanalizin babası olarak tanınan Sigmund Freud’un, “Düşlerin Yorumu” adlı kitabı “Gradiva” romanı üzerine yazılan yorumlardır. Bu romanı, ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung, Freud’a 1906 yılında okuması için verdiği belirtilir. Gradiva, Freud’un bir edebiyat yapıtının ruhçözümsel yöntemle ele alınışının basılı ilk ve en kapsamlı örneğini oluşturur. Ünlü Fransız yönetmen Alain Robbe-Grillet de, Gradiva romanını filme çekmiştir.

Enderunlu Osman Vasfi’nin şu mısraları şarkın Gradivalarını ne güzel özetler:

“O gül-endam bir al şale bürünsün yürüsün,

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.”

ÇAĞDAŞ İNSAN YÜRÜMEYİ UNUTTU

Modern insan yürüyüşü unuttu. Yürüyen insandan mıhlanmış insana geçti. Günümüzde modern vâsıtalar, kentlerde tıkanıklıkara neden olmasına rağmen gündelik yaşamın bir parçasıdır. Bedeni milyonlarca insan için neredeyse gereksiz hale getirmiştir. İnsan oturan ya da hareket etmeyen bir varlık olmaya başlamıştır ve birçok insanın yaşamının yerini de protezler almıştır. Bugün insan bedeninin bir anormallik, düzeltilmesi gereken bir müsvedde gibi görülmesinde şaşırtıcı bir şey yoktur ve hatta kimileri bedenin saf dışı edilmesi gerektiğini bile düşünmektedir. Bireysel etkinlikler fiziksel enerjiden çok sinirsel enerji tüketirler. Beden, modernliğin karşısındaki bir engeldir. Zamânın ve yerin tadını çıkarma olan yürüyüş; bir kaçış, modernliğe bir naniktir.

Çağdaş insan; seyahat şirketleri veya ellerinde haritalar tek başlarına düşerler yollara. İnsanlar artık ya yılsonu tatillerinde ya hafta sonlarında ya da boş zamanlarında birkaç saat yürümektedir. Bazen uzun gezintiler ve doğa yürüyüşleri ile insanlar en kısa güzergâhları tanımaktadır. Unutmamalı ki, ayaklarımızın kökleri yoktur, ayaklarımız hareket etmek için yapılmıştır. Yürüyüş sırasında müzik dinleten kulaklıklar ya da cep telefonu konuşmaları yalnızlığa, sessizliğe ve bilinmeyenle karşılaşmalara karşı bir tampon görevi görüyor.

Günümüzde birçok insan ev, araba, spor salonu, ofis, mağaza gibi bir dizi iç mekânda, birbirinden kopuk halde yaşıyor. Oysa yürürken her şey birbirine bağlıdır çünkü iç mekânlarda nasıl var oluyorsak, onların arasında kalan dış mekânlarda da aynen öyle var oluruz. O zaman insan, sadece dış dünyaya karşı inşa edilmiş iç mekânlarda değil, tüm dünyada yaşamaya başlar.

NE MUTLU YÜRÜYENLERE!

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV