Author Archives: Turan Kışlakçı

  1. İslam Dünyası, değişim ve yol ayırımı

    Leave a Comment

    Gözleri büyülenen ve bir uçurumun kenarına sürülen İslam dünyası, derhal irkilip kendine gelmeli. Çok tehlikeli bir girdabın içine çekilen İslam âlemi, dünyayı sarıp sarmalayan değişim rüzgârının önünde nesne gibi savruluyor. Bilakis özne olup selin akışına yön vermeliyken, şaşkın şaşkın hareket ediyor. Eğer İslam dünyası dehlizlerine sürüklendiği girdabın farkına varırsa bu sadece Müslümanlar için değil tüm insanlığın hayrına bir iş olacaktır. O halde, bugün Müslüman toplumların Yüce Allah’ın (cc) “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.” (Rad /11) buyruğu üzerinde çok ciddi tefekkür etmeleri gerekiyor.

    Çünkü geçen üç asırda İslam dünyasını kuşatan sömürgecilik ve modernizm topraklarımızı ve zihin dünyamızı direkt hedef aldı. O dönemin saldırıları çok ağır olsa da İslam dünyası en azından düşmanını teşhis etmiş ve etkin olmasa bile siper almasını bilmişti. Ancak şimdi bizi sarmalayan yeni nihilist dünya, değerlerimizi ve topraklarımızı doğrudan hedef almıyor, aksine sinsice içimize dalıp herkesi kimliksizleştiriyor ve bağımlı hale getiriyor.

    İslam dünyasının hâlihazırda içinde bulunduğu durumu gözden geçirdiğinizde anlatmak istediklerimi çok iyi kavrayacaksınız. Utanç verici bir hali var İslam âleminin. Şartlar ve durum hiç kimseye kapalı kalmayacak şekilde apaçık ortada. Hangi alana el atsanız elinizde kalıyor. Durumu biraz daha deştiğinizde birçok hastalık ortaya çıkıyor. Her hangi bir kurumun bir İslam ülkesi üzerine yaptığı istatistikleri incelediğinizde güvenlik açığı ve geri kalmışlık ayan beyan beliriyor. Dünyada hızlı bir değişim yaşanırken, İslam dünyasında ise kronik bir atalet kendini gün yüzüne çıkarıyor.

    Küreselleşme ve özelleştirme, dünyamıza servet birikimini geri getirdi. Her ne kadar bu ticari ve ekonomik bir hareketliliği getirse de, aslında bu canlılık, özellikle başkentlerdeki ve turistik şehirlerdeki hizmet sektörü ve altyapı alanında yaşanan gelişmeden dolayı oldu. Bu yeni durumdan ancak bazı vatandaşlar yararlandı. Onlar da ya zengin idarecilerle olan ilişkileri ya da yabancı şirketlerle kurdukları bağ sayesinde durumlarını düzelttiler.

    Ayrıca bu canlılık -bireysel başarılar, zahiri bir hareketlilik ve bazı projeleri ortaya çıkarsa da- gerçekte bir kalkınmaya işaret olarak yorumlanamaz, rekabetçi bir milli ekonominin zuhuru olarak değerlendirilemez veya vahşi küreselleşme karşısında bir direniş olarak da gösterilemez.

    Nitekim ekonomik ve ticari hareketlilik varoşlardaki, gecekondulardaki ve hâlâ eski binaların küçük kutu şeklindeki dairelerinde yaşayan fakir, yoksul, yoksun ve işsiz birçok vatandaşa fayda sağlamadı. Çünkü bu ekonomik ve ticari canlılık, büyük şirketler ve devletler tarafından ortaya konulan ve Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası finansal kolları tarafından dayatılan yapısal reformlar ve liberal ekonomik reçeteler ile gerçekleşiyordu.

    Bu büyük şirketler, devletler ve onların finans kolları birer hayır kurumu değil şüphesiz. Onların sundukları reçeteler, kendi çıkarlarını gözetecek, ardından daha çok bağımlılık ve tüketimi getirecektir. Yoksa daha çok üretim, gelişme ve bağımsızlık getirmeyecektir.

    Bu nedenle diktatör rejimlerin gölgesinde liberalleşmenin meydana gelmesi bir tesadüf değildir. Aksi halde pazar ekonomisine veya siyasi reformlara geçiş tutmayacaktır. Daha sonra bu piyasa ekonomisi ve küresel yönetim arasından garip bir evlilik ortaya çıktı. Servet ve güç birkaç kişinin elinde birikti, böylece zulüm ve yolsuzluk yayıldı. Keza tüm İslam dünyası -varlığını ve bekasını- dış güçlere dayalı birer uydu devletlere dönüştü.

    Filhakika tüketimi teşvik ve bağımlılığı kolaylaştırmak için sivil toplumun zayıflatılması ve sınıflar arasındaki ayrışmanın derinleştirilmesi de bir tesadüf değildi. Önce orta sınıf bitirildi sonra toplum, inancını ve bağışıklığını yitirdi. Böylece borçlanma yaygın bir fenomen haline geldi. Helal ve haram gözetilmeksizin imaj, lüks ve zevklerde güçlü bir rekabet oluştu.

    Sebepler ve hedefler farklı olsa da gelecek endişesi, para takıntısı/sevgisi ve güvenlik duygusunun kaybı herkes için eşittir. Bunun bir sonucu olarak çirkef uydu kanalları ve internet sitelerinin de aracılığıyla sapkın davranışlar, para biriktirme hırsı ve hakikatten kaçma, toplumun her kesiminde intişar etti. Uyuşturucunun, şiddetin, fuhşun, rüşvetin, kumarın, büyücülüğün, televizyonlardaki yarışmalara katılımın, istenmeyen evliliklerin ve Avrupa’ya kaçış için kullanılan ölüm teknelerinin artmasında tamamen bu nedenler yatıyor.

    Bu girdaba girmiş bir toplumun herkesin faydasına işler yapmasını beklemek entelektüel bir lüks olur. Bu konuda konuşan veya çalakalem bir şeyler söyleyenlerin kendilerine verilen izinler ölçüsünde söz ettiklerini hepimiz biliyoruz.

    Hâsılıkelâm, İslam dünyası çok tehlikeli bir akıntıya kapılmış durumda. Buna iktidardakiler ve muhalefette olduğunu söyleyen herkes dâhil. Hatta öyle ki iktidar ve muhalefet arasındaki kısır döngü ve çirkin inatlaşmalar bunu çıkmaz bir yola itmektedir. Bu halden kurtuluş için şimdilik ufukta hiçbir emare görünmüyor. Bilakis herkes sorumluluktan kaçıyor. Başarısızlığı ve netice vermediği sabit olmasına rağmen aynı yaklaşım ve davranışlarda ısrar ediliyor. Denklemin tarafları statükodan rahatsız değil ve değişime de meraklı değiller.

    Bu nedenle herhangi bir değişim için ya da bu çıkmazdan kurtuluş için önce teşhis ve tanımda bulunmalı, sonra tüm zincirleri kırmalıyız. Bu da gerçek bir özeleştiri, sorumluluk üstlenmeye itecek bir cesaret, okumalarda ve yaklaşımlarda değişim, tüm senaryolar üzerinde çalışma, bütün seçeneklerin açılması ve her ihtimale hazırlıklı olunmayı gerektirmektedir.

  2. Ah Afganistan ah…

    Leave a Comment

    Afganistan tarih boyunca, Batı, Orta ve Güney Asya’daki büyük imparatorlukların arasında kaldı. Fakir, dağlık ve erişilmez bir ülke oluşundan dolayı onu çevreleyen imparatorlukların hiçbiri tarafından tam olarak zapt edilemedi. Bir müddet işgalcilerin denetimi altına girse bile sonradan tarihe destan olmuş kahramanlıkları ile istilacıların hükümranlığından kurtuldu.

    Kadim zamanlarda Persler, Yunanlılar, Özbekler, Moğollar gibi istilacıların saldırısına uğradı. Hatta Büyük İskender’in de saldırılarına maruz kaldı. 200 yüzyıl özerk Bağtar devletinin idaresi altına girdi. Yine bir dönemler Budizmin merkezi haline geldi. Hz. Ömer döneminde İslam âleminin bir parçası haline gelen Afganistan’da İslam o günden bugüne başat güç oldu.

    Eski dünyanın geçiş hattını oluşturan Afganistan, hem ipek yolu ticaretinin hem de kabile göçlerinin ana eksenini oluşturdu. Afganistan Orta Asya, Güney Asya ve Ortadoğu ile olan sınırlarından dolayı çok önemli bir jeostratejik alandı. Bu ve elmas gibi zengin doğal kaynaklarından dolayı da hep imparatorlukların hedefi haline geldi.

    1747 yılında Afgan kabilelerinin geleneksel büyük meclisi (Loya Jirga) Abdali kabilesinin lideri Ahmed Şah’ı kendilerine lider (kral) olarak seçti. Kandahar’ı Abdali devletinin başkenti olarak seçen Ahmed Şah, “Dur-e-Dauran / Çağın İncisi” veya “Dur-e-Duran / İncilerin İncisi” olarak anıldı. “Baba” lakabı da olan Ahmed Şah’ın kabilesi o günden sonra Abdali yerine Durani olarak adlandırıldı . Kral da Ahmed Şah Durani olarak anılır oldu. Peştun kökenli olan Durani krallığı siyaset bilimciler tarafından, modern Afganistan’ın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Uzun bir istikrar döneminden sonra 1772 yılında Ahmed Şah’ın ölümünün ardından Afgan kabileler birbirleriyle savaşmaya başladı.

    İç savaştan faydalanmaya çalışan İngiliz ve Rusya krallıkları Afganistan’ı işgal için planlar ve kumpaslar kurmaya başladı. 19. yüzyılda Afganistan, İngiliz İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında oynan “Büyük Oyun”un bir parçası oldu. İngilizler, Afganistan’ı kendi sömürgeleri altındaki Hindistan’ın savunulması için anahtar olarak görüyorlardı. Ancak bu strateji İngilizler çok pahalıya mal oldu. Orta Asya’yı işgal eden Ruslar da Afganistan’ın bölge için önemini bildikleri için burayı işgal etmekten bigane kalmadı.

    Bu topraklar, Hindistan ve Orta Asya’nın anahtarı konumunda olduğu için herkesin dikkatini çekiyordu. Hatta Fransızların bile dikkatini I. Napolyon zamanında çekmişti. Napolyon İngilizleri en önemli sömürgelerinden birinde yenmek için bu toprakları kullanmayı düşünmüştü. Fransız General Gardanne’yi 1807’de bölgeye gönderen Napolyon, daha sonra Tilsitt Antlaşması nedeniyle bu plandan vazgeçmek zorunda kaldı.

    Afganistan İngilizlere karşı üç kez bağımsızlık mücadelesi verdi. İlk savaş 1839-1842 yılları arasında oldu. Bu savaş esnasında kahraman Afganlılar işgalci İngiliz ordularını bozguna uğrattı. Ancak İngiliz ordusu, ülkeden ayrılmadan önce intikam saldırında bulunmuş ve Kabil’i yerle bir etmişti. Ulu Cami başta olmak üzere Kabil’deki birçok tarihi eser bu dönemde harabeye döndü. İkinci savaş 1878’de başladı 1880 yılında sona erdi. Ocak 1879’da Kandehar’ı ele geçiren İngiliz ordusu, 7 Ekim’de Kabil’e girdi. Bu savaş sonrası İngilizler, kendi ateşkes şartlarını zorla mağlup olmuş Afganlılara dayattı. Muhammed Yakup Han’ı tahttan indirip yerine yeğenlerinden Abdurrahman’ı başa geçirdiler. Fakat, buna rağmen Afganlılar dağa çekilip İngilizlere karşı direnişlerini sürdürdü.

    İngilizler, 1879 yılı sonunda Kabil’i işgal ettiklerinde Afganistan’ın ilk Karzai’si diyebileceğimiz Abdurrahman’ı (1880-1901) emir olarak atadılar. Abdurrahman İngilizlerin desteğiyle ülkede ilk batılılaşma faaliyetlerini devreye soktu ve ülkeyi baştan aşağıya doğru olmak üzere modernize etmeye çalıştı. Bölgesel direnişlerin üstesinden gelmek için kabilesel güçler yerine merkezi (ulusal) bir ordu kurdu. Tanzimat’ın kendine özgü bir biçimini benimseyen Abdurrahman, mollaları maaşa bağladı ve kabileleri de kontrol için bağışlarda bulundu. Federal bölgelerin ve kavimlerin liderlerinin yetkilerini kısıtladı ve tek bir para birimi kullandı. Bunlara rağmen, İngilizlerin haberi olmadan başka ülkelerle ilişki kurma hakkı bile yoktu.

    1880’lerde İngilizler ve Ruslar sınırlar konusunda bir anlaşma yaptı. 1885’te Lumden Komisyonu, Rusya ile kuzey sınırı için müzakerelerde bulundu ve 1893’te İngiliz Hindiyle sınırı belirlemek için 100 yıllık bir anlaşma olan “Durand Anlaşmasını” yaptı (Mortimer-Durand Komisyonu 1893). Böylece Peştun ülkesinin büyük bir bölümü, yani Hayber Geçidi’nin doğusunda uzanan topraklar Hindistan’ın oldu. Afganistan bunu hiçbir zaman affetmedi. Bugün Hindistan’dan 1947 yılında ayrılan Pakistan sınırları içinde kalan bu Peştun bölgesi hâlâ bir sorun olarak görülmektedir. Durand Anlaşması’ndan iki yıl sonra Ruslar ve İngilizler ortak bir sınır olmasını engellemek için Pamir’in Çin’e doğru parmak biçiminde uzanan çıkıntısını Vakhan’ı Afganistan’a vermeyi düşündüler.

    Rus-Japon savaşı Rusların yenilgisiyle sonuçlandı (1905), Moskova yelkenleri suya indirmek zorunda kaldı. Çar İngilizlerle dostluk ilişkileri kurmak ister. Ardından Londra ve Moskova Afganistan’ın tampon devlet olması konusunda 1907’de anlaşmaya vardı.

    1901-1919 yılında Afganistan’ın başına gelen Habibullah, Birinci Dünya Savaşı’na ve büyük devletlerin entrikalarına karşın sakin bir hükümranlık dönemi geçirdi. 1919 yılında Peştun kabilelerin Kabil’de yeniden güçlendiğini gören İngilizler ülkeye üçüncü kez savaş ilan etti. Bu savaş kısa sürse de İngiliz savaş teyyareleri Kabil’i yerle bir etti. Habibullah Han bir av esnasından öldürülünce yerine oğlu ve İngilizlerin sadık dostu olarak bilinen Amanullah Han geçti (1919-1929).

    İkinci Dünya Harbi sonrasında da Amerikalılar ve İngilizlerin Afganistan üzerinden nüfuz savaşları başladı. Ülke sık sık dış güçlerin desteklediği darbelere sahne oldu. Ancak Rusya 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı resmen işgal etti. 20. yüzyılın sonunu hazırlayan bu acımasız savaş, 15 Şubat 1989 yılında Mihail Gorbaçov’un emriyle sona erdi. Bu savaş Rusya için bir “Vietnam” savaşı oldu. 2001 yılında da ABD 11 Eylül saldırılarını bahane ederek dünyanın en fakir halkına savaş açtı ve ülkeyi işgal etti. ABD’nin çıkarlarını gözetecek bir yönetim kurduran işgal güçleri, Hamid Karzai’yi devlet başkanı olarak atadı. Fakat buna rağmen ülkede işgal ve saldırılar halen devam etmektedir.

    Şimdi bu kısa tarih turundan sonra şunu cevabını hep beraber arayalım; Bu yüzyılda hâlâ demiryolsuz, karayolsuz, endüstrisiz, neredeyse hiç elektriksiz, sağlık ve bakım hizmetlerinden yoksun, fakir ve haşhaş ekimine zorlanmış bir halkın neden geri kaldığını anlayabiliyor musunuz? Sizce bunun müsebbibi Afganlılar mı, işgalciler mi?

  3. Yusuf el Karadavi ile 8 gün

    Leave a Comment

    Geçen haftalarda Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen “Karadavi Talebelerinin İlk İlmi Buluşması”na iştirak ettim. Dünyanın farklı bölgelerinden 40’a yakın Müslüman âlim ve düşünür bu ilmi buluşmaya katıldı. 8 gün süren buluşmada katılımcılar, çağımızın önemli âlimlerinden Yusuf el Karadavi’den Kur’an, hadis, fıkıh ve İslam düşüncesi üzerine dersler aldı. Ders sonrası yapılan uzun mütalaalar ve ümmetin sorunları çerçevesinde yapılan münazaralar gerçekten çok müfitti.

    Yusuf el Karadavi, günümüz İslam dünyasının en tanınmış simalarından biri. 13 yıldır el Cezire televizyonunda “eş-Şeria ve’l Hayat” adlı programda Müslümanların sorunlarına yönelik çözümler sunuyor. Ansiklopedik bir ilme sahip olan Karadavi, bugüne değin 150’ye yakın kitap telif etti. Halen yüzbinlerce kitap ihtiva eden kütüphanesinde saatlerce okumalar yapmaktadır.

    Gazali’den Teymiyye’ye, Benna’dan Mevdudi’ye…

    Muhammed el Behiy el Huli, eş Şa’ravi, Seyyid Sabık, Hasan el Benna, Mahmut Şaltut, Abdullah Draz, Muhammed Ebu Zehra, Ebu Gudde ve Abdulhalim Mahmut gibi birçok âlimden dersler alan Karadavi, geçmiş ulemadan da İmam Gazali, İbn Teymiyye, İbn Hazm, İbn Kayyim, İbn Rüşd, İmam Şatibi ve İmam Şevkani’nin yöntemlerinin etkisinde kaldığını ifade eder. Karadavi günümüz âlim ve düşünürleri arasında da Reşid Rıza, Cemalettin Kasımi, Sıddık Hasan Han, Mevdudi, en-Nedvi ve Seyyid Kutub’un tesirinde kaldığını belirtir.

    Arap diline çok iyi vakıf olan Karadavi, son yıllarda Arap dilinde yapılan hataları tashih için “Yaygın Dil Hataları” adlı bir kitap telif etti. Kahire’de bulunan Arap Dili Kurulu üyesi olan Karadavi, şiirleriyle de çok iyi bir şair olduğunu ispatlamıştır. Hocası el Behiy daha genç yaşlarda onun için “bu, ya büyük bir şair ya da bir âlim olacak” demişti. Karadavi, İslam âleminin tanınmış bir âlimi oldu ancak şiirlerinden İslam dünyasını mahrum bırakmadı. En-Nuniyye, El Usuliyyun, Ena Aidun ve Muslimun gibi birçok şiiri üniversite gençlerinin en çok ezberlediği şiirler arasındadır.

    İlerleyen yaşına rağmen üstad Karadavi, hâlâ İslam dünyasında yazdığı kitapları ve söylemleri ile ses getirmeye devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan son kitabı “Fıkhu’l Cihad/Cihad Fıkhı” adlı kitabı ilk kaleme aldığı “Fıkhu’z Zekat” ve “İslam’da Helal ve Haramlar” kitapları gibi İslam âleminin temel kaynakları arasında yerini almaya şimdiden aday görünüyor. Karadavi, son kitabıyla birçok âlim gibi tekrara düşmediğini, bilakis kendisini sık sık yenilediğini ayan beyan bir şekilde gösterdi. Üstad, hâlihazırda tek ciltlik bir tefsir ve siret üzerinde çalışmaktadır.

