İslam dünyasındaki dini cemaatler yeni ufuklar peşinde. Geçmişte yaşadıkları birçok sorunu tekrar yaşamak istemiyorlar. Bunun için yeni yöntem arayışındalar.
İslami hareketlerin, cemaatlerin ve tarikatların, 60’lı yıllardan sonra takip ettiği yöntemlerin üzerinde anarşist, faşist, solcu, sağcı, masonik, liberal ve milliyetçi söylemlerin ciddi etkisi oldu. Özellikle de bu fikir akımlarından dönüş yapıp dini hareketlerin veya cemaatlerin başına geçmiş şahıslar, önceki metotlarına dini kılıf giydirip dindar insanları yönlendirdiler.
Bundan dolayı dini cemaatlerin İslam’a hizmetleri farklılaştı ve hatta bununla kalmayıp metotlar üzerinden birbirlerini çok ağır eleştirdikleri gibi aşırı gidip birbirini tekfir edenler bile oldu. Bu sonucun çıkması tabiiydi elbette. Çünkü 60’lı yıllardan sonra dini hareketlere öncülük edenlerin çoğu ya edebiyatçı, ya düşünür veya siyasetçi idi.
Bugün dini cemaatleri inceleyen biri rahatlıkla birçoğunun üzerinde solcu ve sağcı çizginin tesirini görecek çok azında da liberal, masonik ve anarşist düşüncenin etkisini… Ancak bazı dini cemaatler, geçmiş iki asırda dünyayı etkisi altına alan sol, sağ ve liberal düşüncesinin tesirinde olmadıklarını ortaya koymak için bazı İslami kavramların arkasına saklandı. Onun için geçmiş 40 yılda “Medine’de mi yaşıyoruz?” yoksa “Mekke’de mi? veya “Daru’l Harp” ya da “Daru’l İslam”da mı yaşıyoruz tartışmalarına tanık olduk.
Şimdi gelinen noktada dini cemaatlerin bir arayış içinde oldukları çok bariz bir şekilde görülmekte. Geçmişte içine gark olunmuş sorunlarla bir daha boğuşmak istemiyorlar. İşte, bundan dolayı son 10-15 yıldır bir durağanlık yaşanıyor. Bir merhale kat edilemiyor. Fakat bu fetret döneminde bir çıkış yolu bulunamadığından ve onun için gayret edilmediğinden ya savrulmalar yaşanıyor ya bölünmeler ya da birbirini küçük konularda dahi olsa taklitler. Örneğin biri eğitimin bir kanadına el atıyorsa diğerleri de aynı şeyi yapıyor. Tabii ki bu onların eğitimde başarılı olduğunu göstermiyor. Sadece çıkış yolundaki kötü taklitlerden öte bir şey değil…
Fakat dini cemaatler gerçekten yeni bir yol ve yöntem arıyorlar ise önce işe kendi bünyelerinde Arapça’yı ve dini ilimleri çok iyi bilen insanlar bulundurmayla başlamaları gerekiyor. Bilinmelidir ki, Arapça, Arapların dili değildir. Arapça, İslam’ın ve Müslümanların ortak lisanıdır. Eğer bu dini çok iyi bilmek istiyorsanız ve Müslümanlara yön vermek istiyorsanız Arapça bilmeniz zorunludur, zorunludur hatta farzı ayındır. Lütfen yanlış anlamayın Arapça bilmeyen dini anlayamaz, anlatamaz veya yaşayamaz demiyorum. Bilakis Müslümanlara yön vermek istiyorsanız Kur’an’ın dili olan Arapça’yı çok çok iyi bilmeniz gerekiyor. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Biz Kur’an-ı Arapça olarak indirdik, umulur ki, siz onu anlarsınız.” (Yusuf Suresi / 2)
“Biz bu (ilahi kelamı) işte böyle Arap dilinde, bir hüküm ve hikmet (kaynağı) olarak indirdik. Ve gerçek şu ki, eğer sana (vahyi) bilgi geldikten sonra kalkıp insanların gelgeç isteklerine uyarsan, (bil ki) Allah’a karşı ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin!” (Ra’d / 37)
Burada şu notu da düşmeden geçemeyeceğim, gelenekci olduğunu ileri süren ve sadece kendi mezhebini anlamak için Arapça öğrenen ve metin çalışması yapanları da bu ümmete liderlik yapacaklarına asla ihtimal vermiyorum.
