Yıldızlar… Târih boyunca insanlığa yön gösteren yoldaki işaretler. İnsanoğlunun tek tek hazinelerinin gizli olduğu söylenen gökteki parlak cisimler. Zifiri karanlıkta göğü temâşa ederken, insanı hayretler içinde bırakan semâdaki milyonlarca ışıltı. Falcıların, müneccimlerin her beşerin hayat çizgisini aradıkları galaksiler silsilesi. Arapça ’da necm (nucum), kevkeb (kevakib) olarak adlandırılan felekteki yanıp sönen kandiller…
Sınırsız fezada, akla gelemeyecek kadar sayıdaki bu gök cisimlerinin hepsinin birer adı ve hikâyesi var. Dü-peyker, Pervin, Kâse-i şikeste, Şada, Ustarid, Zühal, Satürn, Jüpiter, Mars, Merkür, Neptün vb. dünyânın farklı dillerinde farklı şekillerde ifade edilen gök küredeki kılavuzlar. Kimilerinin ünü çok meşhurdur. Güzelliğin ve zarâfetin simgesi, kadim hikâyelerin, mitolojilerin ve gazellerin ana konusu olmuşlardır. Tıpkı Zühre yıldızı gibi…
İran mitolojisinden adı Nahid, Yunan mitolojisinde adı Afrodit, Roma mitolojisinde adı Venüs, Babil’deki adı ise Lilit. Halk dilinde ise adı Çobanyıldızı ya da Kervankıran. Zühre yıldızına gazellerinde sık sık atıfta bulunan Hafız-ı Şirazi bir gazelde şöyle diyordu:
Talih yıldızımın zulmünden seher vakti gözüm,
Öylesine ağladı ki Nahid gördüğünde ay sandı.
Yeryüzüne yükseklerden ve binlerce ışık yılı uzaklıktan karanlıklarda göz kırpan sevgililer. Bazen kayıp giderler. Kimisi de kuyrukludur: Halley kuyruklu yıldızı gibi… Gökyüzünde elips ve parabol şeklinde yörüngeler çizerler… 21. Yüzyılda insanoğlunun keşfinde halen âciz olduğu fezada akıp giden gemicikler…
İlk insandan bugüne insanoğlunun evrende izlemeye doyamadığı küçük küçük pırlantalar… Üzerlerine şarkılar ve türküler bestelenen, destanlar ve şiirler yazılan fezadaki değerli hazineler…
Kadim Latin atasözlerinin birinde, yeryüzünden yıldızlara giden yolun, öyle kolay bir yol olmadığını anlatmak için “Ad astra per aspera” yani “Yıldızlara sarp yollardan çıkılır” derlerdi. Yine başka bir Latin atasözünde, “Yıldızlar insanları yönetir, ama yıldızları da Tanrı yönetir” denirdi.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav): “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız sizi doğru yola iletir” buyurmuştu. Ebubekir bir yıldızdı. Ömer bir yıldızdı. Osman bir yıldızdı. Ali bir yıldızdı. Abuzer bir yıldızdı. Hatice bir yıldızdı. Halime bir yıldızdı. Fatıma bir yıldızdı. Hasan, Hüseyin birer yıldızlardı. Hepsi de farklı farklı özellikleri, karakterleri ve bilgileri ile birer nucumdu.
Aysız ve yıldızsız geceler, beşerin içinde ürperti, korku, keder ve sıkıntıyı deniz dalgaları gibi kabartır. Onun için ay ve yıldızlar küçüğünden büyüğüne her insan için neşedir, sevinçtir. Onların varlıkları ve aydınlıkları insanoğluna huzur verir. Yoklukları ve karanlığa bürünmeleri insanoğlu için sıkıntıdır.
İlimde, bilimde, sanatta, edebiyatta, siyasette, medyada, felsefede, fikirde ve kısacası hayatın her alanında yıldızların varlığı insana huzur ve güven verir. Yıldızların kayışı insanı hüzne gark eder. Yeri boşalan yıldızların doğması için çaba sarf eder. Dualar eder. Çünkü yıldızsız bir gökyüzünün ve hayatın nâ-mümkün olacağını bilir. Eğer gökyüzünde yıldızlar kalmamış ise bu dünyanın kıyametidir. Eğer yeryüzünde yıldızlar kalmamış ise bu da beşerin kıyametidir.
İslâm’ın geçmiş çağlarda her kıtada ve her alanda yıldızları vardı. Alman Felsefeci Sigrid Hunke’nin tabiriyle hemen her yıldız “Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşiydi.”
Bugün ilim ve bilim bir tarafa, medyada bile yıldızları yok muhafazakârların. Çünkü yıldızlardan çok çok korkuyorlar. Her yeni yıldızın doğuşunu bir şirk addederler. Kendini yıldız gören ama hakikatte UFO’lar gibi tanımlanamayan cisimlerle dolu ortalık. Gazetelerimizin, televizyonlarımızın hal-i pür melali her şeyi göstermiyormu?
Tezvirat, teşvişin baş aktörleri. Ruhsuz hayaletler ve korkuluklar. Dostlarının sırtından geçinen üçkâğıtçılar. Sahte ve sahtekâr yıldızlar. Müşevveş ve mülevves beyinler. Işık yerine is ve kir yayan lağım fareleri.
Bunlar mı meydan okuyacak batının yalan makinalarına ve dinozorlarına?
Bunlar mı savunacak batının tahrif ve tedlislerine karşı şarkın hakikatlerini?
Bunlar mı sanat, sinema ve edebiyattan dem vurup, yeni bir kültür inşa edecekler?
Dünyada “eşeklik” ve “eşekleştirme” yaygınlaşıyor. Eşşoğlu eşeklere duyurulur…
Toplum olarak eşekleri neden seviyoruz?
Eşşoğlu eşeklerin sayısı her geçen gün artarken…
Etrafınıza hiç dikkat ediyor musunuz? Bir aptallaşma ki, aldı başını gidiyor. Bulaşıcı mıdır, nedir? Aptalca konuşmalar, aptalca hareketler, aptalca isyanlar, aptalca anırmalar her yerde kendini gösteriyor. İngilizce yayımlanan ünlü bilim dergisi “New Scientist” Haziran 2018 sayılı bir kapak sayısında “Is Humanity getting more stupid? / İnsanlık daha da aptallaşıyor mu?” sorusunu sorarak, insanlığın artan aptallaşma serüvenini farklı yönleri ile ele alıyor. Aptallaşmayı bazı sosyolog ve filozoflar ise “eşekleşme” olarak tanımlıyor.
Günümüzde kişiliksizliğin, bilinçsizliğin, paçozlaşmanın, eblehleşmenin, bayağılaşmanın, kabalaşmanın, yeteneksizliğin, inatçılık vb. hallerin yaygınlaşmasının nedeni, her geçen gün artan “eşekleşme/aptallaşma” halidir. Bilim bunun arkasında “teknoloji”, “GDO’lu ürünler” vb. sebepler arasa da, hakikatte bunun ana sebeplerinden biri tamamen içtimaidir. Dünyada artan bu eşekleşme hali, bilim adamlarını ciddi manada korkutuyor. Para ve makamdan dolayı kendini at sanmaya başlayanların ise sayısı korkutucu derecede dünyanın her yerinde artmış durumda. Bilim adamlarına düşen vazife ise, kendini at sanmaya başlayanlara eşekliklerini ve eşşoğlu eşşekliklerini hatırlatmalarıdır.
“Eşekleşme”nin nasıl bir şey olduğunu anlamak için eşeğin tarihini ve özelliklerini bilmek gerekiyor. Eski Türkçe’de eşek, ‘eşgek’ diye geçen kelimenin kökeninde ‘iş’e özdeş olan ‘eş’ vardır. Eşek kelimesine etimoloji sözlüğünde iş gören, işte kullanılan karşılığı verilmiş. Tek parmaklılardan uzun kulaklı, attan küçük binek ve yük hayvanı şeklinde tanımlanmış. Eşeğin halk dilinde diğer adları; merkep, karakaçan ve uzun kulaklıdır. Arapça’da ‘hımâr’, Farsça’da ‘har’, Kürtçe’de ‘ker’, Almanca’da ‘esel’, Fransızca’da ‘ane’, Rumca’da ‘gaudiri’ ve İngilizce’de yakın zamanlara kadar ‘ass’ kullanırılırken, şimdiler de ‘donkey’ daha yaygın olarak kullanılıyor.
Eşeğin yavrusuna ‘sıpa’, sıpanın küçüğüne ise ‘koduk’ ya da ‘kodok’ deniyor. Erkek eşeğin dişi atla çiftleştirilmesinden ‘katır’ ortaya çıkmıştır. Katırın diğer bir adı da ‘ester’dir. Katır, eşeğe göre daha güçlü bir hayvandır. Burada katırın aslını inkar ettiğini de söylemeliyiz. “Katıra baban kim? diye sormuşlar, dayım attır demiş!..” Dişi eşek ile erkek atın çiftleştirilmesi sonucu üretilen hayvana ise ‘Bardo’ deniyor. Fakat katır kadar dayanıklı ve güçlü olmadıkları için bunların üretimi katıra, göre daha düşük oranda gerçekleşiyor.
Deliler, ölüler ve eşekler tekâmül etmez
İngilizce’de ‘donkey’ eşek, ‘monkey’ ise maymun demek. Darwin, “The Origin of Species by Means of Natural” kitabını kaleme alırken ‘d’ harfi yerine yanlışlıkla ‘m’ harfi yazmış ve böylece insanın atasının eşek olduğu değil de maymun olduğu iddia etmiştir. Ünlü filozof Nietzche de “yalnız deliler ve ölüler tekâmül etmez” demişti. Bu söze bir de eşeği dâhil etmek gerekiyor. Birçok hayvanın evcilleştirildikten sonra farklılaştığı görüldüğü halde, eşek, atası yaban eşeğinin fiziksel ve genetik özelliklerini muhafaza eden bir hayvandır.
Tarihin başlangıcından itibaren insana eşlik eden eşek, insanoğlunun tarihinde ilk evcilleştirilen hayvanlardandır. Anavatanı Afrika olan eşeğin evcilleştirilmesi eski Mısır’da M.Ö. 4000 yıllarında gerçekleşmiştir. Nil Vadisi’nden Arabistan, Kuzey ve Güney Afrika’ya, Asya’ya ve Avrupa’ya M.Ö. 2000 yılında muhtemelen Anadolu’dan götürülmüştür. M.Ö. mağaralardaki birçok duvar resminde eşeklere yüklenmiş armağanlar getiren kabileler görülmektedir. İnsanın eşeği evcilleştirip ona binmeye başlamasıyla, başka bir ifadeyle eşeğe “deh” demesiyle medeniyetin ilerleyişi de şüphesiz hızlanmıştır!..
Birçok peygamber, eşek üzerinde köy köy ve şehir şehir dolaşmıştır. Hz. Üzeyir (as) gibi. Eşeğin ismi İncil’de 80 kez geçer. Hz. İsa (as) ve havarileri eşeğe binmişler ve İncil’e göre Hz. İsa Kudüs’e eşek sırtında girmiştir. Hıristiyan sanatçılar Ortaçağ’da eşeği Yahudi kavminin simgesi saymışlar ve sinagog bineği olarak göstermişlerdir. Bu konuda Hz. Muhammed (sav)’in yeri müstesnadır. O (sav) deveye, ata, katıra ve eşeğe binerek sınıf farkı gözetmemiştir. Eşeklerinden birinin adı da “Ya’fur” idi. İnsanlar modern vasıtalar icat edilmeden önce eşek ve atlar ile dünyayı geziyorlardı. Avrupalı Hıristiyan vaizler, vaazlarını vermek için de Avrupa’yı eşek sırtında dolaşmıştır. Nasrettin Hoca, keloğlan eşeğe binerken, padişahlar ya da krallar ata binmişlerdir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in Nahl Sûresinde şöyle buyuruyor: “Hem binesiniz diye, hem de zinet olmak üzere atları, katırları ve eşekleri de yarattı ve bilemeyeceğiniz daha neler yaratacak.” (Nahl/8)
Hayvanlar âleminin dervişi
Eşek, 18. Yüzyılda dünyanın her tarafına yayılmıştır. Milli Mücadele yıllarında üç bin eşek, bugünkü Ankara’nın gençlik parkı denilen mevkiinde toplanmış ve eşekler vagonlarla, cepheye ordunun ihtiyacı için gönderilmiştir. Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat eşek sütünü çok sağlıklı bulmuş ve içimini teşvik etmiştir. Romalılar da eşek sütüne önem vermişler. Neron’un 3. eşi İmparatoriçe Poppe, sütüyle banyo yapmak için 500 dişi eşek besliyordu. Bu sayede cildinin beyazlaşıp durulaşacağına inanırmış. Ünlü filozof Aristo, eşeklerden nasıl yararlanılacağı konusunda nasihatlerde bulunur.
Eşeğe ‘hayvanlar âleminin dervişi’ benzetmesi yapılması boşuna değil. Yiyeceğin, giyeceğin en kötüsü hep eşeğe layık görülmüş. Eşeğin muazzam bir sabrı olduğunu eşekle iyi kötü bir hukuku olanlar bilir. Hak ettiği değeri bir türlü alamamış hayvan. Tüm ağır işleri yapmasına, paso dayak yemesine ve aşağılanmasına rağmen zavallının hakkını kimse bilmez. Sadece insandan çekmez, ahırda da rahat etmez garibim; ineklerin ve mandaların tacizlerine maruz kalır; adeta ahırın şamar oğlanıdır.
Eşek bilimi: Hârname
Tarihimizde eşek üzerine kitaplar yazılmıştır. Buna Hârname (Eşek Kitabı) bir nev’i ‘himaroloji’ adı verilmiştir. Şeyhî’nin (1371-1431) Harnâme’si, Molla Lûtfi’nin (1446-1494) Harnâme’si ve son olarak Prof. Dr. Hayrullah Şanzumi’nin Üçüncü Harnâme’si buna güzel örneklerden biridir. Sultanahmet’te, Hârname yazarı Molla Lütfi’nin At Meydanı’nda idam edildiği yere “Hârname” sokağı adı verilmiştir. Şüphe yok ki, eğer eşek, Hârnameleri okumuş olsaydı gözyaşları içinde anırırdı.
Bir vakitler eşeklerin çıkmakta zorlandığı bir yokuş olmalı ki, İstanbul’un gözde semtlerinden biri olan Bebek’te ‘eşek anırtan yokuşu’ vardır. Kınalıada’daki ‘eşek yokuşu’ ise başka bir misâldir.
Kızdığı zaman çifte atan ve inadı ile ünlü eşek, attan daha akıllıdır. Kulaklarını diktiği zaman, bu, derin derin düşündüğü anlamına geliyor… Felsefede eşek çok düşünen az konuşan insanın sembolüdür. Tabii eşeğin de kendine göre bir felsefesi illaki vardır…
Eşek Partileri ve Birlikleri
Dünyanın her yerinde eşeği amblem, logo ve sloganlarından kullanan birçok parti, dernek ve grup bulunmaktadır. Modern dünyamızdaki en güçlü ve en ünlü eşek “Demokratik eşek!”tir. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin “fil”ine karşı demokratlar “eşek” logosunu kullanıyor. Amerika’da tişörtlerin, kupaların ve logoların üzerinde demokrat partinin eşeğini bulursunuz. Eşek, politik bir ikon ve marka haline gelmiş durumda. Eşek logosu demokratlara milyonlarca dolarlık para kazandırıyor. Eşek, ABD’de Andrew Jackson’ın 1828 başkanlık kampanyasından beri Demokrat Parti’nin gayrı resmi sembolüdür. Demokratlar eşeği, bir devrim ve isyan sembolü olarak görüyor.
Kuzey Irak’ta 2005’te “Eşek Partisi” kurulmuştu. 2014 kılında kendini fesheden partinin başkanı Amr Kalul, partinin merkez binasına “Han” (hayvan barınma yeri) adını vermişti. Kalul, partisindeki hiyerarşinin de büyük, orta ve küçük eşeklere verilen isimlere uyumlu olacak şekilde “himar” (en üst düzey yetkili), “itan” (orta düzeyli yetkili) ve “cahş” (üye) olarak isimlendirmişti. Süleymaniye kentinin en işlek caddesine de takım elbiseli ve kravatlı eşek heykeli dikmişlerdi.
1930 yılında da Mısır’da “Eşekler Birliği” kurulmuştu. Birliğin üyesi birçok sanatçı, yazar ve siyasetçi vardı. Birliğin kuruluş hedefi, o zaman Mısır’da işgalci olan İngilizlerin “Sahne Sanatları Enstitüsü”nü kapatmalarına karşın barışçıl tepki oluşturmaktı. Ayrıca 6 yıl iktidarda kalan son Emevi Devleti sultanı Mervan da, savaştaki cesaretinden dolayı “Mervan el-Himar / Eşek Mervan” olarak adlandırılıyordu.
Eşek nesli tehlikede
Son yıllarda eşek nesli ciddi bir tehlike ile yüz yüze. Dünyadaki eşek nüfusunun her yıl 2 milyona yakını öldürülüyor. Dünya genelinde çok sayıda eşek çiftliklerinden ya kaçırılıyor ya da gizemli bir şekilde kayboluyor. Çin’in geleneksel bir ilacı “Ejiao” (okunuşu u-ji-o)’yu elde etmek için dünyanın her yerinden eşek satın aldığı belirtiliyor. Haşlanmış eşek derisinden elde edilen bu jelatin daha doğrusu koca karı ilacı “Ejiao”nun kansızlığa, iktidarsızlığa ve ruhsal denge gibi birçok hastalığa iyi geldiği ileri sürülüyor. Kısacası Çin iki yönlü çalışıyor: “Dünyanın eşeklerini al, dünyanın ‘eşeklerine’ sat.”
Eşeğin sadece etinden, sütünden, derisinden yararlanmaz insanoğlu; gübresinden dahi istifade etmeyi bilir. Kışın soğuk ahırları ısıtmak için eşeğin gübresi ahırın bir kenarında toplanır, üzerine sıcak su dökülür. Gübreden çıkan olağanüstü buhar ahırın ısınmasını sağlar. Eşeğin gübresi ısıtma işlevini tamamlayınca dahi atılmaz ve yakılarak değerlendirilir.
Aşklarda yaşanan eşeklik
Günümüzde aşk, “postmodern eşeklik”lerle birlikte anılıyor. Aşklarda, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Romeo ile Juliet ve Mem ile Zin’in tekrar yaşanmıyor oluşu her geçen gün artan “eşekleşme” olabilir mi? Yaşanan kısa ilişkiler, kadın ile erkeğin çıkarı için birbirini kullanması ve her şeyin artık maddiyatla irtibatlandırılması eski aşkları aratıyor. Çünkü karşılıksız aşk yerine çıkar, para ve makam üzerinden yaşanıyor aşklar ve sevgiler. Eşekleşen aşklar üzerine güzel bir örnek:
“İki eşek konuşuyorlarmış, biri diğerine sormuş:
“Yav bu bülbüle şaşıyorum, ne var bu gülde de sabah akşam onun içun inleyip duruyor, kendini perişan ediyor; sen hiç şöyle dikenli bir gül yedin mi?”
“Yedim” demiş öteki eşek?
“Peki, ne oldu, âşık oldun mu?” diye sormuş beriki.
Eşek, “yok” demiş, “ishal oldum!”
Eşeğin gözleri, güzel ve büyük olduğu için bir zamanlar, sevgililerin gözleri eşek gözlerine benzetilirdi. Halen Hint alt kıtasında güzel gözlü sevgili “Eşek gözlüm” diye anılır. Eşeğin gözleri aşk şarkılarına da konu olmuştur:
“Dünyanın en güzel gözleri eşeklerdedir
Sana yaptığım onca iltifat hep bu nedenledir.”
Kısacası, Post-modern aşkları en güzel şu deyimimiz özetliyor: “Aşk ve gönül işlerinde akıl, çamura saplanmış eşek gibidir.”
Bilinç ve eşekleştirme
Ünlü düşünür Ali Şeriati, “Bilinç ve eşekleştirme” adlı kitabında eşekleştirmenin nasıl ortaya çıktığını irdeler. Eşekleştirmenin en yoğun yaşandığı dönem sömürge faaliyetlerinin arttığı emperyalizm dönemidir. Emperyalist güçler sömürge faaliyetlerini rahatça gerçekleştirebilmek için eşekleştirmenin her türünü kullanmışlardır. Ali Şeriati, sömürgeci emperyalist güçlerin faaliyetlerini şöyle açıklamaktadır: “Meğer bizi, biz Üçüncü Dünyalıları, biz Doğuluları, biz Müslümanları ne yaptılar? Önce dinimizi, dilimizi, edebiyatımızı, düşüncemizi, geçmişimizi, tarihimizi ve aslında ırkımızı ve her şeyimizi aşağıladılar. Onlar bizi ikinci sınıf insan kabul ettiler. Karşılığında onlar kendilerini o kadar üstün, yüce ve değerli gösterdiler ve bütün çaba, davet, arzu ve mücadelemizin Batı’ya uşaklık etmek olduğuna bizi öylesine inandırdılar ki sonunda onlar gibi davrandık, onlar gibi hareket ettik, onlar gibi konuştuk ve onlar gibi yürüdük.”
Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasına göre, Batı’nın sömürgeleşme faaliyetleri ile eşekleştirme dediği süreç at başı gitmektedir. Eşekleştirilen insan sömürüye açık hale gelmiş insandır. Bir anlamda kendi kendine yabancılaşmış insandır. Batı kendi özüne yabancılaşmamış insanların sömürülmelerinin imkânsız olduğunu anlamıştır çünkü.
Ali Şeriati’ye göre “eşekleşme, insan zihninin, ister fert ister toplum olsun; insanın bilgi, şuur ve yönünün, insani bilinçten ve sosyal bilinçten sapmasıdır.” Dolayısıyla insanı, insani ve toplumsal bilinçten uzaklaştıran her olay eşekleşmedir. Burada temel amaç insan olarak bizi, kendimizden ve toplumsal kaderimizden uzaklaştırmak ve bilinçsiz hale getirmektir.
Şeriati, “Eşekleştirme metotlarının birisi doğrudan, diğeri dolaylıdır. Doğrudan eşekleştirme, zihinleri cehalete veya onları saptırmaya zorlamak, yani zihinleri cahilliğe, sapıklığa ve azgınlığa sürüklemektir. Dolaylı eşekleştirme ise zihinleri büyük, acil ve hayatî olan haklardan ayırıp onları süslemek suretiyle küçük, önemsiz ve aciliyeti olmayan haklara yöneltmektir” der.
Bilinçli bir aydın olmanın insana yüklediği ağır sorumluluktan dolayı da bazen bir şey yapamamanın acısını yaşayan Ali Şeriati, amcaoğluna gönderdiği bir mektupta şunları yazar: “Mütefekkir, …. ve … olmak yerine, bazlarının bana yakıştıramadıkları bir eşek veya eşek seviyesinde düşüncesiz biri olsaydım ne güzel olurdu, hey yaşasın eşek. Bu şöhret ve ilerleme, bana acı, ümitsizlik ve mutsuzluktan başka ne ikram etti?”
Eşek üzerine yazılan şiirler
Hicvin olduğu birçok şiirde eşeğe atıflarda bulunur şairlerimiz: Nef’i, Mantıkî, Karacaoğlan, Kâtibi, Bayburtlu Zihnî, Şinasi, Ziya Paşa, Yenişehirli Avni, Şair Eşref, Neyzen Tevfik, Rıza Tevfik, Süleyman Nazif, Aziz Nesin vb…
Takadîzade Şekip (1871-1932) “Ah Eşeklik!” adlı şiirinin mısralarında şunları der:
“Bu fikrimden rücû’um gayr-i kabil
Derim, olsam da bir nihrîr-i kâmil
Değersiz bence insanlık, meleklik
Eşeklik, ah eşeklik, ah eşeklik.”
Üstad Necip Fazıl Kısakürek de “Hürriyet” adlı şiirinde şunu not düşer:
“Hürriyet hokkabazlık, gökte havai fişek;
Toprakta da hürriyet diye tepinir eşek…”
Sözümüz eşek olan eşeğe değil; eşek olan insana. Eşek insanına. Yabanlığını atamamış, paçozluğunun, çirkinliğinin farkında olmayan, eşekliğini dönüştürmek için emek harcamayan insana. Makam ve paranın sözden insan yaptığı eşeklere. Yaban kalmak, eşek kalmak, yatkınlığımız o yöne.
Kaygusuz Abdal şöyle der:
“Terketmedim benliği
Bilmedim insanlığı
Sûretim âdem veli
Her huyum eşek gibi.”
Eşek üzerine atasözleri ve deyimler
Hemen her dilde, eşek üzerine birçok atasözleri, deyimler ve vecizeler bulunuyor. Türkçemizde bulunan yüzlercesinden bazıları şunlar: “Aç eşek semerini de yer”, “Adam adamdır olmasa da pulu, eşek eşektir olmasa da çulu”, “Aşk ve gönül işlerinde akıl, çamura saplanmış eşek gibidir”, “Deli eşeğin akıllı karısı olmaz”, “Eşeği mektep müdürü yapanlar dershanelerin ahıra döndüğünden şikâyet etmemelidir”, “Eşek Kâbe’ye varmakla hacı olmaz”, “Yağmurda kalmış eşek pisliği gibi kabarmak” ve “Yorgun eşeğin ‘çüş’ canına minnet”…
Eşeğin her fırsatta sopalanması “şişe tıpayı, eşek sopayı sever” atasözüne konu olmuş bir hâdise. Eşek dünyanın her yerinde eşektir ve âdemoğlunun hep aynı muamelesine maruz kalır. Bir İtalyan atasözü der ki: “Kadınlar, eşekler ve fındıklar için insafsız bir el gerek!..”
Eşek çöl kökenli bir hayvan olduğu için, günün sıcak saatlerinde değil, geceleri terliyor. Eşekten düşen bilir, çok fena olur insan… “Eşekten düşen çapa kürek; beygirden düşen kaba döşek” atasözünün ifade ettiği şey, eşekten düşenin ‘eşek cennetini’ boylayacağıdır.
Hâsılı kelam, eşek ölür lakin eşeklik her daim bakidir. Araplar, “İsti’mar (sömürgecilik) ve istihmar (eşekleştirme) arasında fark yoktur” der. Yani, bir toplumda eşekleştirme süreci başladığında emperyalizm o topluma nüfuz eder.
Eşeklik ve eşekleştirmenin hızla yayıldığı bir çağdayız. Makam ve paranın sözde adam ettiği eşekler… İnsani ve dini değerleri yozlaştıran insan görünümlü hayvanlar âleminin sahte dervişi eşekler… Hak etmediği halde makamlar işgal eden eşekler… Muhalefet yaptığını sanıp, çıkarı için anıran eşekler… Maslahatı için aşkı ve sevgiyi kullanan eşekler… Hakikati haykırmaktan imtina eden eşekler… Eşşoğlu eşekler…
EŞEK HİKÂYELERİ
1.EŞEK HİKÂYESİ
BAŞKALARINA ÖZENEN YETENEKSİZ EŞEKLER
Divan şairlerinden Şeyhî, Harnâme mesnevisinde bir eşeğin başından geçenleri şöyle dile getiriyor:
Zayıf ve güçsüz bir eşek vardır. Sahibi ona yıllarca odun, su taşıtmış; iyice çaptan düşünce de boşu boşuna yem yemesin, başa dert olmasın diye başıboş salıvermiştir. Zavallı eşek otlarken otlakta göğüslerini gererek dolaşan besili öküzler görür, başlarındaki boynuzları taca benzeterek pir eşeğe; “Onların başlarındaki taç neden/Bizde bu yoksulluk ve ihtiyaç neden?” diye sorar. Pir eşek öküzlerin niye böyle olduklarını anlatır, aralarındaki farkı belirtir ama eşek söz dinlemez, onların yaptıkları işi ben de yaparım, deyip, ekinlere dalar, işlediğini sanarak başakların hepsini yere döker, tarlayı kara toprağa döndürür…
Durumu gören ekin sahibi öfkeyle eşeğin üstüne yürür, eline bir odun alarak onu iyice döver. Bununla yetinmez, eşeğin kulağını, kuyruğunu keser. Can acısıyla kaçarken pir eşek onu durdurur, başına ne geldiğini sorar. Bizimki içini çekerek: “Batıl isteyip haktan ayrıldım/ Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım” der.
Olay bize “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyimini anımsatıyor ve başkalarına özenen yeteneksiz kişilerin düştükleri kötü durumu yansıtıyor. Olmayacak hayaller peşinde koşan ve haddini bilmeyen iki ayaklı eşeklere duyurulur.
2.EŞEK HİKÂYESİ
TOPLUM EŞEK HİKÂYELERİNİ NEDEN SEVER?
Bir gün bir konuda halkın karşısında konuşurken sözlerinin dinlenmediğini anlayan Atina’nın ünlü hatiplerinden Demosthenes (MÖ 384-322), gürültü eden Atinalılara karşı sözlerine şöyle devam etmiş:
“Konuşmamı bitiriyorum, fakat size birkaç cümlelik bir hikâye anlatacağım: Vaktiyle bir delikanlı Atina’dan Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamıştı. Eşeğini kiraya veren adam da aynı yere işi düştüğü için birlikte yola çıkmışlardı. Konuşa konuşa giderlerken öğle sıcağı bastırmıştı.
Biraz dinlenmek ve öğle yemeğini yemek için birlikte bir su başına çökmüşler. Ama ortalıkta gölge edecek bir şey olmadığından eşeğin sahibi, eşeğinin gölgesine sığınmış. Eşeği kiralayan genç bunun üzerine, ‘Sen çekil ben oturacağım oraya,’ demiş. Öteki, ‘Ne münasebet, eşek benim’ deyince kiracı ‘İyi ama onu ben kiraladım’ diye itiraz etmiş.
Demosthenes, sözün tam burasında kürsüden inmiş. Halk merakla “Sonra ne olmuş, hikâyenin sonunu neden anlatmıyorsun?” diye söylenmeye başlayınca yeniden kürsüye yönelmiş ve “Ey ahali! Sizin iyiliğiniz için laf edeyim dedim, dinlemediniz. Fakat iş bir eşeğin gölgesi olunca bakıyorum da fazlasıyla dikkat kesiliyorsunuz! Ne fikrimi söyleyeceğim, ne de eşeğin gölgesine ne olduğunu” demiş ve kürsüden inip, yürüyüp gitmiş.
3.EŞEK HİKÂYESİ
EŞEK BEKLENTİSİ İÇİNDEKİ EŞŞOĞLU EŞEKLER
Çayırlıkta otlayan boz eşek o kadar sıska ve çelimsizmiş ki…
Diğer eşek ona acıyarak sormuş:
“Nedir bu halin böyle arkadaş?
Zayıflıktan kemiklerin çıkmış!
Sahibin seni hiç beslemiyor mu?”
Sıska ve bakımsız olan boz eşek dert yanmış:
“Benim çalıştığım çiftliğin patronu çok cimri.
Bana dünyanın işini yaptırıyor ama bir avuç fazla yem vermek işine gelmiyor.
Kaderim bu!”
Öteki eşek kızmış:
“Mademki sahibin hakkını vermiyor, sen de kaç git buradan.
Zaten bağlı bile değilsin.
Kimse izini bulamaz.
Sen eşek olduktan sonra herkes semer vurur.
Sahi neden kaçmıyorsun?”
“Bir beklentim var, onun için kaçmıyorum” diye cevap vermiş sıska eşek…
Aradan birkaç ay geçmiş.
İki eşek yine çayırda karşılaşmış.
“Beklentim var” diyen eşek yine çok zayıf ve çelimsizdir.
Öteki eşek tekrar
“Kaçıp gitsene be eşek kardeş…
Çekme bu cimri patronun kahrını…” deyince cılız eşek yine
“Bir beklentim var” demiş.
Beriki “Ne beklentin olabilir be?” diye bağırınca cılız eşek ağzından baklayı çıkarıp, beklentisini açıklamış:
“Bizim patronun dünya güzeli bir karısı var.
Fakat nedense hiç geçinemiyor, hemen her gün kavga ediyorlar. Geçenlerde yine müthiş bir kavga yaptılar.
Bizim patron o kadar kızdı ki, bir ara
‘Ulan kadın, bir daha beni kızdırırsan, yemin ediyorum ki seni şu gördüğün eşeğe vereceğim!” diye bağırdı.
İşte umudum ve beklentim bu!”
Marmara denizinin kenarında ıssız bir gecede, yalnız başıma bağrımda üzüntülerin ve başımda azap veren şüphelerin olduğu bir anda, 1990’lı yılların başına, yani liseye yeni başladığım yıllara dönüyorum. O günlerde meşhur İslam âlimlerinden İmam Gazâli (1058-1111)’nin kitaplarından “Âbidler Yolu”nu okumuş ve derinden sarsılmıştım. Aylardan mayıs ayıydı. Kitabın içimde yarattığı dalgalar beni boğuyor, yaktığı ateş içimi kavuruyor, estirdiği fırtına gençlik baharımı birden bire kışa çeviriyordu. Kitabın etkisiyle yanıma azıcık bir erzak almış, kendimi Şerafettin dağlarına vurmuştum. Yaylalar, kırlar, ovalar dolaşıyor, kalabileceğim uygun bir mağara arıyordum. Çünkü kitapta okuduklarımdan sonra kurulu tüm düzenler bozulmuş sığındığım tüm evler virane olmuş, insanlar yabancılaşmıştı. Kurtuluş, bir mağarada inzivayı işaret ediyordu. Gittim. İçimdeki dalgalar fırtınalar ve yangınlarla birlikte kendimi bir mağaraya attım. Hakikat ateşinin yandığı mağara ve onun önünde oynaşan gölgeleri seyirle geçti günler. Fakat bir hafta dolmadan erzağım bitmişti. Aç ve bitkin, yapayalnız, dağlarda deli divane dolaşmanın fayda vermediğini görmüş; artık şehre dönme kararı almıştım. Mağara ne yangınlarımı söndürmüş ne de fırtınalarımı dindirmişti. Lakin dağlardaki mis kokulu çiçekler, pırıl pırıl akan dereler ve billur suları ihtiva eden küçük su göletleri ve geceleri elimi uzatsam tutarım sandığım gökyüzünde bana göz kırpan yıldızlar eşliğinde muhayyilede engine bir yolculuğa râm olmuştum. Fakat tüm bunlara rağmen istemeyerek de olsa şehre dönüyordum.
Benzeri bir haleti ruhiyeyi geçen asrın büyük İslam âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi de (1877-1960) yaşamıştı. Üstad da Gazâli’nin “Âbidler Yolu” adlı kitabını okuduktan sonra, kendini mağaralara atmıştı. İstanbul’da Yuşa Tepesi’ne, Bitlis ve Van’da ise mağaralara çekilmişti. Üstad o halini şöyle tasvir ediyordu: “İnzivaya çekilmekten maksadım; zikirle, evradla ruhen tekâmül etmek, tefekkür ve temaşa ile idrakimi genişletmekti.” Üstad Bediüzzaman, İmam Gazâli’nin “mağara” metaforunda anlatmak istediğini anlamış ve girdiği inzivadan kavi bir şekilde çıkmıştı hayâtın tüm dikenli yollarına. Kendim ise gençliğin verdiği heyecan ile çıktığım yolda daha mağarada kendimle karşılaşmadan, koşar adımlarla hayatın hızlı ve girift yollarına dalmıştım.
İşte böyle, hayatın belirli merhalelerinde insanın zihnini bazen çok derin sorular teşviş eder. Bazen de yaşanan büyük toplumsal değişimler sonrası ne yapacağını bilememek hali insanı önce hayrete sonra yollara düşürür. Düşe düşe kendi ayakları dibinde bulur o eskiden tanıdığı beni kendine şaşkın şaşkın bakan o yabancı kendini. Böyle durumlarda hakikat yolcusu, soruların peşine düşerek onların cevaplarını arar. Ya yolda karşısında ilimde okyanus gibi bir insan çıkıverir ve ona bütün sorularının cevabını verir ya da yolu yalnız tamamlar, yolun sonunda kendiyle kalıverir, yapayalnız. Etrafı kendini ve kâinatı okumak ve anlamak arzusundaki insan, hayatının belirli dönemlerinde bu tür hallere hem de bazen bazen defalarca düşebilir. Kimler düşmedi ki bu hale! Kimlerle karşılaşmadık ki karanlık mağaralarda. Hıristiyan âleminin İmam Gazâlisi olarak bilinen Cezayirli St. Augustinus (354-430) bunlardan biridir. St. Augustinus’un “İtiraflar” adlı kitabı, hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon’un, kimi zaman şüphecilerin öğretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygılarına şifa bulamayan huzursuz bir ruhun sessiz çığlığıdır. St. Augustinus, zihnindeki sorulara cevap aramak için girdiği mağarada ya da evinin bahçesinde ruhsal bunalımını şöyle anlatıyordu: “Deliriyordum, ama aklımı başıma getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeniden doğacak şekilde.” Derin bir tefekkür sonrası bu bunalımdan kurtulan St. Augustinus, hıçkırıklarının böylece sustuğunu ve sessizliğe büründüğünü içli bir üslupla anlatır.
Benzeri bir hale “Huccetü’l İslam” lakablı büyük İslam âlimi İmam Gazâli de (1058-1111) düşer. Zihnine üşüşen şüphe ve tereddütler peşini bırakmaz. İmam Gazâli, bu halden kurtulmak için Bağdat’tan ayrılıp Şam, Lübnan, Kudüs ve Mekke arasında mağaralarda inzivaya çekilir. Büyük üstad bu halini şöyle anlatır: “Kalbime bir elem düştü. Yediğimi içtiğimi sindiremez oldum. Tabii güçten düştüm. Bedenim zayıfladı. Tedâvisinde tabipler âciz kaldı. Her yerden ümidim kesildikten sonra Hak subhanehu ve Teâla hazretlerine iltica ettim.”
Gazâli bu on yıllık inziva döneminde aklında ve kalbinde şüpheler taşıyarak girdiği mağaralardan ünlü “El-Munkizü Mine’d-Dalal” adlı eserini kaleme alarak çıkar. İmam Gazâli öteden beri kendine has bir karakter taşıyan kimse idi. Ne kadar dini fırka ve mezhep varsa hepsinin görüş ve düşüncelerini iyice incelemeyi ve tetkik etmeyi isteyen mütecessis bir ruh yapısına sâhipti. Gazâli döneminde Bağdat şehri dünyanın her cins düşüncelerine, fikri akımlarının toplandığı kimi zaman münazara kimi zaman savaş ettiği açık bir muharebe meydanı gibiydi. Şii, Sünni, Mutezile, Zındık, Mülhid, Putperest, Ateşperest, Hıristiyan, Yahudi vs. Bağdat meydanında ilmi tartışmalar yapar, birbirleriyle mücadele eder, hiç kimse de bu duruma itiraz edemezdi. Gazâli şöyle der: “Ben, teker teker batıni, zahiri, felsefeci, kelamcı, zındık ile buluşur düşüncelerini sorar öğrenirdim.” İşte böyle bir dönemde şüpheler içine gark olan Gazâli, sükûn içinde herkesten uzak bir hayat yaşamak istiyordu. On yıl aralıksız Şam, Kudüs, Mekke ve Sina Çölü arasında çoğunlukla harabe denecek ıssız yerlerde ve mağaralarda çile çekti. Gazâli, “İhyau’l Ulumu’d Din” adlı eserini de bu dönemde kaleme almıştır. Gazâli kitabında, mağara, sahra ve ovalarda kendisini dolaşmaya sevk eden şeyin, hakikati bulma ve gerçeği araştırma arzusu olduğunu belirtmektedir. İmam Gazâli, “Abidler Yolu” isimli kitabında şöyle der: “Öncelikle kul, zayıf bir varlıktır. Zaman çok zor bir zamandır. Din işi, inişli ve çıkışlıdır. Boş zaman neredeyse hiç yok gibidir. Meşguliyet ise, sayıya gelmeyecek derecede çoktur. Ömür kısadır. Amel ise, hatalarla doludur. Bütün bunların hesabını görecek olan zâtın gözünden hiçbir şey kaçacak değildir. Sonunda gidiş Allah’a dır. Ecel yakındır, yolculuk çok uzundur.”
HİRA, KEHF VE PSİKİYATR JUNG
Büyük düşünürler, derin sorularla karşı karşıya kaldıklarında bu soruları kimselerle paylaşmaz kendi başlarına çözmeye çalışırlar. Sorularını başka insanların zihnine sunmak ve terketmek suretiyle onlardan kurtulmaktansa sorularını sahiplenerek yine kendi sorularına kendi cevaplarını ararlar. Bu da onları yalnızlığa iter. Toplumdan uzak tutar. Bundan dolayı mağaralara ya da adalara sığınırlar. Çünkü mağara ilk insanın sükûnet yeri ve sığınağıydı. Hira Dağı da Hz. Peygamber’in (sav) insanların arasında içi sıkıldığında veya zihnine sorular üşüştüğünde kendi kabuğuna çekildiği yer değil miydi? Mağara, hem vurdumduymaz toplumdan uzaklaşmak hem de yeniden diriliş için bir sığınaktı.
Ashab-ı Kehf’in de iltica ettiği mağara, yeniden dirilişi temsil ediyordu. İsviçreli ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung (1875–1961) Kur’an-ı Kerim’deki Kehf suresini incelerken şöyle demektedir: “Mağaranın, tarih öncesi devirlerden beri insanları etkilediği, ibadetler için kullanıldığı bilinir. Pek çok dinde mağaraya kutsallık atfedilmiş, İslâm dininde de özel bir yere sahip olmuştur.” Kehf suresini kendince anlamaya çalışan meşhur psikiyatr Jung’a göre mağara, yeniden doğuşun gerçekleştiği yer, insanın
kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı gizli bir oyuktur. Yine Jung’a göre Ashab-ı Kehf kıssasının anlamı şudur: “Birey kendi içinde taşıdığı mağaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse, kendini önce bilinç-dışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinç dışına girmesi, bilinci ile bilinç-dışının içerikleri arasında bir bağ kurmasını sağlar. Bunun sonucunda, kişiliğinde olumlu ya da olumsuz anlamda kökten bir değişim olabilir.” Müslümanların yaşadığı Mısır, Cezayir, Tunus, Fas ve Büyük Sahra’ya geziler yapan Jung, Kehf/Mağara adını taşıyan sureyi psikomitolojik yaklaşımlar ile yorumlamıştır. Jung, Kehf sûresinde yer alan üç kıssayı -Ashâb-ı Kehf, Hızır, Zülkameyn kıssaları- birbirini tamamlayan, destekleyen veriler olarak değerlendirip, yorumlamıştır. Ashâb-ı Kehf, kıssasısın üslubu ve içerdiği mesajlar, “yeniden doğuş/diriliş” konusunda Jung’u derinden etkilemiştir. Bu yüzden özellikle Kehf sûresinin 17. âyetini merkez alarak kıssayı yorumlamıştır. Yeniden doğuşun biçimlerinden birisi gerçek dönüşümdür. Buradaki yenilenme bir varlık değişimidir.
İDEALAR MAĞARASI VE CEMİL MERİÇ’İN “MAĞARADAKİLER”İ
Ünlü Yunan filozofu Platon/Eflatun (M.Ö 427-347)’un “İdealar Mağarası”nı da buna örnek olarak verebiliriz. Platon’un meşhur mağara metaforunda, mağarada insanlar sabitlenmiş bir halde sadece karşılarındaki duvarı görebilecekleri şekilde oturuyorlar. Elleri ve ayakları zincirli olduğu için insanlar, sağa sola dönemiyor. Karşılarındaki duvardan bir takım gölgeler geçiyor ve bir takım sesler çıkıyor. İnsanlar başka bir yere bakamadıkları için hatta mağarada bile olduklarını bilmedikleri için yegâne gerçekliğin; karşılarından geçen gölgeler olduğunu ve o gölgeler geçerken duydukları sesin de o gölgelerin adı olduğunu düşünüyorlar. Bir noktada aralarından birkaçı zincirlerini gevşetmeyi başarıyor ve tek bir yöne değil içinde bulundukları mekâna 36o derece bakabiliyorlar. Bu şekilde görüyorlar ki o yegâne gerçeklik olarak düşündükleri gölgeler aslında arkalarındaki bir ateşin önünden geçen insanlar ve insanların taşıdıkları nesnelerin oluşturduğu gölgeler… Bu duvardaki yansımalar ve yansımaların oluşmasını sağlayan birilerinin taşıdıkları nesneler bu dünyaya ait ve oradaki ateş bu dünyanın işleyişinin temel kaynağı olarak tasvir ediliyor.
Platon’un bu mağara benzetmesinden: Mağaraya zincirlenmiş insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş kişiyi temsil eder. Mağara; toplumu simgeler. Zincir; toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleştirilmesinde engellerdir. Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Kısacası “İdealar Mağarası”nın vermek istediği mesaj şudur: Taassup ve dogma zihinlerden uzaklaştırılmadıkça insan hakikate yol alamaz. Hz. İnsan olamaz.
Günümüz modern insanı ise mağarada zincirlenmiş köleler olduklarından bile habersizdir. Kierkegaard “Neşeli Bir Yangın” adlı yazısında mevcut durumu şöyle bir ironiyle izah etmiştir: “Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir? Tiyatronun kulisinde bir yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.”
Üstad Cemil Meriç de Platon’un “Mağara” metaforu ile başladığı “Mağaradakiler” adlı kitabında şunları not düşüyordu: “İnsanlık aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi. Hakikatte mağaranın içi de, dışı da bir. 150 yıldır bir gölgeler âleminde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından kopan aydının trajedisi. Amacı yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek…” Bu mağaradan kurtulan, cisimlerin gerçeklerini, suyu ve güneşi gören bir kişi, eğer tekrar mağaraya dönüp insanlara bunu anlatmaya kalksaydı ona inanmazlar ve alay ederlerdi. İşte bu mağaradan kaçan ve insanlara gerçeği anlatmaya çalışanlar, aydınlardır. Bu metafordan hareketle kitabın birinci bölümünde “mağaranın dışındakiler” olarak aydınları anlatır Meriç. Türk aydınının dramını ve genel olarak Batı aydını ve Rus entelijansiyasını anlattığı “Mağaradakiler” kitabında uyuşan şuurlarımıza bir mızrak gibi saplar ifadelerini… Ve mağara… “İçindekiler biziz” der yazar.