    Son yıllarda İslam dünyasını etkileyen önemli ilim adamları arasında gösterilen Karadavi’nin İslam düşüncesi, fıkıh ve İslami hareket konusunda kaleme aldığı kitapları, dünyanın birçok diline tercüme edilmiş ve referans kitaplar arasında zikredilmektedir. Karadavi, aynı zamanda fıkhı çağdaş hayatın içine intibak ettirmiş ender şahsiyetlerden biridir.

    Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği Başkanı

    21. yüzyılda inşa edilmiş en önemli kuruluşlardan biri olan Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği Başkanı olan Karadavi, çağımızın önemli ekolü haline gelen “vasatiye fıkhı” veya “teysir fıkhı”nın öncülerindendir. Kişinin İbn Teymiyye’den istifade ettiği gibi İmam Gazali’den ve Muhammed Abduh’dan istifade ettiği gibi Zahid Kevseri’den de aynı ölçüde istifade etmesi gerektiğini belirten Karadavi, modern dönemdeki neo-zahiri, neo-selefi, neo-Mutezili ve neo-mezhepçilerine karşı uyarıda bulunuyor. Geçmiş ekollerin isimlerini kullanarak kendi cehaletlerini meşrulaştırmaya çalışanların çelişkilerini ortaya koyan Karadavi, örneğin günümüz zahirilerinin bildiğimiz zahirilikle bir alakasının olmadığını ve bunların ansiklopedik bir ilme sahip olan zahiri imamlardan İbn Hazm’dan bilgi açısından fersah fersah uzakta olduğunu söyledi. Karadavi ayrıca, günümüz modernistlerine neo-Mutezile demenin onları taltif olacağını ve hatta Mutezile’ye zulüm olacağını açıkladı.

    Konuşmalarında özellikle fıkhın Müslümanların hayatlarına ve düşüncelerine yön veren çok önemli bir ilim dalı olduğunu vurgulayan Karadavi, İslam ümmetine yön verenlerin genelde fakihler olduğunu belirtti. Geçmiş insanların fukahaya değer verdiğini ifade eden Karadavi, fakihin de asrın kültürüne iyi derecede vakıf olması gerektiğini söyledi. Karadavi, fakihten kastın kuru fıkhî bilgilere sahip olanları kastetmediğini bilakis Kur’an ve hadis ilmine de aynı derecede vakıf kendisinin “fukahau’l hadis” olarak isimlendirdiği kişileri kastettiğini bildirdi.

    Çok verimli geçen Katar’daki ilmi buluşmaya aralarında Selman en Nedevi, Ali el Karadaği, Selman el Avde, Raşid el Gannuşi ve İsam el Beşir gibi birçok ünlü isim de katıldı ve Karadavi’nin ilmi ve fıkhı hakkında birer tebliğ sundular. Birebir diyalog ve hasbıhallerin yapıldığı buluşmada güzel dostluklar kuruldu.

    Toplantı sonunda Yusuf el Karadavi Enstitüsü’nün kurulması ve Karadavi’nin sitesinin farklı dillere tercümesi karara bağlandı. Toplantı sonunda Tunuslu ünlü mütefekkir Raşid el Gannuşi başta olmak üzere birçok düşünür, Karadavi’nin ümmetin “İmamı ve Şeyhu’l İslam”ı olarak ilan edilmesi gerektiğini açıkladı.

    84 yaşında olan ünlü İslam âlimi Karadavi, ilerleyen yaşına rağmen genç bir şuura, hissiyata ve sese sahipti. İlmiyle, parlak zekâsıyla ve klasik eserlere vukufiyetiyle herkesi şaşırtıyordu. Katılımcılar akşam yemeği sonrası Karadavi’nin teşvikiyle şiirler okuyor ve marş söylüyordu. Lâkin o kadar katılımcı arasında en duygulu ve coşku dolu şiirler-marşlar üstad Karadavi’den geliyordu.

  4. Örgütsel kriz ve 2009’da dini cemaatler

    Leave a Comment

    2009 yılındaki küresel finansal kriz, sadece dünyadaki ekonomik ve mali durumu etkilemedi aynı zamanda siyasi yönelimleri ağırlıklı İslami grupları da etkiledi.
    İslam dünyasının tanınmış birçok dini cemaati 2009 yılında çok önemli değişimlere tanıklık etti. İhvan-ı Müslimin ve Cemaati İslami gibi gruplar, dünyada yaşanan hızlı değişim ve örgütsel krizden dolayı duraklama dönemi yaşıyor. Şiddete bulaşmış dini örgütler ise öz eleştirilerini aralıksız sürdürüyor. Tasavvufi gruplar ise, devletlerin el altında kendilerine tanıdığı imkânlar ile kurdukları sitelerde en müreffeh dönemlerinin keyfini çatıp holding üzerine holding inşa ediyor.

    Şimdi bu giriş sonrası 2009 yılındaki İslami Cemaatlerin serencamı hakkında bir ufuk turuna çıkabiliriz;

    Geçen yıl İslami hareketler iki önemli düşünürünü kaybetti. Bunlardan ilki Lübnanlı ünlü davetçi Fethi Yeken. 13 Haziran 2009’da hayatını kaybeden Yeken, İslami hareketlerin sorunları üzerine kaleme aldığı kitapları ile biliniyordu. İkincisi ise Pakistan Cemaati İslami liderleri Mian Tufeyl Muhammed. 94 yaşındaki Mian Tufeyl 25 Haziran 2009’da vefat etti. Cemaatin kurucusu Ebul Ala Mevdudi’den sonra cemaatin liderliğini yapan Mian Tufeyl, cemaatin önemli siyasi ve davetçi liderlerinden biriydi.

    Yine geçen yılda İslam dünyasının üç önemli cemaatinin (Pakistan Cemaati İslami, Mısır İhvan-ı Müslimin ve Lübnan Cemaati İslami) lideri değişti. Pakistan’da Cemaati İslami lideri Gazi Hüseyin Ahmed 5. kez cemaatin sorumluluğunu üstlenmeyi kabul etmeyince, yapılan seçim sonrası yerine Münevver Hasan seçildi. Hasan dışında Liyakat Beloç ve Siracu’l Hak da başkan adayları arasında idi. Münevver Hasan, kurucu lider Mevdudi’den sonra cemaatin dördüncü önemli lideri olarak biliniyordu.

    İlk kez ölmeden lider değişti

    2009 yılının sonlarına doğru Mısır İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) lideri Muhammed Mehdi Akif’in istifa ettiği açıkladı. Bu istifa haberi 81 yaşına basan cemaatin yıllar sonra karşılaştığı önemli sorunlardan birine işaret ediyordu. Cemaatin vefat eden İrşad Bürosu’nun en kıdemli üyesi Muhammed Hilal’in yerine siyasi bölüm sorumlusu İsam el Aryan’ın Mehdi Akif tarafından önerilmesi, cemaat içinde münazaralara neden oldu. Aryan’ın üyeliği kabul edilmeyince Akif istifa ettiğini açıkladı. Cemaat tarihinde ilk kez bir lider vefat etmeden liderliği bırakmış oluyordu. Cemaatin daha önceki liderlerinin vefatları ile birlikte yerlerine yeni bir mürşid seçiliyordu. Mehdi Akif’in istifası sonrası cemaat içinde uzun süren münazaraların ardından, şuranın aldığı karar ile Muhammed Bedii liderliğe seçildi.

    Öte yandan, Lübnan’daki Cemaati İslami içinde de seçimler oldu. Uzun zamandır hasta olan ve cemaatin sorumluluklarını üstlenemeyen Şeyh Faysal Mevlevi’nin yerine İbrahim el Mısri şura meclisinin kararı ile genel başkan olarak seçildi. Muhammed Ammar Mısri’nin yardımcısı ve Azzam el Eyyubi ise siyasi büro başkanı olarak tayin edildi.

    Lider seçimlerinin yanı sıra cemaatler içindeki kavgalar da geçen yıla damgasını vurdu. Ürdün İhvanı içindeki şahinler ve güvercinler kanadı arasında yaşanan Hamas tartışması cemaati bölme noktasına getirdi. Şahinler, Hamas’ın tüm yönüyle müdafaa edilmesi gerektiğini savunurken, güvercinler de Ürdün’ün sorunlarının öncelikli sayılmasını istiyordu.

    Cezayir İhvanı içinde de benzeri sorunlar yaşandı. Abu Cerrat Sultani liderliğindeki Barış Toplumu Hareketi (Hamas) ile bu hareketten kopan Sultani’nin eski yardımcısı ve “Davet ve Değişim Hareketi” lideri Abdulmecid Munasıra arasında yaşanan sert tartışmalar, Cezayir’de gündemi sarstı. Hatta sorun öyle bir aşamaya vardı ki, İhvan lideri Muhammed Mehdi Akif, Cezayir’deki iki grubun da İhvanı temsil etmediğini ilan etti. Mehdi Akif tarafından her iki gruba gönderilen mektupta : “Sizler İhvan-ı Müslimini şimdilik temsil etmiyorsunuz” denildi.

    Sudan’da da özeleştiri gündemi belirledi

    Nisan 2010’da devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerine birlikte hazırlanan Sudan’da da 2009 yılı içerisinde ciddi öz eleştiri sesleri yükseldi. “Sudan İslami Hareketi’nin Öz Eleştirileri” adıyla yayımlanan bir kitapta, Sudanlı birçok düşünür ve aydın bu konuda görüşlerini dile getirdi. Kitapta, 1989 darbesiyle iktidara gelen İslamcıların yönetim tecrübeleri ve kavgalarının halk üzerindeki etkileri incelendi. Kitapta ayrıca, İslam devletinde İslami hareketlerinin rolünün nasıl olması gerektiği de tartışılıyor.