Sözü uzatmadan özetle; metot ve yöntem konusunda büyük bir arayış içerisinde olan dini cemaatlerle bazı kanaatlerimi paylaşmak istiyorum. Metot ve yöntem üzerinde epeydir çalışıyorum. 20. asırda ve geçmiş âlimlerimizin bu konuda çok güzel çalışmaları var, lakin fazla açıklayıcı değil. Ancak Kur’an ve sünnet başta olmak üzere ulemanın eserlerinde de ittifak edilen konu şu; Başarıya değil, istikamet üzere olup olmamaya odaklanma…
Yine şunu açıkça ifade etmek isterim, kesinlikle tek bir metot olmalı farklı yöntemler olmamalı demek istemiyorum. Genel bir çatının olması gerektiğini savunuyorum. Farklı yapılar ve cemaatler elbette olacak. Çünkü bu bir sünnetullah…
Peki, bu genel çatı ya da şemsiye nasıl olmalı? Buna Kehf suresinin bir bütün olarak ele alındığında bir işaretin olduğunu düşünüyorum. Eğer bu surenin üzerinde ciddi manada düşünülse muhtelif durumlarda Müslümanların nasıl bir yol izlemeleri gerektiği genel hatlarıyla belirtiliyor. Hatta ifrat ve tefrite düşülmeden izlenilmesi gereken çatı veya şemsiye yöntemlere değiniler var.
Dikkat ederseniz Kehf suresinde 4 kıssa geçmektedir; Ashabı Kehf kıssası, Bahçe Sahipleri kıssası, Musa ve Hızır kıssası ve son olarak Zülkarneyn kıssası. İyi tetkik edildiğinde her kıssanın ayrı bir metoda işaret etmekte olduğu görülecek ve bu kıssalar arasındaki ayetlerin de o merhalelerde düşülebilecek hatalara işaret ve çözümler sunduğu ortaya konulacaktır.
Şimdi isterseniz birinci kıssayı inceleyelim. Birinci kıssada yani “Ashabı Kehf” kıssasında iman eden bir grup gencin karşısında zalim, zorba, diktatör, dini özgürlüklere karşı tahammülsüz ve hukuk tanımayan bir güç var. Kur’an’ın burada gençlere işaret etmesinin bir hikmeti de bulunuyor. O da hangi düşünce, din ve felsefe olursa olsun yeni ortaya çıktığında ya da ilk olarak taraftar bulmaya çalıştığında genelde saf ve temiz bir fıtrata sahip olan gençleri etkiler. Tarihe bakın bunu çok rahatlıkla göreceksiniz. İşte Sokrat’ın genç talebeleri ve peygamberlere ilk iman edenler…
Kur’an-ı Kerim bu kıssada Müslümanlara sayı olarak az olduğunuzda veya küçük bir grup olduğunuzda, bir zalim ve zorba karşısında ne tür bir yol izlememiz gerektiğini açıklıyor. Yüce Allah bu durumda Mü’minlerden izlemeleri gereken yolu şöyle açıklıyor; “ve li yetelattaf ve lâ yuş’ırenne bi-kum ehaden” «Nâzik davranın (gizli hareket edin) ki kimse sizi sezmesin.» (Kehf / 19) Yani sayıca az olduğunuzda veya karşısızdaki diktatör güç olarak sizden daha kuvvetli olduğunda kahramanlık yapmanız istenmiyor. Allah’ın dinine insanları gizli bir şekilde davet edeceksiniz. Tıpkı Hz. Peygamberin Mekke’nin ilk dönemlerinde Müslümanları davet ettiği gibi. Müslümanlar gizlice Daru’l Erkam’da bir araya geliyorlardı. Eğer, farklı bir yöntem izlenirse çok kötü sonuçlar doğurabilir. İşte, Kur’an buna da işaret ediyor; “Onlar sizi farkederlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi zorla kendi dinlerine döndürürler ki bu durumda asla başarıya ulaşamazsınız.” (Kehf / 20)
O zaman geçerli olan yöntem küfür güçlerine karşı koymamak şeklindeydi: “Elinizi çekin (karşı koymayın) ve namazı ikame edin!” (Nisa / 77) İmanı inkâr etmediği için Sümeyye bir mızrak ile vurulmuş ve peşinden kocası Yasir öldürülüp şehid edilmiş, Resulullah ise vadinin uzak bölgesinde onların şehadetine tanık olmuş ve: “Sabredin, sabredin ey Yasir ailesi, varacağınız yer cennettir” demekten başka bir karşılık verememiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas karşılık vermek için acele edince de Hz. Peygamber ona: “Biz henüz böyle bir şeyle emrolunmadık” diye buyurdular. Bu dönemde Müslümanlar, Mekke site devletinden öyle eziyetler ve işkenceler görüyorlar ki, Hz. Peygamberin emriyle Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalıyorlar.