12. yüzyılda yaşamış olan Endülüslü İslam bilgini İbn Tufeyl (ö.581/1185) tarafından Arapça olarak kaleme alınan “Hayy b. Yakzan” adlı felsefi roman, ifade edildiği kültürde mündemiç paradoksları ve çelişkili kutupları sahneye taşır. Hayy’ın bir adadaki mağarada tek başına yaşaması, Platon’un mağarasına benzer şekilde felsefi bir alegoridir. 12. yüzyıl İspanyası’ında, Endülüs’teki bir çocuğun hikâyesi. Bir Ceylan tarafından emzirilen çocuk annesinin ölümü üzerine kendi kaderine bırakılır. Hayy, bir ölçüde, deniz kazası sonucu bir adaya düşen Robinson Crusoe’ya benzer şekilde herhangi bir insan müdahalesi olmaksızın mutlak bir yalıtım içinde büyür. Onun fıtri aklı tedricen gelişir. Böylece zamanla hakikati bulur…
Dünyanın gelmiş geçmiş dehalarından biri olarak kabul edilen İtalyan sanatçı Leonardo Da Vinci (1452–1519)’nin de küçüklüğünde ailesinden kaçmak için sığındığı mağaranın onda resim ve sanat aşkını doğurduğu belirtiliyor. Da Vinci’nin, Arno nehri boyunca sığındığı mağarada gördüğü resimler ve fosillerin büyük yazarın tefekkürünü artırdığı gibi sanat yönünü de güçlendirdiği ifade edilir.
Bugün Şanlıurfa’da bulunan ve balıklı göle çok yakın olan, Hz. İbrahim (as)’ın doğduğu ve bir geyiğin emzirdiğine inanılan mağara da İbrahim (as)’ın, daha küçük yaşta toplumun içinde bulunduğu inhirafı görmesine yardımcı olmuştu.
İşte bundan dolayı geçmişten bugüne tarihçiler ve bilimadamları, mağaraların insan üzerindeki bu etkisinin sırrını araştırmaya ve öğrenmeye çalışıyor.
ÂSAF HALET ÇELEBİ’NİN MAĞARASI
Meşhur şairimiz Âsaf Halet Çelebi (1907-1958)’nin de, bir “Mağara”sı vardır. Ama onun mağarası çok farklıdır. Çelebi, “Mağara” adlı şiirinde mağaranın onda oluşturduğu etkiyi şöyle anlatır:
İçimdeki mağarada
kurumuş ölüler yatar
zehirle gülen zümrüt
ve yakut yatak içinde
bir zaman
beni uğurlamaya gelen
haramiler
içimdeki mağarada
bir yığın kitap var
bakınca yakından
tasvirlerin gözleri oynar
ve konuşur
hepsinin yüzleri benim yüzüm gibi
ve gözleri benim gözüm gibi.
Aradığı çocukluğudur.
Âsaf Halet Çelebi’nin bu şiirini tahlil eden uzmanlar, Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939)’un bilinçaltı psikolojisiyle şiiri şöyle değerlendirirler: “Şairin ele aldığı imgeler, önceki hayatından şiirine yansımış hayal / gerçek karışımı objelerdir. Şair, şuuraltındaki birikintileri mağara-akıl-hafıza üçgeninde şiirleştirir. O, bir hayalin, bir özlemin peşinde, yaşadığı zamanı aşıp tarihsel bir yolculukta soyut gerçekliği arayan düşünceler yaratır. Şiirlerinde, günlük yaşamdan uzaktır. Bunun nedeni, yaşanan zamanda, güzelliğe ve saflığa yer olmamasıdır. Bu yüzden o, içindeki karanlık mağarada çocukluğunu arar, onu yüceltir. İçindeki mağarayı, hiç unutamadığı en güzel zamanlarını, ‘mağara’ şiirinde, bir tabuta benzetir. Orada kurumuş ölülerin yattığını belirtir. Çelebi’nin şiirlerinde masal kitabı ise, çocukluk ve çocukluğunun yanında durur. Bilinç, Çelebi’de yitirilmiş bir masal dünyasının içinde saflığını arar.”
“YÂR-I ĞAR”
Kadim edebiyatımızda da mağaranın yeri farklıdır. Özellikle Fars ve Türk edebiyatında mağara için nitelemeler kullanılmıştır. Bu konuda edebiyatımızda yer bulmuş mağara ile ilgili nitelemelerden biri “Yâr-ı Ğar”dır. Farsça yâr (dost) ve Arapça ğar (mağara) kelimelerinden oluşan tamlama “mağara dostu” anlamına gelir. Hz. Ebu Bekir’in, Hicret yolculuğunun başında Hz. Peygamber (sav) ile Sevr mağarasındaki arkadaşlığını işaret eden lakabı. Resul-i Ekrem, Hicret etmesini önlemek isteyen müşriklerin kendisine engel olmamaları için yola çıkacağı gece yatağına Hz. Ali’yi yatırmış, ardından Hz. Ebu Bekir’in evine giderek onunla gizlice Mekke’den ayrılıp şehrin dışındaki Sevr mağarasına sığınmış ve takipten kurtulmak için ikisi orada birkaç gün saklanmıştı. Bu sırada bir çift güvercin mağaranın ağzına yuva yapmış, bir örümcek de ağını örerek girişi kapatmış, onları arayanlar, mağaranın önüne geldiklerinde yakalanacaklarından korkan Hz. Ebu Bekir’e Resul-i Ekrem: “Üzülme, Allah bizimledir” (La tahzen! İnnellahe meana) demiştir. Sevr mağarasında ve Hicret yolu boyunca karşılaşılan zorluklara Hz. Peygamberle beraber katlanarak onu korumak için her şeyi göze alan, her türlü fedakârlığı yapan Hz. Ebu Bekir’e Peygamber’in mağaradaki arkadaşı manasına gelen “Yâr-ı ğar” lakabı verilmiştir.
Divan edebiyatıyla dini-tasavvufi edebiyatın tevhid, na’t, hilye-i Çeharyar, hicretname, siyer, mi’raciyye gibi türlerinde Hz. Ebu Bekir için kullanılan “yâr-ı ğar”; yakın dostluğu, en üst seviyede fedakârlığı ifade etmek için kullanıldığı gibi, ayrıca remiz ve mazmun olarak da başvurulan bir tabir haline gelmiştir.
Hamdullah Hamdi’nin na’tında yer alan,
“Bu yar-ı ğarının kim erer medhi gavrına
Sen akl-ı evvelin kim eder sanisin sena.”
beyti, Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’e yakınlığını pekiştirmek amacıyla ayetteki “ikinin ikincisi” tabirinin telmihen zikredilmesine örnektir.
Yâr-ı ğar, Türk edebiyatında mecazen “yakın dost, can dost, güvenilir arkadaş, onsuz yapamayacağı dost” anlamında da kullanılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin Divan-ı Kebir’deki, “Yar Mera ğar mera” (Yar sensin, ğar/mağara sensin) Şems Divanı’ndan alımış Mevlana’nın 37. şiiri. Herşeyimsin –mutlu edenim de sensin, acı verenim de sensin. Bade sensin, kadeh sensin, pişmiş sensin, ham sensin, bizi çiğ sanma sen. Sen sensin. “Biş meyazar mera” bana artık acı verme bundan fazla… Can…
MAĞARALARIMIZ VE YÂR-I ĞAR’LARIMIZ VAR MI?
Modern insan ne kadar da yalnız ve mahzun. Bütün hayâtı telâşe, koşuşturmaca ve stres içinde devri daim ediyor. Düşünecek, tefekkür edecek ne hâli ne de mecâli var. Tüm saatleri işgal altında. Kendine ayıracak vakti bile yok. Haftada bir günlük iznini uyumak ve yılda bir aylık iznini de kendince bir meşgale ya da eğlence ile geçirip kendine vakit ayırdığı zehabına kapılıyor. Hâlbuki ne kadar da acınası bir hal. “Kadim çağların Müslüman köleleri bile bu kadar hayatlarını efendilerine sunmamışlardı.” diyor ünlü Fransız düşünür Bruno Etinne. Hem öyle efendiler ki kendileri de köle! Hürriyet nedir bilen o Efendiye de hiç benzemiyorlar. Modern insanın hayatı durdurup nereye koştuğunu soracak ânı bile yok. Dinlenmek için gittiği şehirlerdeki parklar da bile düşünmek yerine etrafında hızlı akan hayatı bomboş izleyip yeniden stresini arttırmaktan başka bir iş yapamıyor.
Modern şehirleri de mağaralara benzetenler var. Çünkü insan, bu devasa metropollerde yalnız ve bir hüzünden başka bir hüzne yol alıyor. Zengini de fakiri de hakiki mânada mutlu, mes’ud ve mübtesim yüzler arar oldu. Mutlu ve mübtesim olarak gördüğümüz yüzler ise birer gölgeden ya da maskeden ibaret.
Peygamberlerin ve büyük filozofların büyük sorularla yüzyüze kaldıklarında, toplum ifsat olduğunda, insanların hayata maskeleri çıktığında ve hakikati aramak istediğiklerinde sığındıkları yerler mağaralardı. Çünkü orası ilk insanın sekînet bulduğu yerdi. Çünkü orası İbrahim (as)’ın yüce Allah’ı bulmak için sığındığı ve sorularına cevaplar aradığı yerdi. Çünkü orası insanın ifsat topluma, hem merhamet hem de muslih ruhuyla donanıp dönüşünü yaptığı yerdi. Çünkü orası hakikati bulmak için muhayyilenin geniş ufuklara kanat çırptığı yerdi. Çünkü orası insanın insanlığını keşfettiği yerdi. Bundan dolayı kutsal kitaplar, yeniden diriliş için “Kehf”i yani mağarayı işaret eder insana.
İnsanın sadece kendisine sığınacağı mağaraları değil aynı zamanda “Yâr-ı Ğar”ları da olmalı. Yarsız hayat olur mu? Aşksız hayat döner mi? Dönse dahi, çıkardığı iniltisi işitilir neşesi bilinir mi? İşte bundan dolayı insanın, bazen dış dünyanın hengâmesinden, gürültüsünden ve stresinden sıyrılıp kendini dinlediği, dinlendirdiği, toparlayabildiği ve tabiatın müziği ile başbaşa kaldığı bir mağarası yani Hira’sı ve Kehf’i olmalıdır. Hakiki ve ebedi dostluklar mağarada başlar. Hayatın curcunasından, dağdağasından heybetli dağların mağaralarına rücu ettiğinizde kâinat, gökyüzü ve yeryüzü sizlere görmediğiniz zenginliklerini gösterir. Böylece donanmış bir halde engin bir yürekle hakiki muhabbeti bulmuş olmanın sevdasıyla şehirdeki zavallı insana bir şeyler anlatmak için şehre akın edersiniz.
Mağara insanın, karanlık bir dehlizde hem kendini hem de kâinatı hakiki manada keşfiydi. Hakikatte mağaraya gidiş veya sığınış bir kaçış değildi, nefis tezkiyesi ya da inziva sonrası dönüp şehir yahut kasaba ile hesaplaşmaktı.
GAZALİ İLE MAĞARADA UZUN SOHBET
Erbain yaşının verdiği düşünceler ile Marmara denizinin kıyısında bir yandan lise yıllarındaki anılar ve mağara ile bu bilgiler zihnime üşüşürken, Nazım Hikmet’in “Tuna” şiirindeki dizeleri mırıldanıyorum içimden:
“Tuna’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin,
Karadeniz’e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin…
Geçeydin Boğaziçi’nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne,
Çarpaydın, çırpınaydın…
Yüksek sesle “Tuna”yı mırıldanırken Bursa yolunda gecenin bir vaktinde bir mağara çarpıyor gözüme. Her mağaranın olduğu gibi buranın da adı varmış: Oylat Mağarası.
Bu kez ciddi bir bunalımın eşiğindeyim ve sorularıma cevap için mağaraya engin ilmiyle İmam Gazâli ile karşılaşmak umuduyla giriyorum. Gençliğimde Şerafettin dağlarında bulmaya çalıştığım Gazâli’yi yıllar sonra İstanbul’un dışında bir mağarada buluyorum. Beni kapıda karşılıyor: “Hoşgeldin ey “yâr-ı ğar”, yıllar geçti bir yar-ı gar bekliyorum”. Kendimi tutamıyor, hıçkırıklara boğuluyorum. Sanki yıllardır aradığım hazineyi bulmuş gibi… Mutluluktan âdeta uçuyorum. Uzun uzun muhabbet ediyoruz. Ardından zihnime üşüşen sorularımı soruyorum. Felsefeden mantığa, kelamdan tasavvufa, eğitimden siyasete, fıkıhtan hadise, neler konuşmuyoruz ki… Ve hiçbir sorumu yarım bırakmıyor. Hepsine tüm içtenliğiyle cevap veriyor. Sabah ışıkları ile mağaradan büyük bir huzur ve sükûn ile çıkıyorum. Ufuktaki sessizlik, çiçeklerin güzel kokusu, kuş sesleri ve Marmara denizinin kıyısındaki Erguvanların muhteşem görüntüsü ile yeniden diriliyorum. İmam Gazâli ile mağarada yaptığımız uzun bir sohbet sonrası tüm yüklerinden arınmış bir tüy gibi İstanbul sokaklarında uçuşuyorum…
Not: Gazâli’nin sorularıma verdiği tüm cevapları inşaallah daha sonra yayımlayacağım. Makalenin uzamaması için burada kesmek zorunda kaldım. Mazur görmenizi temenni ediyorum. Hürmetlerimle…
“Gözler kördür, İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir…”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Cezayir, Moritanya, Senegal ve Mali‘yi kapsayan Batı Afrika ülkelerini ziyaret etti. Altın, petrol, gaz, uranyum gibi zenginliklere sahip olan Batı Afrika ülkeleri, maalesef; bu zenginliklere rağmen geçmişte Batı tarafından sömürüldüğü için halen fakir bir halde.
Cumhurbaşkanının ziyaret ettiği Batı Afrika ülkeleri içinde en çok dikkat çeken ülkelerden biri de Moritanya. 4.5 milyon nüfusa sahip olan Moritanya’nın eski adı Şankıt’tır. Bölgede yetişen birçok alim ve düşünür Şankıt adı ve unvanını kullanmaktadır. Milyon Şairler ülkesi adıyla da anılan Moritanya’da küçük yaşlarda şiir ezberlemeye başlayan Moritanyalıların birçoğu şiir divanları hafızıdır.
Moritanya’nın dikkat çekici özelliklerinden biri de, bugün, dünyada 100’den fazla dile çevrilen ve dünyanın hemen hemen birçok ülkesinde ‘en çok satan kitap’ unvanını kazanan “Küçük Prens” adlı hikaye kitabının yazarı Fransız pilot, şair, aristokrat, yazar Antoine de Saint Exupéry’nin bir Moritanya sevdalısı olmasıdır. Paris’ten Batı Afrika bölgesindeki sömürgeci Fransız askerlerine mektup taşıyan Exupéry’nin uçağı 1935’te Moritanya’da Sahra Çölü’ne düşer. “Küçük Prens” adlı hikâyede Exupéry, uçağıyla çöle düşmüş bir pilotun başka gezegenden gelen bir çocukla karşılaşmasını anlatıyor. Çocuk ona gezegeninden ve değerli gülünden bahsediyor. Ve bir çöl tilkisinin ona, gülünü önemli kılanın, onun için harcadığı zaman olduğunu söylediğini anlatıyor.
1900 yılında doğan yazar, Fransa’nın oldukça eski, ama zamanla fakirleşmiş aristokrat bir ailesinden gelmektedir. 1922 yılında pilot olmuş, havacılık yaşantısını anlatan kitaplar kaleme almıştır. 1944 yılında uçtuğu bir keşif uçuşundan, Akdeniz göklerinden geri gelememiştir. 1998 senesinde bir Fransız balıkçı, üzerinde Antoine de Saint Exupéry yazan askeri bir künye bulur. 2003 yılında, o bölgede yapılan araştırmalar sonucunda uçağın enkazına ulaşırlar.
1943 yılında en bilinen eseri “Küçük Prens”i bitiren Exupéry kitapta, insanın artık yapacak bir şeyi, tutunacak dalı kalmadığında bu dünyayı kendi isteğiyle terk edebilmesinin erdemini ima ediyor. Bunu düşününce insan, Exupéry’nin bu romanı ölmeden bir yıl kadar önce yazmış olması da enteresan geliyor. Küçük Prens bu açıdan bakıldığında sanki Exupéry’nin vasiyeti gibi…
Bir pilot için okyanus, gökyüzü ve çöl insanın içine sonsuzluk ruhu aşılayan dünyanın büyülü bölgeleridir. Kuzey Afrika çölleri, Avrupalılar için bir cazibe merkezi olmuştur. Kadim uygarlıkları hatırlatan çöller, bağrında kim bilir nice eski şehirleri taşır. Engin bir okyanusu andıran kavis gibi uzun bir hat çizen kum tepecikleri, Arap harflerinden elif gibi uzar gider sonsuzluğa. Çöldeki her tepeciğe kulak dayadığınızda kadim masallardan neler anlatmaz ki size…
Exupéry “İnsanların Dünyası” adlı kitabında uçağının nasıl düştüğününü yanı sıra hem Moritanyayı hem de Sahra çölünü anlatır. “Biz, Sahra üzerinde bir kumuldan öbürüne sürüklenen, kumların mahkumu pilotlar, böyle güzelliklerden haftalarca, aylarca, yıllarca mahrum kalır, bir çıkış yolu bulamazdık” der çölün kendisi ve kitapları üzerindeki etkisini şöyle anlatır; “Ama ben yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu bilirdim. Çölde geçen üç yıl bana yalnızlığın tadını öğretmişti. Orada insan yaşlanıyor olmaktan, bu mineral evreninde gençliğinin çürüyüp gitmesinden korkmaz, korktuğu şey kendisinden çok uzaklardaki dünyanın yaşlanıyor olduğudur.”
Dipsiz derinliklerin senfonisi, sonsuz boşlukların masalsı yönü çöldeki her efsaneye bir hikmet bahşeder. Bundandır ki, çölde geçirdiğiniz her lahza sizi pişirir hem de bilge yapar. Sırtınızı dayadığınız çölün sonsuzluğu ve yüzünüzü çevirdiğiniz karanlık evrendeki yıldızlar size dünyanın engin ve sonsuz yüzünü gösterir. Dünyadaki metropoller böylece gözünüzde küçülür de küçülür. Fezadaki her yıldız karşısında metropollerin yeri neydi ki zaten…
İşte Fransız pilot Exupéry de uçağıyla kıtalar arası dolaşırken yukarıdan dünyanın yaşadığı değişimi yakından müşahede eden isimlerden biriydi. Ve bunun insanlardan neleri alıp götürdüğünü çok bariz bir şekilde görüyordu. Batı uygarlığının bir çöl olduğunu söylemişti. İnsanlar farkında olmadan susuzluktan ölüyordu. Örneğin “Sessizlik bile başka sessizliklere benzemez” diyordu yazar, ve bu sessizlikler rüzgar gibi karman çorman oluyordu çölde. Gergin sessizlikler vardı, yalancı sessizlikler ve insanın arkasından iş çeviren sessizlikler. Geceleri nefesini tutup dinlediğin keskin sessizlikler ve sevdiklerini hatırladığında kulağına fısıldayan melankolik sessizlikler. “Gerçeğin mayası gözle görülmez” diyor ‘Küçük Prens’ adlı kitabında. İnsan, çölün bütün zenginliklerden uzaktaki büyük boşluğunda tek bir şeye ulaşabilir. O da içindeki ilahi maya olmalı.
Çölde nasıl var olmayan seraplar görülüyorsa, Exupéry de şehirlerde var olmayan çöller görüyor ve bunun kendisini, içindeki aslolan şeyden uzaklaştırdığına inanıyordu. Belki de bütün izlerin kaybolduğu gökyüzünde dolaşması ondandı. Exupéry çölü ve çöldekileri anlamanın yolunu da şöyle açıklar: “Çöl, başlangıçta yalnıza boşluk ve sessizlikle kaplıymış gibi gelir, çünkü çöl gündüz âşıklarına hiçbir şey sunmaz. Kendi memleketimizdeki en basit köy bile yoktur burada. Çöl uğruna, dünyanın geri kalanından vazgeçmezsek, onun geleneklerine, alışkanlıklarına, rekabetine alışmazsak, buranın bazıları için nasıl bir yurt olduğunu anlayamayız.”
Exupéry, pervaneli uçağıyla çöle düştüğünde, birkaç gün sonra oradan devesiyle geçmekte olan bir bedevi ilk kez gördüğü uçağa ve yazara şaşkın şaşkın bakarken, Exupéry; “Bu ne biliyor musun?” der. Bedevi: “Bu Hristiyanların devesi” diye cevap verir. Bedevi bu kez sorar: “Sen bununla ne yapıyorsun?”.
Exupéry, “Senin deveyle bir haftada gittiğin yolu, ben bununla bir saatte gidiyorum” demiş. Bedevinin yanıtı yine soru şeklinde ve biraz da acıyarak; “İyi de, geri kalan zamanında ne yapıyorsun?” olmuş!..
Yazarın bu örneği, aslında dünyamızın gelip tıkandığı noktayı çok güzel özetlemektedir.
Exupéry “Makina bir amaç değildir… Sadece uçak bir araçtır, tıpkı bir sapan gibi!.. Bizler, halâ yeni oyuncakları karşısında hayran hayran duran genç barbarlarız.” Ancak gelişmenin ölçüsünü de “Makinenin kendisi ne kadar yetkinleşirse, oynadığı rolün arkasında varlığını o derece duyurmayacak ve kendini o anda silecektir.” Ardından uçak ve dünya ilişkilerini şöyle açıklar: “Uçak bize dünyanın gerçek yüzünü buldurttu. Yüzyıllardır yollar bizi aldatıp durdular…” Yine aynı bölümde Büyük Sahra’daki kumlardan, Güney Amerika’daki volkan kraterleri ile tuz tabakalarından bahseder. Sahra’nın bir bölümündeki kumların, bir zamanların deniz canlılarının kabuklarının tozu olduğunu da ekler.Elbette sadece yeryüzünü irdelemez; gökyüzü ve yıldızları da anlatır. Özellikle Büyük Sahra’da “Kumlarla yıldızlar arasında sadece nefes alıp vermenin hazzını duyan, yolunu yitirmiş bir ölümlü kişiydim!” sözleriyle kendini sonsuzluk içindeki yerine koyar. Vaha bölümünde; “Uçağın başka bir mucizesi de, sizi dosdoğru gizlerin orta yerine daldırabilmesidir” der. Akabinde de “çölde uzaklaşma, mesafeyle ölçülemez” önermesini getirir.
Exupéry’e göre bu aile ve yaşam biçimi çölde bir vahadır, bir düştür! Takip eden satırlarında, üç yıllık çöl üzerindeki uçuşlarını ve yerli halkla ilişkilerini anlatır: “Çöl, önce insana bomboş, sessiz gelir” sözüyle içsel anlatıma döner! Kent ortasında içi bomboş ve kupkuru yaşamın, çölden daha beter bir hücre yaşamından farksız olduğunu anlatırken “İnsanın ülkesi kendi içindedir. Çöl ne kumlardır ne de eli silahlı Tuareglerdir” demekten kendini alamaz.
Küçük Prens adlı kitabın bir yerinde şu diyalog geçer:
“Geldiğin yerde” dedi Küçük Prens, “bir bahçede beş bin adet gül yetiştiriyorlar… yine de aradıklarını bulamıyorlar…”
“Bulamıyorlar” diye cevapladım.
“Aslında aradıkları şeyi tek bir gül goncasında, ya da bir parça suda bulabilirlerdi…”
“Pek tabii” diye cevapladım.
Ve Küçük Prens ekledi, “Ama onların gözleri kapalı. Kalbinle bakmalısın.”
“Günaydın,” dedi Küçük Prens.
“Günaydın,” dedi tüccar.
Bu tüccar bir ilaç satıyordu. Tek bir tane draje alıyordun, bir hafta su içmene gerek kalmıyordu.
“Bunları neden satıyorsun?” diye sordu Küçük Prens.
“Çünkü çok zaman kazandırıyor” diye cevapladı tüccar. “Uzmanlar hesapladı, haftada elli üç dakika kazanıyorsun.”
“Peki, o elli üç dakikada ne yapıyorsun?”
“Canın ne isterse…”
“Bana kalırsa” dedi Küçük Prens, “canımın istediğini yapabileceğim elli üç dakikam olsaydı, temiz, berrak bir su kaynağına yürümek isterdim.”
“İnsanların artık hiçbir şeyi anlamaya vakitleri yok. Dükkanlardan hazır şeyler satın alıyorlar. Ancak içinde arkadaş satılan dükkanlar olmadığından, artık insanların arkadaşı yok.”
İnsanları inceleyen Exupéry “Gerçek hiç de kanıtlanan bir şey değildir. Mantık mı? Yaşamı anlayabilirse anlasın bakalım!” diyerek geleneksel düşünce kalıplarını da sorgular. Zira, İspanya iç savaşı ve II. Dünya savaşında, cephede insanlara dair, şahit oldukları yaşam kesitlerinden bir hayli açıklamalar vardır ve elbette ölüm de yer alır!.. “Gerçek, bilirsiniz dünyayı basitleştiren bir şeydir, yoksa karışıklık yaratan şey değil… Gerçek evrenseli anlatan bir dildir” diye ekler ve bir de “Niçin birbirimizden nefret edelim? (…) Uygarlıkların birbirlerini yutmaya kalkışmaları iğrenç bir şeydir” sözleriyle yaşadığı dönemi iyice eleştirir. Son olarak hayatı “Boy veren bir ağaç yavaşlığıyla kuşaktan kuşağa geçen şey, yaşamdı. Ama aynı zamanda bilinçti” sözleriyle kitabını sonlandırır.
En sonunda yardımcı pilot arkadaşıyla birlikte bir Bedevi tarafından çölden kurtarılan Exupéry’ susuzluğunu giderirken; “Ey su, tarife gelmezsin, senin gizini çözemeyiz. Sen yaşama gerekli değil, yaşamın ta kendisisin” diyerek hoş bir tanımlama yapar.
“Anne, kuşlar bizim semtin üzerinden neden uçmaz?…”
[Fatih’te bir duvarın altında gecenin sessizliğinde gözyaşı döken dostum Şadi’ye…]
Zifiri karanlıktan sonra, gökte aydan veya güneşten değil, kendi içinden, bir kaynak gibi aheste aheste taşan, süzülmüş, tatlılaşmış bir aydınlık vardı; yıldızlar bunun içinde sönük, şevksiz kalıyordu. Sanki sabah oluyordu; yoğun saldırıların altındaki bir geceden sonra uykulu bir alacakaranlık içinde gözler ötelere uzanıyor, bodrumun tek ve yarı dışarıya bakan penceresine bakıyordu: acaba dışarıda neler oluyordu?
Aradan bir saat geçmemişti ki, güneşin huzmeleri o küçük pencereden içeriye vurmuştu. Çocukların hepsi bir anda yerinden kalkıp pencereye doğru üşüştü. 40’a yakın çocuğun olduğu bodrumda yalnız 3 kadın vardı; çocukları pencereden uzak tutmak için bir çırpıda duvarın önünde duru verdiler. “Haydi, çocuklar herkes yerine, dışarıya bakmak yok. Düşman yerimizi öğrenirse burayı da bombalar.” dedi Meryem.
Gözleri mahmurlu ve uykulu çocuklar başları eğik bir şekilde yeniden yerlerine doğru adım atıyorlardı ki, 16 yaşındaki Ali; “Günlerdir dışarıyı göremiyoruz. Gece ve gündüzü ayırt edemez olduk. Bugün hava güneşli gibi. Dışarıda saldırıda yok. Lütfen sadece gökyüzünü izlememize izin verin” dedi. Gözlerine korku ve yüzlerine hüzün mühürlenmiş kadınlar, birbirine baktı ve “haydin sırayla sizleri şu masanın üzerine çıkaracağız. Oradan sırayla gökyüzünü izleyin. Ama pencerenin önünde fazla durmak yok” dediler.
Gökyüzü pırıl pırıldı. Masmavi gökyüzü çocukların içine özgürlük muştusu aşılıyordu. Gökteki güneşin ışıltıları bile vücutları soğuktan tir tir titreyen çocukların içini ısıtıyordu. Tebessümler ve gülücükler, aylardır aç olan çocukların açlığını gidermişti. Kahvaltı soran olmamıştı bugün hiçbir çocuktan. Masanın üzerinde pencereye uzanamayan kızı da annesi tuttu ve kaldırdı. Minik eliyle annesi Meryem’in elini tutan çocuk; “Anne, eskiden sabahları kuş sesleri ile uyanırdık. Şimdi ise kuşlar neden bizim semtin üzerinden uçmuyor. Yoksa o uçaklar, onları da mı öldürdü?” diye soru verdi.
Soruyu soran Meryem’in 12 yaşındaki kızı Sündüs idi. Yaşı 32’yi aşmış fakat 2012 yılından beri kuşatma altındaki Doğu Guta ’da yaşadıkları ve tanıklık ettiği barbarlık Meryem’i 65’in üzerinde gösteriyordu. Yılların verdiği acı ve bilgelik ruhuyla sesinin de ağlamaklı bir tonuyla kızına dönüp; “Yavrucuğum, gün gelecek savaş uçakları yerine, o kuşlar yine uçacak bizim semalarda. Zalimler, bu gökyüzünün altında asla huzurlu ve mutlu olmayacaklar. Bu semanın altında neşe ancak özgür kuşlar ve çocuklar için vardır” dedi.
Herkes gökyüzünü izledikten sonra yerlerine geçmiş ve konuşuyorlardı. Kadınlar ise Doğu Guta’nın diğer sokaklarından gelecek haberleri bekliyorlardı. Belki ateşkes olur ya da uluslararası bir yardım organizasyonu tırlar ile aylardır aç olan bu çocuklara bir şeyler getirir diye dualarla ile bekliyorlardı.
Meryem ise bir köşeye çekilmiş, eline kalemi ve 5 yıldır yanından ayırmadığı not defterini almış ve bir aydır Doğu Guta ‘da yazamadıklarını karalıyordu deftere. Suriye’nin başkenti Şam’ın merkezinin 10 kilometre doğusunda yer alan Doğu Guta ‘da yarısından fazlası çocuk 400 bin sivil yaşıyor. 2012’den beri kuşatma altında olan bölge, 7 yıldır devam eden savaşta en hasar gören bölgelerden biri. Tarımsal açıdan dünyanın en verimli bölgelerinden kabul ediliyor. Kadim Arap coğrafyacıları bu bölgeyi nehirleri, meyve ağaçları ve bostanlarıyla meşhur, Şam ileri gelenlerinin köşkleriyle bezeli, dünyanın harikulade yerlerinden biri olarak tavsif ediyor. Adına kitaplar yazılmış Guta bugün önemli ölçüde şehirleşmiş olsa da, savaştan evvel baharları hâlâ Şam halkının piknik bölgesiydi. Şam’ı ortadan ikiye ayıran Barada nehri ve kanalları buradan geçer. Batı ve Doğu Guta olarak ikiye ayrılır. Doğu Guta; Birze, Duma, Arbin, Caramana, Kefer Batna ve Harasta gibi Şam’ın önemli banliyölerini (Rîf-i Dımaşk) barındırıyor.
Esed rejimi hemen her gün karadan ve havadan bu bölgeye son 5 yılda 46 defa kimyasal silah saldırısı düzenledi. Ağustos 2013’teki katliamda bin 400’den fazla sivil öldü. Rejim, bu yıl da 3 defa klor gazı saldırısı düzenledi. Karadan İran destekli militan gruplar ve havadan zaman zaman Rus savaş uçakları da bombalıyor bölgeyi. 5 yıldır abluka altında olan Doğu Guta ‘ya yaklaşık 1 yıldır yeterli gıda ve tıbbi malzeme sokulamıyor. Bebekler, çocuklar ve hastalar saldırıların yanı sıra yeterli beslenemedikleri için can veriyor.
Meryem bir yandan notlar alırken, bir yandan Doğu Guta hakkında yazdığı notları gözden geçiriyordu. Bir anda aklına dedesinin 1925 yılında Fransızların Suriye’de yaptığı zulüm ve katliamları anlatan hikâyeleri gelmişti. İçinden, “Esed rejimi ve Fransızların yaptıkları ne kadar da birbirine benziyor” demişti ki, çocuklardan biri, “Üşüyorum. Aylardır bodrum katında battaniyelere sarılıp yatıyoruz. Aç ve susuzum. Yalvarıyorum bir şeyler verin. Neden kimseler yardım getirmiyor? Arkadaşım hasta bari ilaç bulun” diye feryat etti. Çoğun figanı karşısında 3 kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da çocukları teskin etmeye çalışıyorlardı. Ne takatleri ne de mecalleri kalmıştı. Bitkinlerdi. Tıpkı çocuklar gibi. Bir müddet sonra birkaç kısık ağlama sesi dışında bodrumdaki oda sessizliğe bürünmüştü. Tam o anlarda yine yoğun bombardıman ve silah sesleri duyuldu sokakta. Korku ile çocuklar birbirlerine sarıldı.
Öğlene doğru karşı harabe binanın bodrumu bombalanmıştı. Orada da çocuklar ve kadınlar vardı. Meryem doğruldu ve sessiz bir şekilde bulunduğu bodrumdan çıkıp karşı binaya doğru koştu. Gördüğü manzara karşısında çığlık ve feryatlar etti. Bu bodrumdaki çocuk ve kadınların hepsi ölmüştü. Toz dumanlarının ve yangın kokusunun yükseldiği yere çöküverdi. Kalkamıyordu. Öyle bir ağırlık çökmüştü ki üzerine, burada yerin dibine batsam ve ölüversem diye geçirdi içinden. Bu düşüncelere daldığı anda enkazın altında bir ses “kurtarın bizi” diye bağırıyordu. Meryem sesin olduğu yere doğru koştu. Orada ağır yaralı bir kız çocuğu ve yaralı bir kadın görmüştü. Tanınmaz hale gelen kadını sesinden tanımıştı. Bu çocukluk arkadaşı Hatice’ydi. Donuk bir halde bir müddet birbirlerine baktıktan sonra sarıldılar, koklaştılar, ağladılar, göğü sarsacak şekilde feryat ettiler.
Bir müddet sonra toparlanan Meryem, arkadaşı Hatice’yi ve ağır yaralı kızını yaşadıkları bodruma götürdü. Kızı hemen tedavi etmek istedi elinde kalmış son ilaçlarla. Üniversite okuduğu yıllarda ilk yardım dersleri almıştı Meryem. Hatice Meryem’in elinden tuttu; “Canım arkadaşım kızımı tedavi etme. Zaten iyileşmesi zor da. Bırak vefat etsin. Zira aylardır yemek veremiyorduk. Belki yüce Allah ona cennetin güzel yemeklerini ikram eder” dedi. Bu söz üzerine iki arkadaş yine sarılıp ağlaştılar. Çocuklardan biri yaklaşıp sordu; “Biz de öldüğümüzde güzel yemekler bulacak mıyız” diye soru verdi. Kadınlar bir anda sus pus olmuştu. İçlerinden nerede ise volkanlar patlayacak gibiydi. “Ey dünya! Halimizi görmez misin” diye haykırı verdi kadınlardan biri kulakları patlatırcasına…
İkindi sonrası güneşin batmaya ramak kaldığı bir anda bombardımanlar yine yoğunlaştı. Çocuklar ve kadınlar içlerinde hep beraber dua ediyorlardı. “Ey yüce Rabbimiz! Yağmur yağdır” diye. Çünkü yağmur yağdığında ancak bombardımanlar duruyordu. Yine yağsın diye içlerinden dua ediyorlardı içli içli… O an çok yüksek bir ses duyuldu. Ortalık toz duman içindeydi. Ağlamalar ve dualar bıçak keser gibi durulmuştu. Sündüs yerde uzanmış duran annesi Meryem’e elini uzattı ve; “Anne bak gökyüzünde sürülerce kuş uçuyor. Yoksa savaş bitti mi? Haydi anne kalk, bak artık bodrumda değiliz. Gökyüzünü artık görüyorum” dedi ve minik gözlerini ebediyete dek kapattı tıpkı annesi gibi…
Suriye’de yaşamı ve hatıraları bombaladılar… Ölümü katlettiler… Neşeyi, sevinci ve kuş cıvıltılarını yok ettiler… Vicdanı buhurlaştırıp, vahşeti hortlattılar… Masmavi gökyüzünü kurşuni bir siyah bürüdü… Kadim şehirlerden ve mekânlardan artık eser yok… Bereketli topraklarımızdan yine barbarlar sürüsü geçti…
Ötesini Söylemeyeceğim
Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır
Suyun içinde gürül gürül yanan
Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları
Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait
Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan
Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum
Hiç kimsenin bilmesine imkan yok
İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı
Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili
Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum
Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil
Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil
Annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim
Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini
Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya
Bile giymek istemem istemiyeceğim
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı
Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım
Annem böyle konuşmak ayıptır dedi
Annem o kadına şeytan diyor
Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar
Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı
Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz
Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç
Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor
Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum
Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı
Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum
Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız
Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız
Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor
Sizin o kadını sevmiyor Süleyman
Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor
Ben de onu seviyorum
Onu ve bizim evi seviyorum
Bizim evin her tarafı tahtadandır
Ayrıca matmazelin üzerine
Bir akrep atabileceğimi de düşünün
Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz
Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar
Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün
Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor
Çalılar için Süleymanın tabancası için
Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor
Sezai Karakoç
İlkbaharın ilk günleriydi. Cemreler düşmüş. Soğuk günler geride kalmış. Dünyayı hafif bir sıcaklık sarmıştı. Her yeri rengarenk saran çiçekler, gelincikler, erguvanlar, papatyalar dünyayı bir gelin gibi süslemişti. Bahar yağmurları etrafın tozu ve toprağını temizlerken, çiçeklerin yaydığı güzel kokular, temiz havayla buluşunca insanı adeta mest ediyordu. Hafız-ı Şirazi’nin dediği gibi bu mevsimde yapılacak tek şey vardı: “Âlemi seyir.”
Bahar vaktidir; kalk çıkalım etrafı temaşaya, Bir dahaki bahara kadar güven olmaz günlere. Gönüldeki gam pasını siler gül rengi mey, İyi dinle, böyle dedi bana temiz yaratılışlı bir bey.
İşte böyle günde, dostlarla buluşmak üzere Taksim’de karar kılıyoruz. Hava ne sıcak, ne soğuk. Latif bir gün. Hafif bir nesim rüzgârı yüzümü yalayıp geçiyor. Tabiatın yeniden doğuşunun insanın içine verdiği muştu bana Ömer Hayyam’ın bahar ile ilgili şu dizelerini fısıldıyor:
Güzel bir gün; hava ne sıcak, ne soğuk. Yağmur gül bahçesinin tozunu alıyor. Bülbül sarı güle hal diliyle Feryat ediyor, diyor ki: İçmek gerek!
Hayyam’ın rubai’sini henüz bitirmiştim ki, camekândan bir çehre takılıyor yüzüme İstiklal caddesinde. Tanıdık bir sima. Cama yaklaşıyor ve içeri bakıyorum. Aman Allahım! Bu Ömer Hayyam’ın bizzat kendisi. 11. yüzyılda yaşamış olan Ömer, ne arıyordu 21. Yüzyılda? İçeri girip selam veriyorum. “Hoş geldin aziz dost seni bekliyordum” diyor. Şaşırıyorum. “Şaşırman garip değil! Zira bu dünya hep hayrette bırakır insanı” diye mırıldanıyor.
1040’lı yıllarda Horasan bölgesinin bilim ve sanat merkezlerinden Nişabur’da doğan Ömer Hayyam; matematikçi, fizikçi, doktor, astronom ve İslam irfan dünyasının seçkin adlarından biriydi. Onsekize yakın eser bırakmıştı. Öklid’in bir probleminin çözülmesi metoduna dair eseri, birçok batılı dile çevrildi. Hayyam 4. derece (kübik) denklemi çözen ilk matematikçi oldu. Celali takvimini de düzenleyenlerden biridir. Rubailer (Dörtlükler) adlı eseri en en çok bilinen eserleri arasındadır. Kendisine ait bizzat bilenen rubailerinin sayısı 50’yi geçmemektedir. Daha sonradan başkalarına ait rubailer de kendisine mal edilmiştir. Bu sebeple rubailerinin sayısı binleri bulmaktadır. Bunlar hayatında iken yazılmış değildir. Ölümünden dört asır sonra derlenmeye başlamıştır. Garb lisanlarına da tercüme edilen rubailerin Türkçe’ye tercümeleri, umumiyetle Farsça orjinalinden değil, Batı dillerindendir. Üstelik bazıları kendi ideolojileri istikametinde rubailerde değişiklik bile yapmıştır. Son yıllarda yapılan birçok Ömer Hayyam çalışmasında, ona ait olanlar veya olmayanlar diye ayırım yapılmaya başlanmıştır.
Asırlar sonra üstad Ömer Hayyam’ı bulmuş iken rubaileri ve aşkları üzerine konuşmak için can atıyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ın “Hayyam” adlı kitabı, Sadık Hidayet’in “Hayyam’ın Teraneleri”, Hüseyin Daniş’in “Ömer Hayyam Rubaileri” ve Amin Maalouf’un “Semerkant” adlı kitaplarından defalarca okumuştum onu. Üstadın hayatını Farsça ve Arapça eserlerden de iyice tetkik etmiştim. Bir yandan Hayyam’ın hayatını düşünürken, diğer yandan üstada sormak istediğim sorulardaydı aklım.
ALLAH’TAN DEĞİL İNSANLARDAN KORKAN İKİYÜZLÜ HAYVANLAR
Sohbete başlamadan önce sokakta yürüyen insanlar bizi görmesin diye sırtımı camekana veriyorum. Mey/hane’de iki sakallı ne arıyor, diye soracaklar? Hayyam bu esnada bana bakıp tebessüm ediyor. “Samimiyetsiz ve ikiyüzlü insanlardan mı bu kaçış” diye soruyor? “Eğer bu insanlar evlerinde ve iç dünyalarında oldukları gibi dışarıda aynı olsalar sokaklarda melekler onlarla gezerdi evlat. Bu ikiyüzlü topluluk “Allah ne der?” diye düşünmez, bunlar “İnsanlar bize ne der?” diye düşünür. Onun için Allah’a karşı bile ikiyüzlü bu insanların hakkında verecekleri hükümlere değer verme. Sana ateşperest, deist, münkir, ayyaş ne derlerse desinler, aldırma! Mantıkta bir kural vardır: denir ki, “Her insan hayvandır, fakat her hayvan insan değildir.” “Hayvan” Arapça bir kelimedir, bildiğimiz dört ayaklı hayvan manasında değildir bu, “canlı” manasında kullanılır.” dedi ve okumaya başladı:
Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır, Yüzünden aldatmaca, sahtekârlık yayılır. Şarap içmiyor diye kasılıp gezer ama: Yedikleri yanında şarap meze sayılır.
Sen sofusun, hep dinden dem vurursun, Bana da sapık, dinsiz der durursun, Peki, ben ne görünüyorsam o’yum, Ya sen ne görünüyorsan o musun?
Var mı dünyada günah işlemeyen söyle: Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle; Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Yüce Tanrı’dan ne farkın kalır, söyle.
Dünya üç beş bilgisizin elinde; Onlarca her bilgi kendilerinde. Üzülme; eşek eşeği beğenir: “Hayır” var sana “kötü” demelerinde.
Bu dünyada en önemli şey, dost, arkadaş sahibi olmaktır. Dostun yok ise bil ki, bir hiçsindir. Ama dostunu da çok iyi seçmelisin. Eğer iyilerden dost seçmez isen, yaşanacaklara da katlanmasını bilmelisin.
Sırtından vurana kızma, Ona güvenip arkanı dönen sensin, Arkandan konuşana da darılma, Onu insan yerine koyan yine sensin.
Kartal misali uçtum, ruh âleminden, Sandım yücelme mümkün ahbap elinden, Baktım gönülce sırdaş, dost yok bu elden, Kaçtım, bu sade maddi insan selinden.
MAL, MÜLK, ŞÖHRET MÜCADELESİ
“İnsanların şu kısacık dünyada mal, mülk, para, şan, şöhret ve batıl inançlar için verdikleri manasız savaşlara diyecek bir sözünüz var mı üstadım?” diye soruyorum.
Bilge Ömer bir an durakladı ve derin bir hüzne gark oldu. “Her devrin başında dönen beladır bu. İnsanlar paraya ve makama köle olmak isterler. Evet, isterler evlat! Neden bilir misin? Hakk’a tek başına tahammül zordur da ondan. İşte bu yüzdendir ki insanların çoğu batıl inançlarla Hak Dini süslemeyi sever.” dedi ve okumaya başladı:
Şu dünyada üç beş günlük ömrün var, Nedir bu dükkânlar, bu konaklar? Ev mi dayanır, bu sel yatağına? Bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?
Yiyecek, giyecek dünyalıktan yana Mazursun çalışıyorsun uğrunda Gerisi boştur; topla aklını başına Değerli ömrünü satma üç beş kuruşa.
Ve devam etti:
Yarım ekmeğin var mı? Bir ufak da evin? Kimselerin kulu kölesi değil misin? Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya? Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin.
DÜNYA NASIL BİR YER?
“Üstad” dedim “Dünya nasıl bir yerdir? İnsanlar burada ne arıyor?”
Dünya yol güzergahı üzerindeki bir kervansaray, bir handır. Menzil değil, tariktir. Eninde sonunda buradan göçecek insan. Ancak; ölmek için yola düşülmez evlat. Yaşamak için sefer edilir… İnsan dünyaya geldi. Hakikatten bu yana itildi. Her hakikatin bir masalı vardır evlat unutma! Bu dünyanın neşesini bilmeyen hüznünü de bilemez, unutma! Kam almalı bu dünyadan, dem bu demdir unutma!” dedi ve okumaya başladı.
Birer masal söyleyip uyuya kaldılar Dünya dedikleri bu kervansaray nedir? Alaca renkli sabah, akşam atının durak yeridir Yüzlerce Cemşid’den geriye kalan bir meclistir,
Yüzlerce Behram’a konak olmuş bir mezardır. Yaşamın sırlarını bileydin, Ölümün sırlarını da çözerdin; Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok; Yarın, akılsız, neyi bileceksin?
Üstad anlatmaya devam etti:
Herkes göçecek bu diyardan. Eski saraylar, hanlar yıkılacak, harabeye dönüşecek bir gün. Kumrular konacak yıkık sarayların duvarına ve ötecek, “hani nerede o eski hatıralar?” Bunun içindir ki, övünmeye, böbürlenmeye gerek yok. Dünya oyun sahnesi, rolüne bak sen. Kendi aynandaki suretine de asla inanma! Kendini bilmek kendinden gayriyle olur. İnsanın tüm dertleri ‘ben’in elindendir. Dermanı ‘ben’in gayrinden gelir. O dermanı çağırmayı unutma! dedi ve okumaya başladı:
Her gün biri çıkar, gelir, “benim, ben” demeye, Zenginliğiyle, altın ve gümüşleriyle başlar övünmeye İşlerinin tam düzene girdiğini sandığı anda, Ansızın çıkar ecel pusudan, başlar “benim, ben” demeye.
O kasır ki feleğe dayamıştı yanını, Şahlar koyardı eşiğine alnını. Gördük ki surlarında üzerinde bir kumru, Öterdi, derdi hem: “Ku, ku, nerde, hani?”
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz: Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz. Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer ikişer; Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.
KÂİNATA HANGİ NAZAR İLE BAKMALI?
Oyun içinde oyun sahne içinde sahne diye düşüncelere dalmışken, “bu koca kainatta ve evrende felsefemiz ne olmalı?” diye soruyorum üstada.
Her insan kendisine ben kimim diye sormalı? Nereden geldim? Niçin geldim? Ve nereye gideceğim? diye tefekkür etmeli. Felsefenin safsatası içinde bir ömür çürütüp “tutunamayanlardan” olmamalı. Onlarca filozofun adını ve kitaplarını bilmen önemli değil. Önemli olan, hayata bakışın ve o anda aldığın yaşam ruhudur. Hem dünyada insanların akıldan çok paraya önem verdiğini görürsen de üzülme. İnsanlık hallerine üzülme ama onları da bil. Hak kelamı Kuran’ın insandan verdiği haberleri bilirsin: nankör, fasık, gafil, yalancı ve zanna uyan bir inkârcı. Haktan, hakikatten hoşlanmayan bir bedbaht. İşte insan bu kadardır evlat” dedi ve okumaya başladı:
Düşman yanılarak diyor ki, felsefeciyim ben, Tanrı bilir, onun söylediği gibi değilim ben, Ama şu dert yuvasına geldiğimden beri Kim olduğumu bilmekten acizim ben.
Dünyada akla değer veren yok madem, Aklı az olanın parası çok madem, Getir şu şarabı, alsın aklımızı: Belki böyle beğenir bizi elalem!
BOL BOL ŞARAP İÇEN AYYAŞ BİRİ MİSİN?
Üstadın önündeki büyük şarap kadehine bakıp rubailerinde bol bol şaraptan bahsediyorsun! Ayyaş biri misin sen, diye soruyorum?
Bu sorum karşısında yine tebessüm ediyor. Senin bu soruyu sormaman lazımdı. Herkes benim rubailerimde kendini bulur. Fakat ben şarap, sevgi, aşk, muhabbet, şevk derken Âşıklar Sultanı İbnü’l Fariz ne mana murad etmişse aynısını kast ederim. Mecaz ve hakiki aşk mecz edilmiştir. Farız’ın “Kaside-i Hamriyye / (Şarap Kasidesi)”yi okursan, neyi kastettiğimi daha iyi anlarsın.
Ha unutmadan sana da şarap istedim, “bak işte geldi” dedi. Kadehin içine baktı, içi bomboş. Can havliyle üstadın da kadehinin içine bakıyorum o da boş. Üstad hayretime hayretsiz, bana bakıp yine içten tebessüm etti ve okumaya başladı:
Seher vakti; kalk ey naz kaynağı; Yavaş yavaş iç badeyi, çal çengi. Hayatta olanlar, kalmayacak çok. Gidenler ise gelmeyecek geri.
Uyumuşum; rüyamda akıllı bir insan, Dedi: Sevinç gülü açmaz uykuda, uyan; Ne işin var bu ölüme benzer ülkede? Kalk, şarap iç, sonsuz uykulara dalmadan.
En yüce söz olan Kur’an’ı Devamlı değil de arada bir okurlar onu, Kadehin çevresinde öyle bir ayet var ki; Her yerde, her zaman, okurlar onu.
Rubailerimde eğlence, şarap, aşk dediğim için haksız ithamlara uğradım. Şark’ın dilinde şarap, meyhane, saki ve eğlence gibi kelimelerin sembolik manalar ihtiva ettiğini bilenler, az önce söylediğim gibi bununla ne murad ettiğimizi de bilirler. Meyhane de Zerdüşt dininde ibadethanenin adıdır. Tasavvufta ise “gönül alemi” manasına gelir. Hem okuduğunuz rubailerin azı benimdir. Çoğu zamanın kayd ve hüküm tanımaz elinden çıkmış ancak bana isnad edilmiş şiirlerdir.
SEYLAN ADASINDAKİ BÜYÜK AŞK
Aşk üzerine epey rubainiz var. Fakat evlenmediğinizi de biliyoruz. Bu sevdanın kaynağı nedir?
Durdu, gözlerime baktı. Ardından büyük hıçkırıkla ah çekerek ağlamaya başladı. Üstadın teskin olması için bir müddet bekledim. Sonra gözyaşlarını mendil ile sildi ve dedi ki: “Evlat sevda öyle bir şeydir ki, insanı uykusuz bırakır, berduş ve sarhoş eder. “Sevda” Arapça’da “Kara/siyah” manası gelmektedir. Türkçe’de iki kere “Kara sevda” denilmesi, aşırı, güçlü tutku ve sevgiye işaret eder. Malumdur ki aşk lafzı, Arapça’da sarmaşık demek olan ışk kelimesinden alınmıştır. Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da girdiği kalbi, hatta insanın vücudunu ihata etmesi dolayısıyla aşk ile tesmiye edilmiştir. İşte ben de böyle bir “kara sevda”ya tutuldum. Hind ve Sind diyarlarını ziyaretim sonrası, Seylan adasındaki Müslüman bir Kral ve Kraliçe’nin kızına vuruldum. Kralın üç kızı vardı. Sevdiğim kızın adı Kamer idi. İki yıl, kraldan ve kraliçeden habersiz görüştük. Prenses medreseye gitmeden buluşur, Kirindi Nehri kenarında saatlerce hasbihal ederdik. İki yıl sonra kızı Kraliçe’den istediğimde ablaları ile birlikte benim bir köle olduğumu, prenses olan kızlarını bana vermeyeceklerini söyleyip, beni kapıdan kovdular. Kraliçe, “Kralımız bunu duyarsa seni idam eder.” dedi. Ama ben kapıdan ayrılmadım. Ya bir an ya bir asır orada öylece kaldım. Aşkta zaman mefhumu kaybolur evlat. An bir asır, asır bir an olur. . . Ancak bir daha sevgilimi göremedim. Canânını kaybeden için canı bile yük olur. Ben de bir kaç defa bu yükten bunaldım ve canıma kast ettim. Ama ölüm bana el vermedi, Horasan’a geri döndüm. Bir gün haber aldım ki, Seylan adasını Budistler işgal etmiş, adını değiştirip “Sri Lanka” koymuşlar. Huysuz kral bu acı dolayısıyla kalp krizinden ölmüş. Kızları da Hind’e ve Sind’e kaçmış kimse bir daha haber alamamış. Kraliçe ise Allah’a isyanından dolayı kötürüm bir halde can vermiş, Kamer ise içtiği bir şeyden dolayı hastalanmış, kolundaki ve ayağındaki sedef tüm bedenini sarmış. Şifası bulunamamış ve ölmüş. Cansız vücudunu Kirindi nehri civarında bir yere defnetmişler. İşte benim hikâyem bu evlat. Evlenmedim, doğru işitmişsin fakat aşktan aşka kanat çırptım. Kalbim işte bu sevdalardan delik deşiktir. Bana aşktan haber istersen şunu dinle ama unutma; aşk bahsinde herkes kendi kıssasını hikâye eder. Aşkı aşka benzetme, terkedilişi terkedilişle kıyas etme, kendi hikâyeni söyle dedi ve okumaya başladı.
Leyla isteyen kişi mecnun olmalı; Kendisinden de, dünyasından da geçmeli. Sevenlerin sofrasına çağrılınca, Ben körüm, ben dilsizim demeli.
Uğrunda dertlere düştüğüm sevgili, Bir başkasına tutulmuş, o da dertli; Derdimin dermanı kendi derdinle: Hekim hasta olunca kime gitmeli?
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz: İki başımız var, bir tek bedenimiz. Ne kadar dönersem döneyim çevrende; Er geç baş başa verecek değil miyiz?
Sevgili, bir başka güzelsin bugün; Kamer gibisin, pırıl pırıl gülüşün. Güzeller bayram günleri süslenir; Seninse bayramları süsler yüzün.
TOPRAK VE TESTİ ÖRNEKLERİ
Üstadım rubailerinizde şarabın yanı sıra testi örnekleri de çok fazla, bunun sebebi nedir?
“Evlat, şarap şarhoşluk ve unutkanlığı doğururken, testi de adeta bedendeki ruh hükmündedir. Testinin bütün bölümleri insan bedenindeki organların küçültülmüş bir halidir. Adları da aynı değil mi? Ağız, kenar, boyun, kulp, karın… Ve testideki şarap da onun keyif dolu ruhu değil midir? Bu testi bir zamanlar bir ay yüzlü dilberdi! Ya da bir kral veya kraliçenin toprak olmuş bedenleriydi. Bu kaynayan ruh, testinin mazideki dertli yaşamını hatırlatır. Böylece testi müstakil bir hayat kazanır; şarap da onun ruhu mesabesindedir. Her insan bir gün toprak olacaktır. Kiminin toprak olmuş bedeni ya çiçeğe toprak, ya bir eve kerpiç ya da bir testiye kızıl toprak olacaktır. Onun içindir ki evlat, bastığın yer toprak değil varlıktır, onu tanı!” dedi ve okumaya başladı:
İnsan bastığı toprağı hor görmemeli: Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili. Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç? Ya bir şah kafasıdır, ya bir vezir eli!
Gözüm, kör değilsen, bunca mezarı gör; Dünyayı saran yalan dolanları gör; Krallar, padişahlar çürüyüp gitmiş: Ela gözlerine kurt dolanları gör!
Bir testi aldım çarşıdan ucuza; Gizli gizli neler anlattı bana; Bir kraldım, dedi: altın kupam vardı; Şimdi neyim? Testi oldum şaraba.
HOCALAR HAKKINDAKİ HÜKMÜNÜZ NEDİR?
Son olarak üstada hocalar hakkındaki kanaatini sordum. Hayyam’ın hocalar hakkında hükmü nedir?
“Dünyadan gönül ehli nice âlimler gelip geçti. Onlar peygamberlerin vârisleriydiler. İnsanlar, onların öğretilerine kulak kesilirdi. Para ve makam peşinde gidilerek ilim menziline varılmaz. Dedikodu ve haset ile hikmet bir arada olmaz. Ben bir Kur’an-ı Kerim hâfızıyım. İmam Gazali ile birçok ayetin tefsiri konusunda hasbihal eder idik. İbni Sina ve Farabi düşüncede üstadlarım idiler. Günümüzde ilmiyle amel etmeyen, ümmeti tefrikaya sürükleyen, boş-beleş laklakan hocalar hakkındaki hükmü ise zaman verir evlat dedi ve okumaya başladı:
Çocukken biz, bir süre hocaya gittik, Sonra da bir süre kendi hocalığımızla neşelendik, Sözün sonunu dinle, bak ne geldi başımıza; Su gibi geldik, yel gibi gittik.
Ey fetva sahibi, çalışkanız biz senden, Bunca sarhoşluğa rağmen daha ayığız senden, Sen halkın kanını içiyorsun, biz üzümün kanını, Biraz insaflı ol; biz mi hunharız senden?
Fahişeye demiş ki şeyh: “Sarhoşsun sen, Her gün başka bir adamın kucağındasın.” Fahişe demiş ki: “Ey şeyh! Ne dersen öyleyim ben, Bakalım, acaba göründüğün gibi misin sen?”
Yalnız bilgili olmak değil adam olmak; Vefalı mı değil mi insan, ona bak. Yücelerin yücesine yükselirsin, Halka verdiğin sözün eri olarak
Silsiletü’t Teratib adlı eserim başta olmak üzere diğer eserlerimde dine bakış açımı kaleme aldım. Büyük tasavvuf âlimlerinden Ebu Talib Mekki ve İmam Gazali’den ciddi olarak etkilendim. Din ve hakikat hakkındaki bakış açımı da şu rubailer özetliyor.
Din yolunu bilmek şeriattır, Buna göre amel etmek tarikattır, İlim ile ameli ihlas ile cem etsen İşte bu da hakikattır.
Hevaya uymaya şeriat denmez, Şeriatsız yola tarikat denmez, Cahilin gördüğüne hayal denir, Bil ki, buna hakikat denmez
Bu güzel sohbetten sonra, üstattan izin alıp çıkıyorum dışarı. Camekândan bakıp tekrar selamlamak için döndüğümde üstadın içeride olmadığını fark ediyorum. Bulunduğum yerden biraz geriye kayıp girdiğim yerin neresi olduğuna bakıyorum. Camekânın üstünde koca bir levhada “Ömer Hayyam Meyhanesi” yazıyor. Kendi kendime tebessüm edip, Cihangir’de aziz dost Metin Gım’ın Firuz Kafe’sinde bekleyen arkadaşların sohbet halkasına katılmak için İstiklal’de yürüyen kalabalığın arasına karışıp kayboluyorum… Dilim de fark etmeden Hayyam’ı konuşmaya devam ediyor:
Bir elde kadeh, bir elde Kur’an Bir helaldir işimiz, bir haram. Şu yarım yamalak dünyada Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman.
Moğol orduları, Abbasi Hilafetinin merkezi olan Bağdat’ı kuşatmış ve halifenin teslim olmasını istiyorlardı. Müslüman filozof Nasırüddin Tusi de Moğolların safına katılmış ve Bağdat’ın işgal edilmesini bekliyordu. Bağdat’taki ulema ise işgali tartışması gerekirken, asıl meseleyi bırakıp “sineğin kanının abdesti bozup bozmayacağı” gibi çok mühim (!) bir konuyu tartışıyordu. Bir müddet sonra olan oldu ve Bağdat işgal edildi. Yüz binlerce Müslüman kadın-çocuk denilmeden kıyımdan geçirildi ve on binlerce tarihi el yazması Fırat ve Dicle nehirlerine atıldı. Birçok İslam aliminin kitabı ki, bunlar arasında İmam Gazalinin kayıp tefsiri de bulunuyor, bu nehirlerde yok olup gitti.
İslam âlemi ne zaman zayıf düşse, ne zaman işgallere maruz kalsa bu sözde âlimler “Tevhid ümmetini” fer’i fıkhi meseleler üzerinden bir münazaraya gark ediyor. Hemen her asırda ümmet buna tanıklık etmiştir. Geçen asırlarda Müslümanlar kendi içindeki basit meseleleri büyük meseleler yapmış ve cühela ulema takımı da bu meselelere çözüm bulmak için kafa patlatmıştı(!). Bugün basit güncel meseleleri tartışmıyor sözde laklakan uleması, aynı zamanda, batının tartışmamızı istediği konulara da kafa yormayı bayağı seviyor. Geçen asırda “İslam Terakki’ye manidir” dediler ve bir asır vakitlerimizi işgal ettiler. Bugün de “İslam ve terör” üzerinden bir asrımızı çalmak istiyorlar. Cakarta’dan Tanca’ya yine sözde laklakan ulema taifesi basit halkın sorularını ümmetin asli meselesiymiş gibi tartışıyor ve batının gündemimize soktuğu soruları bir hayli severek mülayimce tartışıyor. Görüldüğü üzere sadece toprakları değil, zihnimizi ve vakitlerimizi de işgal ediyorlar.
İşte Fas’tan Malezya’ya İslam dünyasının gündemini işgal etmek için ortaya atılan konular… Pakistan’da bir Müftü selfi çekmek ve sosyal medyada paylaşmak haramdır diye fetva veriyor. Başka bir müftü sakala şekil vermek haramdır diyor. Hindistan’ın Kerala eyaletinde bir kadın toplu namaz kıldırıyor, ulema bunu tartışıyor. Başka bir tartışma konusu ise karı-koca aynı dizide oynar ve rol icabı dizide boşanırlar ise bu boşanma sayılır mı? Bir başka tartışma konusu da, bir kadından babası ve eşi aynı anda bir şey isterse kadın hangisini tercih etmeli? Aylarını aldı bu sorunun cevabı laklakan ulemasının… Malezya ve Endonezya’da ulema LGBT’yi tartışıyor, bunlara “sisters” denir mi? Perlis eyaletinde hocalar “bir kadın kocasının izni olmadan geziye çıkabilir mi?” sorusunu tartışıyor. Suudi’de kadın araba sürebilir mi, tartışması futbol maçı izleyebilir mi ve maçta slogan atabilir mi sorusuna dönüşmüş. Mısır’da bir zer/zevat çıkıp diyor ki, aynı iş yerinde mahremi olmayan biri ile çalışan kadın, adamı 5 kez emzirirse sütkardeşi olacağı için mahremi olur diye çıkış yapıyor. Fas’ta namazda eller serbest mi bırakılmalı yoksa bağlanmalı mı meselesinin yanı sıra ünlü hadis kitabı Buhari tartışma konularının başında geliyor.
Kısacası, İslam dünyasında öyle meseleler tartışılıyor ki, bunları kaleme almaya veya konuşmaya hayâ edersiniz. Gayri Müslimler bile bu tartışmalara bakıp bakıp gülüyor bu ulu hocalara. Klasik İslami metinleri okumak veya anlamaktan aciz, ya da anladığını iddia edenlerin ise onları bugüne taşımaktan tamamen yoksun bir güruh var. İslam âleminin hakiki krizi burada başlıyor. Kimisi eski fetvalara sarılıyor, kimisi şaz fetvalar bulup ortaya çıkarıyor, kimisi de daha tanımadığı dünyanın batıdan neşet etmiş söylemlerine sarılıp kendince yeni fetvalara ihdas ediyor. Hakikatte hepsi birbirinin aynısı. Düşünsenize 2 asırdır ulema, Kur’an’daki “D R B” sözcüğünün dövmek mi, yoksa ayrılık manasına mı geldiğini tartışıyor. Hâlbuki yapılması gereken her iki taifeyi de “D R B” etmek değil mi? Ruhsuz küçük beyinler…
Bugün gelenekçi veya modernist olduğunu iddia eden laklakan taifesi de bu girdabın içinde. Her iki taife de birbirine olan karşıtlıktan besleniyor ve ümmetin asli meselelerinden ümmeti fersah fersah uzaklaştırıyor. Gelenekçi-modernist kavgası tipik Şii-Vahabi kavgası gibi bir tartışma ve maalesef ikisi de birbirinden besleniyor. “Kullu hizbin bima ledeyhim ferihun…” (Rum / 32)
Bir gün Kahire’de bir grup aydın ile hasbihal esnasında ünlü yazarlardan biri, ABD’nin Ortadoğu’da dini cemaatleri ve grupları yakından izleyen bir merkez kurduğunu ve burada yüzlerce kişinin çalıştığını söyledi. Bu merkezin tüm dini cemaatleri yakından izlediğini, liderlerinin hayatlarının her evresinde yaşadıkları fikri değişim ve sosyal değişimi yakından takibe aldıklarını. Cemaat liderlerinin ve ileri düzeydeki üyelerinin tüm konuşmalarını ve kitaplarını muhafaza ettiklerini ve bazen buradan belirli konuları cımbızlayıp gündeme taşıdıklarını açıkladı. Mısırlı yazar, burada çalışan bir arkadaşının bu merkezin ayrıca dini cemaatlerin gündemini belirlemek için dini tartışma konularını da çok iyi bildiklerini söyledi. Bunların içinde gençler ve yaşı ileri insanlar olduğunu ve birçok ülkeyi yakından takip ettiklerini açıkladı. Mesela Türkiye’de 90’lı yıllarda basılan bazı dini kitapların bu merkezin üyeleri tarafından yazıldığını belirtti ve adını zikrettiği bir şahsın başka bir isimle Türkiye’de kısa süre yaptığı dini faaliyetlerden bahsetti.
BÜYÜK BİR DEĞİŞİMİN AREFESİNDEYİZ
Tarih boyunca derin kırılmaların ve büyük değişimlerin yaşandığı her dönemde toplumlar sanki bıçak ile bölünmüşçesine iki zıt kutup vücuda gelir. Kimse bunun nasıl oluştuğu konusunda fikir yürütmez. Herkes güncel olana ve elindekine nazar ettiği için istikbal telaşıyla bir tarafta bulur kendisini. Bu değişimi ve dönüşümü okuyamayan toplumlar, bazen karşı karşıya bile gelir. Bugün sadece toplumsal ve siyasi anlamda bir bölünmüşlük yaşanmıyor aynı zamanda dini alanda da büyük bir bölünme yaşanıyor. Geçen aylarda Çeçenistan Devlet Başkanı Ramazan Kadirov’un desteğiyle Grozni’de “Ehl-i Sünnet Konferansı” adı altında bir araya gelen bir grup ulema, bunların arasında Ezher’den tutun Körfez’e kadar birçok isim katılmıştı, Ahmet Tayyip, Ali Cifri, Ali Cuma, Said Fude ve Hatim el-Avni gibi isimler. Zalim bile olsa Müslüman bir yöneticiye karşı ayaklanmayı haram gören bu ulema Yusuf el-Karadavi’nin başkanlığını yaptığı Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği’ni ise zalim yöneticilere karşı halkları isyana teşvik ettikleri için alimlikten azletmişlerdi. Belki de İslam dünyasının daha doğrusu Sünni dünyanın bugün tartışması gereken konuların başında bu mevzu gelmektedir. Sünni dünya ya İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, Ahmed bin Hanbel ve İmam Malik’in çizgisine yeniden dönecek ya da zalim yöneticilerin Müslüman halkları katlinin yanında yer alacaklardır.
Dinler dünyasının, süper güçlerin ve büyük devletlerin siyasi duruşlarından ve uluslararası alınan kararlardan uzak olmadığını görmekteyiz. Bilakis, sistemlerinde açık olarak “laikliği” benimsediğini ilan eden devletlerin dahi dini bir bakış açısının tesiri altında siyasi tutumlar sergilediklerini ve kararlar aldıklarını müşahede ediyoruz. ABD, Hindistan, İsrail, Sri Lanka vb birçok devlet bunun en bariz örneği olarak verilebilir. Batı medeniyetini temsil eden siyasi ve fikri öncüler, İslam’ın, dünya liderliği için salahiyetini/ehil oluşunu, günümüz Müslümanlarının fikri ve siyasi önderlerinden daha çok idrak etmektedirler. Ve yine düşünürleri ve siyaset belirleyicileriyle Batı’da bir histeri ve İslamofobi üreten, aldıkları kararlar ve tutumlarına etki eden gerçek, İslam’ın, ayağa kalktığı zaman –ve o Allah’ın izniyle bir dirilişin yolundadır- Batı medeniyetinin, karşısında duramayacağı tek ideoloji veya alternatif medeniyet olduğunun da idrakinde olmalarıdır.
21. yüzyılda dinin artık fazla önemi olmayan bir mesele sayılmayıp bilakis uluslararası ilişkilerde ve siyasette asli bir unsur ve toplumsal hayatta en önemli unsur olduğunu birinin bize hatırlatmasına ihtiyacımız yok. Sorun Müslümanların dünyanın sorunlarına hakiki manada eğilmemelerinden kaynaklanıyor. Müslümanlar uzun bir zamandır dünyadaki problemler hakkında konuşmuyor ve çözüm üretmiyor. Ya da en iyi hallerinde kendi kendilerine konuşuyorlar. Fakat artık bu durumdan çıkmaları, dünyanın ve ötekinin sorunlarına eğilme zamanı gelmiş ve geçmiştir bile. Fakat böyle bir şey, Müslümanların özeleştiri yapmalarını, dirilişlerini ve görevlerini yapmalarını sağlayacak konularda ciddi bir şekilde düşünmelerini gerektiren zayıflıklarını idrak etmeden ve aynı şekilde ötekilerin dünyasında olup bitenlerin en önemlisi olana din meselesini idrak etmeden acaba gerçekleşebilir mi?
Şüphe yok ki modern insan, yaşamının bütün yönleri ve çalışma sahalarında düşünce ve davranışta kendisini çekiştiren değişik akımların bulunduğu bir dünyada yaşamaktadır. Hayat tarzları, geçim yolları ve araçları büyük bir şekilde gelişti. Özellikle son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmeler insanın kendisine ve çevresindeki şeylere bakışını ve bunun sonucu olarak da görüşlerini ve fikri yönelimlerini büyük ölçüde değiştirdi. Rönesans, reformlar dönemi, aydınlanma, sömürgecilik, sanayi devrimi, milliyetçilik, farklı iktisadi doktrinler, değişik bilimsel metotlar, bunların hepsi modern insanın tarihinin safhalarıdır ve çağdaş insan bütün bunların neticelerini devralmıştır.
Bazılarının tarihsel rolünün bittiği, bazılarının intihar ettiği bu modern felsefeler ve düşünce akımları, başka hiçbir delil sunulmasına gerek bırakmayan yaşadığımız vakıada gördüğümüz gibi insanın mutluluğunu gerçekleştirmek ve ona mutlu olacağı saygın bir hayat vermekte başarısız olmuştur. Bilakis bunlar insanın maddi ve ruhi olarak perişanlığını artırmış ve insanlığını kaybettirmiştir.
Bu fikri akımlar insanın ideal kabul ettiği değerleri ilga edip yerine mal, güç, çıkar gibi idealler koymuş ve bunları ilga etme veya değiştirmede başarılı olmasa da endişe, korku ve gerilimin bulunduğu bir ortam oluşturmakta veya bunları artırmakta başarılı olmuştur. Post modern dönem bir illüzyondur ve gelecekten emin olmama ruhunu insanlara aşılamaktadır. Güncel olayları dahi yorumlayamaz olur insan kesif bir şekilde yağan enformasyondan dolayı. Bu ardından psikolojik ve toplumsal çöküşe götürür. Bunun adı modernizmin krizidir hakikatte.
Üstad Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat şiirinde deyişi ile;
Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı Günlere geldim bunu bana öğretmediniz Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim Bunu bana söylemediniz İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler Bunu bana öğretmediniz Kardeşim İbrahim bana mermer putları Nasıl devireceğimi öğretmişti Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz.
Not: Vakit bulursak bu yazının devamı mahiyetinde 5 yazı daha kaleme almayı düşünüyorum. İlkinin başlığı şu olacak: “Allah’sız Din, Nebisiz İslam ve Ulemasız Müslümanlar…”. İkincisinin başlığı ise “İslam tarihinde sultan/siyaset ve ulema ilişkisi” üzerine olacaktır.
Ey Resûlüm! Öyle yalnız ve biçareyim ki, öyle gamlar ve acılar içindeyim ki… Derdimizi paylaşacak kimseler bulamıyoruz… Devaya muhtacız, lakin alîlliğimize tabîb-i mihribân yok… Ziya Paşa’nın ifade-i cemaliyle, Belâ-yı mâsivâya mübtelâyız, Zebûn-ı pençe-i nefs ü hevâyız… Alemi Ser-â-pâ zulüm sarmış, biz gedâlar ise bakî mücrimler gibi tvlerden seyrederiz vahşeti…
Ey Resûlüm! Öyle hüzün doluyum ki, nisan yağmuru olup akasım var denizlere… Beraber kuytu bir köşede ağlayacak kimselerimiz kalmadı… Elsinelerimiz mecrûh, bedenlerimiz paramparça… Deli divane deveran ediyoruz dünyanın dört bir yanını… Fakat nafile… Kaçış yok… Hâlimizi Rabbimiz ne güzel eylemiş sual ile tasvir: “Fe eyne tezhebûn?!..”
Ey Resûlüm! Öyle zulümlere tanıklık etti ki dünya son yıllarda, tarih benzerini hiç yaşamadı… Irak’ta 1 milyon insan katledildi… Suriye’de 1 milyon insan yok edildi… Yemen’de, Afganistan’da, Filistin’de ve Libya’da her gün çocuklar ölüyor… Mustazafların ve duâfanın feryad-ı figânı arşı âlâyı sarsıyor…
Ey Resûlüm! Öyle bigane bir hayat içinde akıp gidiyoruz ki, Doğu Guta’da enkazların altından haykıran çocukların sesine nefes olamıyoruz… 2012’den beri kuşatma altında feryat eden Guta’daki çocukların ve kadınların acılarına ve yaralarına ancak taşlar bir lerze ile eşlik ediyor…
Ey Resûlüm! Öyle bir fitneye düçar olmuşuz ki, hakikati göremez durumdayız… Zalimler, yeğenin o büyük imam Zülfikar’ın adını kullanarak karadan ve havadan bombalar yağdırıyor muhasara altındaki ümmetinin yetimlerine… Dersin ki, bunların İsrail’den, ABD’den ve Rusya’dan ne farkı kalmış…
Ey Resûlüm! Öyle bir haldeyiz ki, bir tihten başka bir tihe sürükleniyoruz… Elimizden tutup kaldıran kalmadı… Sen yetimdin, bugünse ümmetin yetim… Hani demiştin ya: “İslam garip başladı ve garip olarak dönecek. Ne mutlu o gariplere…” İşte ümmetin bugün hem yetim hem de garip guraba bir halde…
Ey Resûlüm! Öyle bir utanç içindeyiz ki, haremlerimiz ve kudsiyatımız işgalcilerin namluları altında kirletiliyor… Kudüs yine mahzun, Aksa’ya dokunsan sana neler anlatacak bir bilsen… İsra ve Miraç diyarında İsa’lar işkenceler altında, Yakuplar ise yine katlediliyor… Roma vahşeti bu kez ABD adıyla zuhur etmiş…
Ey Resûlüm! Öyle bir korku ve dünya sevgisi içindeyiz ki, bu sayımızın azlığından kaynaklanmıyor… Bilakis ümmetin bugün 2 milyarı bulmuş, Müslüman devletlerin sayısı 50’yi geçmiş durumda… Fakat hali pür melalimizi sorsan, selin önündeki çer-çöp misali… Nereye akıp gittiğimiz belirsiz…
Ey Resûlüm! Öyle bir hiçleştik ki, yeniden bir adem noktasındayız… Vardığımız bu sıfır noktasında yok olduk… Belki tarih buradan yeniden başlar diye ümit ediyoruz… Kurulacak yeni medeniyet, 5 düvel-i muazzamanın çıkarını koruyan ve mazlumların haklarını görmezden gelen müesseseleri yok eder, mazlumların sesine Zülkarneyn olur…
Ey Resûlüm! Öyle bir dehşet içindeyiz ki, zaman yanıyor, mekan buharlaşmış, hayallerimiz bile figân ediyor… Sabah güneşinin farklı doğacağı günü bekliyor gibiyiz… Fakat, Yüce Mevlaya söyleyecek sözümüz olmadığı için, biz muhtâc-ı devâ esîmler, her gün eriyip eriyip gidiyoruz…
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su.
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su.