    Dünyaca tanınmış dini cemaatlerde bu sorunlar yaşanırken, 2009 yılında silahlı örgütlerde de bir düşüş yaşandı. El Kaide ve benzeri örgüt liderlerinin yaptığı açıklamalarda bu düşüşe işaret edildi. Örgüt liderlerinin öldürülmesi, örgüt ile işbirliği yapmış farklı ülkelerdeki grupların ittifaktan çekilmeleri ve şiddete bulaşmış grupların özeleştirilerini devam ettirmelerinin cihadi örgütlere katılımı azalttığı ifade ediliyor. Ayrıca uzmanlar, 11 Eylül saldırılarının 8. yıldönümünün zayıf geçmesinin ve basında konuya fazla yer verilmemesini de bunun kanıtı olarak gösteriyor.

    Örneğin Libya’daki “İslami Direniş Cemaati” silahı bıraktı ve çalışmalarını yeniden gözden geçirme sürecinde olduklarını açıkladı. Cemaat tarafından “Cihad, Hisbe ve Hakimiyet Kavramlarını Düzeltici Araştırmalar” adıyla yayımlanan kitapçıkta geçmişte işlenen hatalara yer verildi. Yine benzeri bir kararı Cezayir’deki “Davet ve Mücadele için Selefi Cemaat” verdi. Arap yarımadasındaki el Kaide de, Suudi Arabistan’daki merkezi liderliğini Yemen’e taşıdı. Fakat 2009 yılının sonunda Yemen ordusunun saldırılarında çok ciddi darbeler aldı. Mısır’da hapishanede bulunan İslami Cihad ve Cemaati İslami liderlerinin de, yıllar önce başlattıkları özeleştiri 2009 yılında daha da arttı. Cihatçı grupların “mandelası” olarak tanımlanan Abbud ez-Zümmer’in Mısır eş-Şuruk gazetesinde yayımlanan vasiyeti bunun en son örneklerinden biriydi.

    Orta Asya’da ise dini cemaatlere yönelik baskı her geçen gün artıyor. Uluslararası Kriz Grubu’nun 15 Aralık 2009 yayımladığı “Central Asia: Islamists in Prison / Orta Asya: İslamcılar Hapishanede” başlıklı rapor, bölge ülkelerinin gelişi güzel dindar kesime yönelik yaptığı baskı politikaları eleştirildi. Raporda Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kazakistan yönetimlerinin silahlı İslami gruplar ile barışçı ve siyasi yolları benimseyenler arasında ayırım yapması istendi. Raporda ayrıca, Orta Asya ülkelerinde siyasi nedenlerle tutuklanmış yüzlerce İslamcının bulunduğu belirtiliyor.

    Avrupa’daki dini gruplar bir yandan arayışlarını sürdürürken öte yandan batıdaki “İslamofobia” ile mücadelenin yollarını araştırıyor. Geçen yıl Avrupa’daki dini gruplar arasında en çok tartışılan konuların başında ünlü düşünür Tarık Ramazan’ın “Avrupa İslam’ı” projesi geliyor.

    Hâsılıkelâm, dini cemaatlerin dünya genelinde gark oldukları sorunlar kendisini her yönüyle gösteriyor. Bugün İslam dünyasındaki dini cemaatlerde yaşanan örgütsel kriz Türkiye’deki cemaatler arasında fazla hissedilmiyorsa da, AK Parti iktidarı sonrası eğer bir önlem alınmaz ise daha feci sonuçlarının burada tezahür edeceği gün gibi ortada. O halde dini gruplar, tüm dünyevi çirkefliklerden arınmış yeni muasır bir cemaat hamlesini gecikmeden başlatmalıdırlar…

  5. Petro-dolar, Hanbelîlik ve düşünce krizimiz

    Leave a Comment

    Çağdaş İslam düşüncesindeki “kriz” asırlardır devam ediyor. Geçmiş dönemlerde Müslüman imparatorlukların dağılmasını engellemede yeterli rolü ifa etmeyen “fikri kriz” bu kez dini cemaatlerin önünde en büyük engel olarak durmakta. Özellikle, dini cemaatlerin dillerine pelesenk ettikleri “Kur’an ve Sünnete dönüş” şiarının içi iyi bir şekilde doldurulmaz ise İslami grupların son birkaç asırdır yaşadıkları bölünmeler ve başarısızlıklar bu kez ümmeti yaralayacaktır. Bunun için yaşadığımız fikri krizin tedavisi için hastalığın köküne inmeliyiz.

    14. yüzyılda batı içinde bulunduğu “Ortaçağ”dan kurtulurken, hem düşüncede bir devrim yaşadı hem de Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da yeni bir dünya keşfetti. Batı bu uyanışla irkilirken, İslam dünyası da duraklama dönemine giriyordu. Düşüncede taklit, bilgileri yeniden arz etmeyle yetinme, geçmişi olduğu gibi tekrarlama her şeye hâkim oldu. Bu dönemin bütün ürünleri genellikle, daha önce telif edilen eserleri şerh etme, özetleme veya tenkit etme tarzında devam etti.

    Modern düşüncenin 16. ve 17. asırlarda doğuşuyla Müslümanların asırlarca ellerinde bulundurdukları uluslararası liderliği yavaş yavaş kaybetmeye başladı. İslami düşünceye ve hayata bu dönemlerde durgunluk, gevşeklik ve çekişme galebe çalmıştı. İslam dünyası büyük bir krizin içine gark olurken, dönemin batılı güçleri (İspanyollar, Portekizler, Fransızlar, Hollandalılar ve İngilizler) hiçbir engele takılmadan çok rahat bir şekilde topraklarımızı işgal etti.

    Aslında İslam âlemi sömürgecilerin işgali altına girmeden önce duraklama döneminde yaşanan yılmışlığı gören bazı Müslüman âlimler bu konuda ümmeti uyandırmaya çalıştı. Bunlar arasında Hindistan’da Ahmed Serhendi (İmam Rabbani) (ö. 1621), İran’da Sadruddin Şirazî (Molla Sadra) (ö. 1640) ve Mısır’da Ahmed Derdir (ö. 1786)’i örnek olarak gösterebiliriz. Bu âlimler, henüz batı düşüncesinin tesiri altında olmadıkları bir dönemde İslam kelâmı, felsefesi ve tasavvufundan aldıkları ilham ile bir dirilişe öncülük ediyorlardı.

    Ancak İslam dünyasındaki duraksama ve gevşeklikten istifade eden batılı güçler bir anda bu coğrafyanın kalbine hançerlerini sapladılar. Batılılar pratik ve kültürel etkilerini İslam’ın kalbi durumunda olan ülkelerde gerçekleştirdiklerinde, İslam düşüncesi yeni bir konum elde etmiş ve ilave bir kuvvet olarak ona harici bir rekabet faktörü vermiş, bu rekabete, çeşitli meyvelerini çağdaş ve modern düşüncede verilen karşılıklarla cevap vermeler başlamıştı.

    Yine bu dönemde İslam dünyasının kalbi konumundaki Mekke’de Muhammed bin Abdülvehhab öncülüğünde ortaya çıkan Hanbelî hareketi, bölgeye gelen hacıları ya da ilim öğrenmek için gelen Müslüman düşünürleri etkisi altına almaya başladı. İbn Teymiyye düşüncesi yeniden tesirini gösterdi. Eş’ari ekolüyle Selefi ekol arasındaki rekabet yeniden canlandı. Hakikatte bu bir canlanmaya da sebep oldu. Böylece selefi ekolün yankısı Arap dünyası ve dışına her tarafa yayıldı. Bu düşüncenin Yemen’de İmam San’anî ve İmam Şevkanî; Hindistan’da Şah Veliyullah Dihlevi; Irak’ta Müfessir Alûsî, Afrika’da Senûsi, Mehdi ve İbn Badis’de bıraktığı açık tesirleri görmezlikten gelemeyiz. Bunların arasındaki ortak payda, Zeydi, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve tasavvufi düşünceye dayalı miraslarının farklılıklarıyla birlikte yaptıkları “Kitaba ve Sünnete dönüş” çağrısıdır.

    Bu düşünce daha sonra Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Şibli Numani, Hasan el Benna, Ebu’l Ala Mevdudi, Mehmed Akif Ersoy, Hüseyin Kazım Kadri, Musa Carullah, İzmirli İsmail Hakkı gibi birçok düşünürün yanı sıra çağdaş İslami hareketleri de etkiledi. Belki de Hanbeliler İslami düşünce çerçevesinde gerçekleştirdiği en şerefli şey, farklı temayüllere rağmen, Kur’an’ın getirmiş olduğu saf, basit akideye neredeyse etki etmek üzere olan aşırı batini ve tasavvufi eğilimlere karşı koymasıdır. Bunu bu fikrin sağlamlığını, ilk kaynaklarıyla irtibatını desteklemeye yardım etmesi yönünden yapmışlardır. Hiçbir tarihçi çağdaş ihya ve tecdid hareketlerinin birçoğunun bu muhafazakâr mezhebin kalbinden doğduğunu inkâr edemez.

    Geçmiş âlim ve düşünürlerin fikri zemini genel anlamda sağlam olduğu için bir sonraki nesile temel hazırlamak yerine batıdan gelen fikirlerle çatışmayı yeğlediler. Bu mücadele hâlâ günümüzde yarım yamalak bir şekilde devam etmektedir. Diyebilirim ki belki de, İslami hareketlerin en önemli sorunlarından biri budur. Bugün Mu’tezili eğilimlere rağbetin arkasında da bu neden yatmaktadır. Eğer Kitap ve Sünnete dönme sağlam temeller üzerine oturtulmuş olsaydı, hâlihazırdaki birçok sorunumuz olmayacaktı.

    Burada özellikle Hanbelîlerle imamları Ahmed b. Hanbel’in arasını ayırmak gerektiği kanısındayım. Hanbelîler kendi aralarında üçe ayrılır; Birinci grup Kelamî konularda Mutezileye yakın olanlardır. Naklin aleyhine olsa da akla daha fazla önem veren bir eğilim. İkinciler ise lâfzî manalara bağlanmada aşırılığa kaçanlardır. Bunlar zahiri konularda çok katı davranışlar göstermişlerdir. Bu aşırılıkları öyle olmuştur ki fitnelere, mezhep savaşlarına kadar vardırılmıştır. Nitekim Şia, Mu’tezile, Eş’ariler veya bunların hepsine karşı, Bağdat, Şam, Kahire’de defalarca olaylar meydana gelmiştir. Bu fırka muhafazakâr ve şiddet yanlısı olmakla şöhret bulmuştur. Üçüncü grup ise orta yolu seçenlerdir. Rengi ne olursa olsun bu grup daha önceki iki grubun aşırıya kaçan temayüllerinden uzaktırlar. Bu ruhu en iyi temsil eden İbn Teymiyye’dir.

    Yine şunu açıkça itiraf etmek gerekirse, petrolün Hanbelî mezhebinin ağırlıklı olduğu bölgede bulunması bu mezhebin düşüncesinin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Afrika’da Maliki mezhebi, Arap yarımadası Anadolu’ya kadar Şafii mezhebi ve İstanbul’dan Orta Asya’ya kadar da Hanefi mezhebi yaygın idi. 17 ve 18. Yüzyılda İbn Teymiyye düşüncesi ağırlıklı bir Hanbelî (Selefi) düşünce yaygın iken 19. yüzyıldan bugüne petrolün revaç bulmasıyla ikinci sıradaki muhafazakâr, şiddet yanlısı ve zahirî fikir ağırlıklı görüş galip geldi.

    Hâsılıkelâm; “Kitap ve Sünnete Dönüş” şiarının içi köklü bir şekilde, samimi ve ciddi bir ilim ile doldurulmalıdır. Hz. Peygamber (sav) ve sonrasındaki ilk üç parlak asırdaki İslam medeniyetinde güzide şahsiyetlerin köklü gelenekleri yeniden gözden geçirilmeli. İmam Malik şöyle demektedir; “Bu ümmetin sonu ilk neslin ıslah olduğu yolu tercih etmez ise felah bulmayacaktır.”

  6. İslamî Cemaatler ve Tecdid

    Leave a Comment

    Modern dönemlerde oluşmuş İslam düşüncesi ve bundan tevellüd eden dini cemaatler, gruplar ya da tarikatlar kendilerini yeniden tecdid etmelidir. Çünkü İslami hilafeti temsilen Müslümanları bir arada tutan Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte 19. ve 20. yüzyılda ortaya çıkan cemaatlerin ve grupların birçoğu vücut buldukları dönemin izlerini ve karakteristiklerini taşır.

    Dini cemaatlerin ortaya çıktığı dönemlerde İslam dünyasının genelinde dini önderlerin liderliğinde kurtuluş mücadeleleri veriliyordu. Bu istiklâl mücadelelerinde en büyük kaybı dini liderler ve onlara bağlı kahraman insanların vermesiyle 19. yüzyılın ortalarından sonra âlemi İslam büyük bir sükût dönemine girdi.

    Daha sonra ulus devletlerin ortaya çıkışıyla yeni bir toparlama dönemine giren dini liderlerin oluşturdukları cemaatler, ilk çıkışlarında “Müslüman Toplum”, “Ümmetin Birliği” ve “İslami Devlet” kavramlarını ana ajandaları haline getirdi. Bu dönemde, ortaya çıkan birçok devlet, ulus-devlet ekseninde yapılanıyor ve hızla batıya doğru akıp gidiyordu.

    Fakat, bir asır geçmesine rağmen cemaatler istedikleri devleti ve toplumu bir türlü oluşturamadı. Sonraki yıllarda Pakistan’da, Libya’da, İran’da ve Sudan’da kısmen bazı emellerine ulaşmış olsalar bile bir türlü zihinlerinde oluşturdukları “Asrı Saadet” modelini yakalayamadılar.

    Osmanlı’nın son dönemlerinde ve ulus-devletlerin inşa döneminde Müslüman düşünürler genelde dışarıya karşı nefsi müdafaada bulundu. Bir müddet sonra bu müdafaa ruhu içselleştirildi ve dini söylemi de etkisi altına aldı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra da dünyayı saran sosyalist ve kapitalist blok İslam âlemini sağ ve sol kutuplara böldü. Ulus-devlet ve müdafaa ruhundan etkilenen dini söylem soğuk savaş döneminde sağcı ve solcu söylemin etkisine girdi.

    Ulus-devletlerin inşa dönemine kadar İslam dünyasında ilim ehli insanların dini cemaatler üzerinde etkisi ağır iken, 60’lı yıllardan sonra batıda eğitim almış ya da kendi bulunduğu ülkede seküler eğitimden geçmiş edebî ve teknik yönü ağır basan insanların cemaatler üzerindeki etkisi daha da arttı. Afgan Cihadı ve İran Devrimi sonrası 80’li yıllarda yeniden bir atılım gösteren cemaatler, ulus-devlet, soğuk savaşın sloganik yapısı ve sağ-sol söyleme bu kez devrimcilik kılıfı giydirdi. Ancak gelinen noktada büyük bir duraksama veya daha doğru bir tabir ile fetret dönemi yaşanıyor.

    Şimdi 21. yüzyıla baktığımızda, dünyada büyük bir değişimin yaşandığını müşahede ediyoruz. 19. ve 20. yüzyılın kurucu ideolojileri yerlerini terk ediyor. Postmodern dönem, modern döneme ait ne var ise terk edip yeni fakat muğlâk bir yapı inşa etmeye çalışırken tüm sağcı ve solcu gruplar gibi dini cemaatler de var olanı tanımlamakta zorluk çekiyor.

    İslami cemaatler, tarikatlar ve müntesipleri bugün gelinen noktada üçe ayrılmış durumda; Birincileri geleneğe körü körüne bir taklit ile sıkı sıkıya sarılanlar, ikincisi postmodernizmin etkisiyle her şeyi flu görenler ve son olarak da araftakiler. Ancak batı bunun yerine dindarları “ılımlı ve radikal” diye bölme niyetinde. Geçmişte sağ düşünceden etkilenenler “ılımlı”, sol düşünceden etkilenenler ise “radikal” olarak adlandırılıyor.

    Gelinen nokta, geriye baktığımızda İslami cemaatlerin ve tarikatların hakikaten zihinlere reset atmaları gerektiğini zorunlu kılıyor. Geçmiş iki asrın cahiliye tortularında kurtulmak için ciddi bir epistemolojik tecdide ihtiyacımız var. Bu da küresel dönemde İslam’ı yeniden ve sahih bir eksende düşünmemize zemin hazırlayacak.

    Müslümanlar, nasıl bir dünya ile karşı karşıya olduklarını çok iyi bilmeli ve yeni bir hareket fıkhını “dini kaynaklar” ışığında yeniden oluşturmalıdırlar. Ayrıca kendi kavramlarımıza dönüp, içlerini sloganik söylemlerle değil, ilmi olarak doldurmalıyız. Sonra postmodern çağda ve metropollerde, hayatın nasıl kurulması gerektiği üzerine düşünmeliyiz. Hakikati reddeden postmodern çağa hakikati anlatmalıyız. Hakikat yoksa her şey müphem bir hâl alır. Hayata dair, doğru ve yanlışa dair, helâl ve harama dair bir sözümüz olmalı.

    Tabiatta değişenler olduğu gibi değişmeyenlerde var. Muhkem ve müteşabih ayetler gibi… Eskiden ulemanın oturduğu minder değişmezdi. Oradan değişen dünyayı okurdu. Bugünün edebiyatçı, mühendis ve siyasetçi Müslümanları değişenler üzerine kurdukları dönerli koltukları ile sabitelere bakıyorlar. Böylece sarstıkları ya da temelini boşalttıkları yerin farkında bile değiller.

    Kısacası, İslami cemaatler mekân, zaman ve eşyayı yeniden tanımlamalı. Göreceksiniz bu konuda, “Kur’an ve Sünnet” ışığında yapacağımız bir fikrî faaliyetin bizleri kabilevi, ırkî ve cahilî tüm tortulardan kurtaracağı gibi, âlemlere de bir “rahmet” olarak dönecektir.

    Yakın zamanda girdiğimiz hicri 1431. yıl aslında bize bir şeyi hatırlatmakta. Belki de Hz. Ömer (ra)’in Hicret’i Müslümanların takvim yılı olarak kabul etmesinin arkasında bu neden de yatmaktadır. Hicret bize bu ulvî mesajın evrensel olduğunu hatırlatmakta. Hz. Muhammed (sav) Beytu’l Atik’i ve insanlar için rahmet ve hidayet mekânı olan ilk ibadet merkezi Mekke’yi terk edip başka bir yer arayışı bize bunu hatırlatmakta. Hz. Peygamber (sav) ilk olarak Habeşistan’ı düşünüyor, sonra Taif’i, sonra Yemen’i ve daha sonrasında “Yesrip”te yani Medine’de karar kılıyor.

    Hasılı kelâm, dini cemaatlerin yeniden kendilerini tecdit etmeleri gerektiği inkar edilemez bir gerçek. Bu yanlış “Vakıf” anlayışımızla da düzelecek bir şey değil. Cemaatlerimiz, ilk önce bir “Vakıf”, “dernek” ve “STK” olmadıklarını kabûlle bu işe başlamalıdırlar. Cemaat bunların çok çok ötesinde bir şey… Hatta daha da ötelerde…

  7. Müslümanların dünyaya sunacakları bir projeleri var mı?

    Leave a Comment

    Müslüman cemaatlerin, grupların, tasavvufçuların, davetçilerin ve siyasetçilerin halklarına yönelik bugün gerçek manada bir projeye sahip olduklarını söylemek hakikaten zor. Bu cemaatlerin hemen hepsi İslam’ın kapsamlı olmayan bir dünya görüşünü temsil ediyor. Kimisi tebliği, kimisi daveti, kimisi eğitimi, kimisi siyaseti, kimisi ekonomiyi, kimisi başka bir işi önceliklemiş durumda… Demokratik yöntemlere karşı olduğunu söyleyen gruplar ise şiddet ve tekfir içinde boğuşup duruyor.

    18. ve 19. yüzyılda Mısır, Hindistan, Türkiye, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da zuhur eden dini uyanış hareketleri doğru yönde bir ilerleme gösterdi. Bu hareketler, hem işgalcilere karşı amansız bir mücadele yürüttü, hem de ıslah çalışmalarına aralıksız devam etti. Geçen asırda harici saldırılara karşı en büyük mücadeleyi veren bu hareketler çok büyük kayıplar verdi.

    Ancak bugün gelinen noktada geriye baktığımızda günümüz dini grupların liderlerinin geçmiş bir ya da iki asır önceki Müslüman mütefekkirlerden fersah fersah ilmi bakımdan geri olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra dini cemaatlerin durumu ise geçmişle kıyasladığımızda maddi olarak iyi gibi görünüyor olabilir ancak dini yaşam bakımından ahvalleri hiç iç açıcı değil.

    Takvayı, ihsanı, zühdü, ibadeti, ahlâkı ve bereketi kendilerine örnek edinen tasavvufi gruplara baktığımızda, bunların ticari bir holdingden farksız olduğunu göreceksiniz. Çağımızın şeyhlerinin kadim şeyhlerine kıyasla artık son model arabaları, lüks evleri ve modern dergâhları var. Bişr-i Hafileri, İbrahim Edhemleri, İmam Rabbanileri, Veysel Karanileri, Maruf Kerhileri, Abdulkadir Geylanileri ve İbni Arabileri kendilerine örnek edinenlerin bugün hem ilimden hem de dillerine pelesenk ettikleri takva ve zühdden çok çok uzak oldukları ortada. Hatta kimisi tasavvuf ile modernizmi mezcetmiş durumda; modern kıyafetler giyerler, ibadeti fazla önemsemez lakin bazen sözde şeyhleri ile sazlı–cehri zikirler yapıp sözde çağdaş sufiliği temsil ederler… Hele akademisyenlik kisvesi altında tasavvuf müdafiliği yapanlar var ki bunlar da işin cabası…

    Tevhid, ilim, Kur’an ve Sünnet gibi kavramları dillerine dolayanların ise durumları daha içler acısı. Bırakın geçmiş ulemayı daha bir iki asır önceki Cemalettin Kasımi, Hasan el Benna, Mevdudi, Seyyid Kutup, Tahir bin Aşur, Said Halim Paşa, Şibli Numani, Muhammed İkbal, Ali Şeriati, Malik bin Nebi, Mutahhari, Nedvi, İmam Humeyni, Musa Carullah, Mehmed Akif Ersoy, Bababanzade Ahmed Naim, Filipeli Ahmed Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı ve benzeri daha birçok âlimi kendine örnek edindiklerini söyleyenlerin sahip oldukları ilmi seviye ise herkesi şaşırtacak bir seviyede… Bu çevrelerin yetiştirdiği birkaç akademisyenin ise ilmi bakımdan kötü bir taklitçilikten öte yaptıkları bir başarıları yok…

    İslami siyaseti, eğitimi veya ekonomiyi kendilerine örnek edinenlere baktığınızda ise zahiren iyi şeyler görünse de dini temsilden çok uzak bir güruh göreceksiniz. Bu alanlara sözde yatırım yapanlar Müslüman bir şahsiyet yerine kapitalist ve pragmatist bir şahsiyetin en alasının yetişmesine öncülük ediyorlar. Modern parlamentolarda İslami siyaseti kendilerine örnek edindiklerini ifade edenler maalesef dini siyasetin İslam ahlâkı ile iç içe olduğunu fark edemiyorlar. İslami eğitimi kendilerine örnek edinenler ise, pragmatizme kurban edilmiş koca bir nesilden başka bir nesil yetiştiremiyor… Bir zamanlar Müslüman tacirler sayesinde dünyanın dört bir yanına İslam yayılırken bugün Müslüman iş adamlarının ortaya koydukları ahlâk ise utanç verici… Bunun üzerinde konuşulmaya bile değmez…

    İlmi, fıkhı, tefsiri, kelamı, mantıkı ve felsefeyi kendilerine yol edinenlere baktığımızda ise geçmişi kötü kopyadan ya da kadim ilmi anlamak için ömrünü harcayanlardan başkasını göremezsiniz… Bu uğraşları, ne İmam Ebu Hanifeleri, ne İmam Şafileri, ne İmam Şatibileri, Ne imam Razileri, ne İmam Kurtubileri, ne İmam Gazalileri, ne İmam Teymiyeleri ne İmam Tahavileri, ne İmam Maturidileri, ne İbni Sinaları ve ne de başkalarının yetişmesine bir türlü zemin hazırlayamaz… Bunun için bu zatların ömürleri geçmişe koca bir medhiye düzerek geçer…

    Bu düşünsel ve teorik iflasın yanı sıra Müslümanların dünya genelindeki pratik tecrübelerine baktığınız da durumun hiç iç açıcı olmadığını göreceksiniz. Afganistan, Sudan, Somali ve İran örnekleri ayan beyan ortada… Afganistan’da cihad sonrası Allah için dağlara çıkanların birbirlerini katlettiklerine şahid olduk, Sudan’da darbe ile iktidara gelenlerin ilk günlerinde kısmî bir başarı gösterseler de ortaya gerçek manada bir medeniyet projesi koyamadıklarına tanıklık ettik. Bugün Sudan iç sorunlarını çözmekte bile aciz bir durumda artık… Somali’deki durum ise vahimin de ötesinde. Yıllar süren işgal ve savaşın ardından iktidara gelen İslami Mahkemeler Birliği bölündü ve bugün birbirleriyle “Allah” adına savaşıyorlar… Yani Afganistan’da ümmeti yaralayan durum burada da tekerrür ediyor. İran’daki durum ise ortada. Ne bölgesel sorunlarını çözebildi ne de iç meselelerini… İslam devriminin ilk dönemindeki medeniyet perspektifini yakalayamadıkları gibi çok çok gerilediler… Mezhebi bakış açısını aşamaması, özgürlükler konusundaki kısıtlamaları ve muhaliflere hatta devrimin evlatlarına dâhil yönelik sert baskılar…

    Tüm bunlara rağmen İslami cemaatlerin modern toplumlardaki rolünü inkâr etmek istemiyoruz. Ancak gelinen noktada varolan durum hüzün verici. Bunun üzerine ciddi manada kafa yorulması gerekiyor. Çünkü bugün tüm dünyanın konuştuğu kişiler Müslümanlar ve İslam dünyasının hâlâ en önemli muhalifleri dini cemaatler… Eğer bunun farkına varılmaz ve bu hâl üzere devam edilirse tüm dünyanın gözünü kurtuluş için çevirdiği Müslümanlar âleme koca bir kaostan ve bunalımdan öte miras bırakmayacaklardır. Zaten cemaatlerin varolmayan imajları “Ilımlı ve Radikal” kavramları arasında alt üst olmuş durumda.

    İslam dünyası artık içinde bulunduğu krizlerden kurtulmak istiyorsa önce dini cemaatlerin kendilerini alelacele yenilemesi gerekiyor. Çünkü dünyanın merhamete, kardeşliğe, adalete ve özgürlüğe aç olduğu böyle bir dönem görülmedi. O halde ilk yapılması gereken şey, acil bir ıslah hareketidir. Unutulmamalı ki, Avrupa’da Islah (reform) hareketi devletin dinin otoritesinden kurtulması ile başladı, fakat bizde Islah hareketi dinin devlet otoritesinden kurtulması ile başlamalıdır. Yine bilinmeli ki, vicdan özgürlüğü tüm ahlâki yükümlülüklerin esasıdır, fikir hürriyeti ise tüm yaratıcılığın temelini teşkil eder.

    Peki, ne yapmalı? Bu sorunun cevabını da bir sonraki yazımızda tahlil etmeye çalışacağız.

  8. Şib-i Ebu Talib, Tûr-u Sînîn ve Viva Palestine konvoyu

    Leave a Comment

    Dünyanın birçok yerinden yüzlerce güzel insan yakınlarını ve dostlarını bırakarak, 3 yıldır Gazze’ye uygulanan beşer tarihinin en acımasız ambargosunu delmek için yola düştü. Japonya’dan Brezilya’ya, Londra’dan Yemen’e, Fas’tan Endonezya’ya ve Türkiye’den Amerika’ya her vicdanlı insanın kalbi ve gönlü “Viva Palestine” konvoyla birlikte atıyor.

    Gazze’ye uygulanan ambargo dünya tarihinin nadir rastladığı olaylardan biridir. Günümüz tarihçileri ve uluslararası hukuk uzmanları bile bu acımasız ve barbar ablukayı anlamakta ve tanımlamakta zorlanıyor. İslam tarihçileri, Müslümanların benzeri ambargoyu tek Hz. Peygamber döneminde yaşadığının altını çiziyor.

    Nübüvvetin 7. senesinde ve Muharrem ayının ilk günlerinde Mekkeli Müşrikler parlamentoları Daru’n Nedve’de bir araya gelmiş ve bir türlü önüne sed çekemedikleri İslam’ı daha beşiğinde iken büyümeden boğma kararı almışlardı. Alınan kararlardan bazılarında şunlar yazılıydı; “Müslümanlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiçbir mal satılmayacak, hiçbir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir. Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.” Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahidname Kâbe duvarına asılarak yürürlüğe kondu… Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değildi.

    Dönemin amansız İslam düşmanları, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı… Bölgenin dışına çıkan her Müslümanı yakalayınca O’na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlardı. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip “Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre” diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatlar vererek rakamları şişiriyorlardı…

    Ebu Talib Mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu… Çocuk ağlamalarından durulmuyor… Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hatice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar. Başka bir imkân kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Hatta öyle ki, Peygamberimiz ve Ashab-ı Kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlardı.

    Günler, aylar ve yıllar geçti kuşatma kaldırılmadı…

    Ambargo altındaki Müslümanların bu hâli merhamet sahibi bazı müşrikleri çok üzüyordu. Ablukayı delmenin yollarını arıyorlardı. Bu vicdanlı Müşriklerden bazıları geceleri sessizce bir parça yiyeceği Müslümanlara götürüyordu. Ancak yakalananlar dayaktan geçiriliyordu.

    Kimileri de develerine ve atlarına yiyecek yükleyip Müslümanların abluka altında olduğu mahalleye salıp böylece boykotu delmeye çalışıyordu. Bunlardan biri Hişam B. Amr b. Rebia idi. Yiyecek yüklü birkaç deveyi Şib-i Ebu Talib mahallesine salarak delmeyi düşünüyordu fakat müşrikler tarafından yakalanıp öldürülmek istendiği sırada, Ebû Süfyan, “Bırakınız adamı! Şib’deki akrabalarına iyilik etmiştir. Vallahi keşke biz de, onun yaptığı gibi onurlu bir iş yapsaydık, bizim için ne güzel olurdu” diyerek bu zatı müşriklerin elinden kurtardı.

    Müslümanlara uygulanan ambargo dayanılmaz hale gelmiş ve tüm Mekke sokaklarında konuşuluyordu. Vicdanlı ve merhamet sahibi müşrikler bu abluka karşısında sessiz duramıyor ve boykotu delmek için çırpınıyorlardı. Ambargonun dördüncü senesinde sabırları taşan bir grup vicdanlı Müşrik, hem Kâbe’ye asılan boykot kararını yırtıp attı hem Şib-i Ebu Talib’e gidip açıktan Müslümanlara yardım etti ve ablukanın bittiğini ilan ettiler.

    İşte, 2007 yılından beri ambargo altında olan Gazzeli Müslümanlara yardım etmek için dünyanın muhtelif ülkelerinden yola koyulan Budist, Hıristiyan, Solcu, Müslüman ve Liberal Akabe limanında bekliyor. Son bir yılda Gazze’deki ablukayı delmek için Avrupa’dan birçok gemi yola çıkmıştı. Fakat bu kez dünyanın dört bir yanından Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan konvoy etkisini gösterecek gibi…

    Zaten bundan dolayıdır ki, birileri onların Gazze’ye girmesini engellemeye çalışıyor. Londra’dan arabaları ile yola çıkan konvoy, İbrahim (as)’ın Şam üzerinden Filistin’e gittiği yolu takip edip Ürdün’ün Akabe limanına vardı. O Akabe ki Mısır ile arasındaki, Tûr-u Sînîn dağında Hz. Musa (as)’nın Allah (cc) ile konuşmasına tanıklık etti. Ve Rabbim yine buradan Akabe’de bekleyenleri müşahede ediyor…

    Kadim Medyen ve Eyke kavimlerinin diyarı olan Akabe, yine bağrında tuttuğu eski İslam şehri Ayla’dan 1170 yılında Selahhadin Eyyubi’nin fetih için yola çıkışına şahidlik etti. Bugün Akabe’de bekleyenler Kudüs’ün özgür olacağı günü ve Gazze’ye ablukanın kalkacağı günü bir Selahhadin Eyyubi bekleyişi ile intizar etmektedirler…

    Bugün aylardan Muharrem ayı. İmam Hüseyin (ra) ve bir grup Müslümanın beraberinde şehid edildiği ay. Geçen yıl bu ayda Gazze’de 1500 Müslüman, tarihin şahitlik ettiği en acımasız saldırıların birinde şehid oldu. Gazze’deki saldırıya göz yuman veya ona destek olan Müslüman yöneticiler, Yezid (la’netullah) katında haşrolmayı bekliyorlar galiba… Beklesinler, zaten Rabbim sonsuz sabır sahibidir…

    Ancak biz Ey dünya Müslümanları!, tarihin bu en barbar, en acımasız, en gayri insani, en vahşi ve en katleden ablukasına karşı daha ne zaman harekete geçeceğiz? O gün bugün değil ise, daha ne zamandır? Yoksa âlemi ervahta mı kendinize gelmeyi bekliyorsunuz?

    Ey İslam ümmeti! Artık Tih çölünden çıkmanın zamanı gelmedi mi?.. Bakın! Tih çölünün az dışındaki Akabe’de konvoy sizi bekliyor…

  9. Büyük Oyun, askeri üsler ve Afganistan

    Leave a Comment

    Uluslararası arenada en çok konuşulan konuların başında ABD Başkanı Barack Obama’nın Afganistan’a 30 bin ek asker gönderme kararı geliyor. Obama’nın konuşmasının akabinde tüm dünyanın gözü bir anda yeniden Taliban ve El Kaide’ye yöneldi. Dünyanın tanınmış medyası Pakistan ve Afganistan’a akın etti. Herkes bölgede olup bitenleri yakından izlemeye başladı.

    Bütün bu gelişmeler bize, yeni bir dünya savaşının merkezinin Orta Asya olacağı kara haberini geçiyor. Yıllardan beri hafif volkanik patlamalarla büyük savaşın engellendiği bölge, bu kez dünya tarihinin bile unutmayacağı bir savaşa doğru sürükleniyor. Bazıları ABD’nin Taliban ve el Kaide için bölgeye yığınak yaptığını düşünüyor ancak herkes bilir ki orada çok “Büyük bir oyun” oynanıyor…

    Afganistan, Orta Asya’daki büyük mücadelenin merkezidir, kalbidir. Bölgenin sükûneti, huzuru ve güveni ona bağlıdır. Ünlü İslam şairi Muhammed İkbal’in tabiriyle “Asya’nın kalbi Afganistan’dır. Eğer Afganistan huzur ve güven içinde olursa tüm kıta huzur ve güven içindedir. Eğer Afganistan kaos ve savaş içinde ise tüm kıta kaos ve savaş içindedir.”

    Afganistan; İran, Pakistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan (kısacası Rusya) ve Çin ile olan sınırları nedeniyle Avrasya’nın kontrol merkezidir. Ülke bu özelliği nedeniyle tarihler boyu bir jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik güzergâh olarak kullanılmıştır. Bundan dolayı da Büyük İskender’den Cengiz Han’a, Ruslardan İngilizlere Afganistan tarih boyunca hep işgallere uğramıştır. Ancak bu küçük ve fakir ülke buna rağmen işgal güçlerine mezar olmuştur. Hatta tarihçiler, bu coğrafyada yeni bir savaş bir daha tekerrür etmesin veya birileri umulur ki ders alır diye Afganistan’ı “Uygarlıklar Mezarlığı” olarak anmışlardır. Yalnız ibret alacak kimse yok ki…

    İngiltere ve Rusya 18. yüzyıldan bu yana Afganistan’ı işgal altına almak için birçok kez mücadele etti. Hepsinden hüsranla döndüler. Sadece ABD değil Rusya ve İngiltere de Afganistan’ı bombardıman altında inim inim inletti ve ülkeyi harabeye çevirdi. İngilizler daha 19. yüzyılın başında tayyareleri ile Afganistan’a bombalar yağdırıp, yerle bir etmişti.

    19. yüzyıl boyunca devam eden Rusya ve İngiltere arasında Orta Asya’ya hâkimiyet kurma mücadelesi dünya siyasî tarihinde “Büyük Oyun” olarak adlandırılır. “Büyük Oyun” iki tarafa da göreceli kazançlar sağlayan 31 Ağustos 1907 tarihli Rus-İngiliz Anlaşması’yla uzun süre dondurulmuştur. 1907 Anlaşması ile Rus hükümeti, Afganistan’ın İngiliz nüfuzu altında olduğunu kabul ederken, buna karşılık İngiltere ise Orta Asya’yı Rusya’nın hâkimiyet alanı olarak tanımıştır. Bu şekilde İngiltere tampon bölge olarak Afganistan’ı elinde tutarak Hindistan’ı güvence altına alırken, Rusya’da Orta Asya’ya tam olarak yerleşmiştir.

    ABD’nin dünya sahnesine çıkmasıyla bölgede güç dengeleri yeniden sarsıldı. O günden bugüne de bir türlü dengeler yerine oturmadı. Küçük çatışmalar, darbeler ya da siyasi oyunlarla geçiştirilen bölgenin sorunu bu kez ya ciddi barış ya da yeni bir dünya savaşı olmadan da düzene gireceğe benzemiyor.

    Sovyet liderleri, daha sonra CENTO’ya çevrilen Bağdat Paktı’ndan bu yana ABD’nin Orta Asya ve Çin üzerinde denetimi sağlamak için Afganistan’da askeri üsler edinmesinden kaygılanmış ve buna göre önlemler almışlardır. Eski Sovyet liderlerinden Kruşçev hatıralarında 1955 yılında Afganistan’a neden 100 bin dolar hibe etmek istediğini şöyle açıklar: “Amerika’nın arzusu bizi askeri üslerle kuşatmaktı. Bunun için Afganistan gibi bir ülkenin üzerine atladılar. Amerikalıların Afganistan’da askeri üsler kurmak niyetinde olduğu daha baştan apaçık ortadaydı.”

    Geçen yüzyılın ünlü İngiliz Şair ve yazarı Rudyard Kipling, “Kim” adlı romanında Orta Asya’da (Britanya-Rusya rekabeti bağlamında) “büyük oyun”dan söz etmişti. Şimdi ise emperyalist mücadelenin yeni modern bir versiyonu olan yeni bir “Büyük Oyun” oynanıyor. Fakat bu kez çatışmanın içinde ABD’nin yanı sıra Rusya, Çin, Hindistan, İngiltere, Almanya ve Fransa var. Hepsi de Hazar bölgesindeki petrol ve gaz rezervleriyle boru hatları güzergâhlarına egemen olma yarışında. Maalesef filler tepişirken ezilenler de Afganistan ve Pakistan gibi zavallı Müslüman ülkeler oluyor.
    Amerikalı ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski de, daha 1997’de Avrasya’nın, dünyadaki insan gücünün yüzde 75’ini, dünya GSMH’nın yüzde 60’ını ve bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçünü oluşturduğunu söyleyerek, soğuk savaştan sonra, Kipling’in “Büyük Oyun” olarak nitelediği küresel güç mücadelesinin, bir başka biçimde, süreceğini vurgulamıştı.

    Orta Asya yeni bir “Büyük Oyun” ekseninde çıkılmaz bir yola girerken ABD Başkanı Barack Obama’nın Afganistan’a ek asker gönderme talebi de uzmanlar tarafından tarihten ders alınmamak olarak yorumlanıyor. İngiliz The Independent gazetesinin ünlü Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Obama’nın Gorbaçov’un yolunda olduğunu belirterek, Rusya’nın da Afganistan’da asker sayısını artırdıktan sonra çekildiğine işaret etti. Fisk, 3 Kasım tarihli yazısını şöyle noktalıyor; “Moskova’da, yaklaşık çeyrek asır sonra, Afganistan’daki eski Rus işgalcilerle görüştüm. Bazıları uyuşturucu bağımlısı olup çıkmıştı, bazıları stres bozukluğu dediğimiz şeyden muzdaripti. Ve bu tarihi günde, yani ABD Başkanı Barack Obama’nın kaosa daha da derin daldığı bu günde, bir de Britanya’nın 1842’de Kabil’den yıkılmış bir halde çekilmesini hatırlayalım derim.”

    Hâsılıkelâm, biz de Müslüman ülkeleri Orta Asya’daki “Büyük Oyunu” bozmaya ya da “Kral Çıplak” demeye davet ediyoruz. Çünkü bu coğrafyadaki sancının ceremesini Müslümanlar çekiyor ve birileri buna artık dur demeli. Haksız yere binlerce masum ve günahsız insanın kanı akıtılıyor. Müslüman ülkeler bir türlü fakirlik ve geri kalmışlıktan paçasını kurtaramıyor.

    Kısacası oyunun parçası olacağınıza oyunu bozun, yoksa hiç kimse iflah olmaz…

  10. Sudan, Medeniyet Savaşı ve Darfur Katliamı

    Leave a Comment

    Kur’an-ı Kerim’de adına sure geçen ve peygamber olup olmadığı tartışılan Lokman (a.s), birçok müfessire göre aslen Sudanlıdır. İmam Suyutî, “Ed Durru’l-Mensur” adlı tefsirinde, siyahî olan Lokman’ın (a.s) Sudan’ın seçkinlerinden olduğunu, kısa boylu, basık burunlu, kalın dudaklı ve düztabanlı olduğuna işaret eder.

    Başkent Hartum’a değil de Darfur bölgesine gittiğinizde “Hikmet” kavramı sık sık karşılaştığınız kelimelerin başında gelir. Bölgedeki mülteci kamplarını gezerken halk bize kabile lideri ya da şeyhini seçerken özellikle “hikmet” vasfını haiz insanları seçtiklerini ifade ediyor. Hikmet sahibi olmayan bir kişinin lider olması da zormuş…

    Sudan, Lokman’ın (as) diyarı olmasının yanı sıra çok sayıda kadim medeniyeti bağrında barındıran bir ülke. Afrika’nın iç bölgelerine yakınlığının yanı sıra Nil Nehri’nin ülkeyi baştanbaşa geçmesi ve Kızıldeniz sahilindeki limanları sebebiyle Sudan, tarih boyunca kara kıtanın en önemli jeo-politik merkezi olmuştur. Arkeologlara göre, Sudan’ın kuzeyindeki çöller sadece Afrika’nın değil dünyanın en büyük uygarlıklarından bir kaçını bağrında barındırmaktadır. Kuşi (Meroe) ve Punt krallığı bugün bilinen en önemlileri arasındadır.

    Kuşi (Meroe) kavminin yaşadığı Nübye bölgesi ülkenin bilinen en eski uygarlığının beşiğidir. Bugün çöl olan bu krallığın yeri, bir zamanlar yeşillikleri, fildişi, koku ve altın toprakları ile tanınırdı. Fakat gelin görün ki bugün bu medeniyetten koca bir çölün ortasında, Mısır piramitlerinden önce yapıldığı bilinen sırlarla dolu 200 kadar piramit kalmıştır. Ancak bu antik şehrin piramitleri de hazine peşinde koşan Batılı gezginler ve arkeologlar tarafından tahrip edilmiştir.

    Sadece geçmişte değil asrımızda da önem verilen ülkelerin başında gelen Sudan, Afrika’nın içlerine inmek isteyen tüm sömürgecilerin uğrak yeri oldu. 19. yüzyılda İngilizler burayı işgal etti. İngilizlerin Sudan’ı işgali bugün “terörizmle savaş” olarak adlandırılan kirli savaşın iç yüzünü de ortaya koyuyor. Batı emperyalizmi tarih boyunca kendisine karşı direnen tüm halkları hep barbar olarak gördü. Onları kıyımdan geçirmekten bir an için olsun imtina etmedi. Üstelik asırlardır bu soykırımı yaparken hep aynı kavramı kullanmaktan çekinmiyor: “medeniyet savaşı”. Batı, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı 4 asırdır hep İslam’ı tehdit olarak gördü. Bugün kullanılan demeçler ise tıpkı geçmişin bir izdüşümü…

    İngilizlerin eski devlet başkanı Winston Churchill, bir asır önce Sudan’ın Omdurman bölgesinde İngiliz ordusunda hem asker hem de gazeteci olarak görev aldı. 1898’deki Omdurman Muharebesi’nde, İngiliz ordusunun Mehdi devletine karşı düzenlediği saldırıya iştirak etti. İngilizler bu savaşta ilk kez geliştirdikleri “Maxim” marka makineli tüfekleri gaddarca kullandı. Sudan’ın tarihi kayıtlarına göre bu savaşta Mehdi hareketine bağlı 27 bin derviş şehit edildi.

    İngiliz Times gazetesi yazarlarından Ben Macintyre, “How would Churchill have answered the Islamist threat?” (Churchill İslami Tehdide Nasıl Cevap verdi?) adlı makalesinde, sömürgeci İngilizlerin 1898’de yaptığı Omdurman katliamının bugün Batı’nın yürüttüğü sözde “terörizmle savaşa” nasıl yön vermesi gerektiğine dair dersler veriyor. Macintyre, Churchill’in yazmış olduğu “In The River War” (Nehir Savaşı) isimli kitapta, terörizmin doğası, İslami fanatizm ve medeniyetler çatışmasının cevaplarının bulunduğunu kaydediyor. Muhammedizmin militan bir inanç olduğunu kitabında ileri süren Churchill, Sudan’daki Omdurman Savaşı’nın barbarlık ve medeniyet arasında bir savaş olduğunu iddia etmişti. Churchill kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Nil, kökleri Merkezi Afrika’da, ‘Victoria, Albert ve Keoga göllerinde’, uzun gövdesi Mısır ve Sudan’da ve dalları Kuzey Mısır deltasında olan dev bir palmiye ağacına benzemektedir. Kökler kesilecek olursa dallar kuruyacak ve ağacın gövde kısmı da çürüyüp gidecektir.”

    Ellili yıllardan sonra İsrail “Kutsal Nil”e önem vermeye başladı. İsrail, Tevrat’taki “O gün Rab Abramla ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük ırmağa, Fırat Irmağı’na kadar, bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin Bölümü, 15/18) ifadesinden Allah’ın Nil ile Fırat arasındaki toprakların kendi toprakları olduklarını iddia ederler. Hatta İsrail bayrağındaki beyaz zemin üzerindeki iki mavi kuşak Nil ve Fırat Nehirlerini temsil eder. İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion da İsrail halkına yaptığı bir konuşmasında, “Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken bir başka haritası vardır: Nil’den Fırat’a kadar” demişti. Hâlihazırda Nil ve Fırat havzası etrafındaki ülkelerde İsrail’in yıllardır yapmak istedikleri çok ayan beyan ortadadır.

    Bunların yanı sıra son yıllarda Sudan’da bulunan zengin petrol rezervleri, Batı’nın ülkeye olan iştahını daha da kabarttı. Siyah altın 2,5 milyon metrekare toprak alanı ile Afrika’nın en büyük ülkesinin başını daha da ağrıtacağa benziyor. 300’den fazla kabilenin bulunduğu ve 100’ün üzerinde dilin konuşulduğu Sudan’da, Güney ve Darfur problemi en önemli sorunların başında geliyor. Güney’deki Hıristiyan grupları hükümetle anlaşmış durumda ancak yüzde yüzü Müslüman olan Darfurluların yönetimle sorunları devam ediyor.

    Bir zamanlar bağımsız olan Darfur Sultanlığı, bugün 6 milyon nüfusa sahip. Bölgeyi işgal eden İngilizler Darfur’u 1916 yılında Sudan’a bağladı. 2003 yılında patlak veren Darfur olaylarında on binlerce kişi öldü, milyonlarca insan mülteci durumuna düştü. Darfur’da gördüğümüz manzara hakikaten büyük bir katliamın olduğunu bize gösteriyordu. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) devlet başkanı Ömer el Beşir hakkında tutuklama kararı bulunuyor. UCM’nin kararı çifte standartlıkla suçlayabiliriz lakin Darfur’da işlenen katliamın hesabının birilerinden sorulması gerekiyor. Yoksa Ömer el Beşir başka ülkeleri ziyaret edemeyecek ve Sudan çok hızlı bir şekilde bölünmenin eşiğine sürüklenecek.