Dünyanın dört bir yanındaki İslam davetçilerinin ıslah ve değişim projeleri için Kehf suresindeki ilham verici yöntemleri okumaları hak ve batıl taraflarının güç dengesini dikkate almaları gerekmektedir. Bu durum aşağıdaki ayeti de açıklıyor: “İman etmeyenlere söyle: Yapabileceğiniz şeyleri yapın, kuşkusuz biz de yapacağız. Sonucunu da bekleyiniz, muhakkak biz de beklemekteyiz. Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Bütün işler de ona döndürülür. Ona dayanıp güvenin, Muhakkak ki Rabbin onların yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Hud 121-123) Nitekim Hak ve batıl tarafları arasındaki en büyük çekişme burada Hud suresinde geçmektedir.
Şimdi bu öğütlere uymayan ve geçmiş yıllarda birçok Müslüman’ın ölümüne sebep olan grupları göz önüne getirin. Mısır, Libya, Cezayir, Fas ve diğer Müslüman ülkelerde bazı dini cemaatler grup olarak az olmalarına karşı diktatör ve zalimlere karşı şiddet yolunu seçtiler. Ancak bu hem cemaatlere büyük zarar verdi hem de nice gencin hayatının sonu oldu. Birçok kişi şehid olurken, birçoğu da yıllarca hapislerde ömür tüketti. Bugünlerde bu ülkelerdeki dini cemaatlerin birçoğu, geçmişte yaşadıkları hataların farkına vardı ve bu konuda kitaplar neşredip, yaptıkları yanlışları itiraf ettiler.
Yine burada şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu dini cemaatlerin şiddete bulaşmasında devletlerin de rolü çok büyük. Çünkü zalim ve zorba yönetimler kandan ve şiddetten beslenirler. Bu tür gizli oluşumların farkına vardıkları anda ya ezerler veya kullanma yoluna giderler. Kullanma esnasında da bu cemaatlere güçlü oldukları imajını pompalarlar ve “devlet içinde devletsiniz, istediğinizi yapın” imkânı tanırlar. Sonra;’yarama işlemi’ bittikten sonra onları bir fiskeyle silerler ve dağıtırlar… Keşke Mısır ve Libya’daki gibi diğer dini gruplarda devlet içinde devletiz oyunuyla nasıl silahlandırıldıkları ve hatta bazılarının nasıl dine hizmet adıyla eroin ticaretine bulaştıklarını itiraf etseler…
Fakat Müslümanlar azınlık veya küçük bir grup da olsalar adil bir yönetici ya da dinlerini yaşabildikleri (Habeşistan ve Necaşi örneği gibi) bir ortam bulduklarında orada dinlerini ifşa etmekte çekinmemişlerdir. Yine dikkat edilirse ilk mü’minler davete başladıklarında güzel ahlâkları ve yaşantılarıyla örnek olmayı öncelemişlerdir.
Burada ister istemez şöyle bir soru akla gelecektir. Peki, Müslümanlar bugün bu “gizlilik” metodunu izleyebilir mi? Müslüman âlimlerin birçoğu İslam’ın bugün yeryüzüne intişar etmesinden dolayı, kitle iletişim araçlarının yaygınlığından ve geniş istihbarat ağlarından dolayı bu yöntemin uygulanmasını doğru bulmamaktadır. Çünkü böyle bir yöntemin bugün takibi halinde çok kötü neticeler doğuracağını ve istihbaratların kullanımına müsait hale gelebileceğini ifade etmektedirler. Son 40 yılda şiddete bulaşmış birçok dini grubun bugün istihbaratlar tarafından kullanıldığı ayan beyan ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı tekrar gizlilik metoduna yönelmenin Müslümanlara zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Lâkin bu yöntemi hâlâ takip etmekte ısrar eden bazı küçük dini gruplar yıllar geçmesine rağmen ne Medinelerini bulabilmişler ne de Habeşistanlarını. Bu grupların üyeleri ya yıllarca zindanlarda yatmış veya yatıyor, ya şiddete bulaşmış veya İslam’ın değil gruplarının başarısı için uygun olmayan yollara başvurmuşlardır; insan öldürmek, banka soymak, hırsızlık yapmak, silah ve eroin ticaretine bulaşmak gibi…
Diğer üç kıssayı da İnşaallah bir sonraki yazımda irdeleyeceğim…
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR