Marmara denizinin kenarında ıssız bir gecede, yalnız başıma bağrımda üzüntülerin ve başımda azap veren şüphelerin olduğu bir anda, 1990’lı yılların başına, yani liseye yeni başladığım yıllara dönüyorum. O günlerde meşhur İslam âlimlerinden İmam Gazâli (1058-1111)’nin kitaplarından “Âbidler Yolu”nu okumuş ve derinden sarsılmıştım. Aylardan mayıs ayıydı. Kitabın içimde yarattığı dalgalar beni boğuyor, yaktığı ateş içimi kavuruyor, estirdiği fırtına gençlik baharımı birden bire kışa çeviriyordu. Kitabın etkisiyle yanıma azıcık bir erzak almış, kendimi Şerafettin dağlarına vurmuştum. Yaylalar, kırlar, ovalar dolaşıyor, kalabileceğim uygun bir mağara arıyordum. Çünkü kitapta okuduklarımdan sonra kurulu tüm düzenler bozulmuş sığındığım tüm evler virane olmuş, insanlar yabancılaşmıştı. Kurtuluş, bir mağarada inzivayı işaret ediyordu. Gittim. İçimdeki dalgalar fırtınalar ve yangınlarla birlikte kendimi bir mağaraya attım. Hakikat ateşinin yandığı mağara ve onun önünde oynaşan gölgeleri seyirle geçti günler. Fakat bir hafta dolmadan erzağım bitmişti. Aç ve bitkin, yapayalnız, dağlarda deli divane dolaşmanın fayda vermediğini görmüş; artık şehre dönme kararı almıştım. Mağara ne yangınlarımı söndürmüş ne de fırtınalarımı dindirmişti. Lakin dağlardaki mis kokulu çiçekler, pırıl pırıl akan dereler ve billur suları ihtiva eden küçük su göletleri ve geceleri elimi uzatsam tutarım sandığım gökyüzünde bana göz kırpan yıldızlar eşliğinde muhayyilede engine bir yolculuğa râm olmuştum. Fakat tüm bunlara rağmen istemeyerek de olsa şehre dönüyordum.
Benzeri bir haleti ruhiyeyi geçen asrın büyük İslam âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi de (1877-1960) yaşamıştı. Üstad da Gazâli’nin “Âbidler Yolu” adlı kitabını okuduktan sonra, kendini mağaralara atmıştı. İstanbul’da Yuşa Tepesi’ne, Bitlis ve Van’da ise mağaralara çekilmişti. Üstad o halini şöyle tasvir ediyordu: “İnzivaya çekilmekten maksadım; zikirle, evradla ruhen tekâmül etmek, tefekkür ve temaşa ile idrakimi genişletmekti.” Üstad Bediüzzaman, İmam Gazâli’nin “mağara” metaforunda anlatmak istediğini anlamış ve girdiği inzivadan kavi bir şekilde çıkmıştı hayâtın tüm dikenli yollarına. Kendim ise gençliğin verdiği heyecan ile çıktığım yolda daha mağarada kendimle karşılaşmadan, koşar adımlarla hayatın hızlı ve girift yollarına dalmıştım.
İşte böyle, hayatın belirli merhalelerinde insanın zihnini bazen çok derin sorular teşviş eder. Bazen de yaşanan büyük toplumsal değişimler sonrası ne yapacağını bilememek hali insanı önce hayrete sonra yollara düşürür. Düşe düşe kendi ayakları dibinde bulur o eskiden tanıdığı beni kendine şaşkın şaşkın bakan o yabancı kendini. Böyle durumlarda hakikat yolcusu, soruların peşine düşerek onların cevaplarını arar. Ya yolda karşısında ilimde okyanus gibi bir insan çıkıverir ve ona bütün sorularının cevabını verir ya da yolu yalnız tamamlar, yolun sonunda kendiyle kalıverir, yapayalnız. Etrafı kendini ve kâinatı okumak ve anlamak arzusundaki insan, hayatının belirli dönemlerinde bu tür hallere hem de bazen bazen defalarca düşebilir. Kimler düşmedi ki bu hale! Kimlerle karşılaşmadık ki karanlık mağaralarda. Hıristiyan âleminin İmam Gazâlisi olarak bilinen Cezayirli St. Augustinus (354-430) bunlardan biridir. St. Augustinus’un “İtiraflar” adlı kitabı, hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon’un, kimi zaman şüphecilerin öğretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygılarına şifa bulamayan huzursuz bir ruhun sessiz çığlığıdır. St. Augustinus, zihnindeki sorulara cevap aramak için girdiği mağarada ya da evinin bahçesinde ruhsal bunalımını şöyle anlatıyordu: “Deliriyordum, ama aklımı başıma getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeniden doğacak şekilde.” Derin bir tefekkür sonrası bu bunalımdan kurtulan St. Augustinus, hıçkırıklarının böylece sustuğunu ve sessizliğe büründüğünü içli bir üslupla anlatır.
Benzeri bir hale “Huccetü’l İslam” lakablı büyük İslam âlimi İmam Gazâli de (1058-1111) düşer. Zihnine üşüşen şüphe ve tereddütler peşini bırakmaz. İmam Gazâli, bu halden kurtulmak için Bağdat’tan ayrılıp Şam, Lübnan, Kudüs ve Mekke arasında mağaralarda inzivaya çekilir. Büyük üstad bu halini şöyle anlatır: “Kalbime bir elem düştü. Yediğimi içtiğimi sindiremez oldum. Tabii güçten düştüm. Bedenim zayıfladı. Tedâvisinde tabipler âciz kaldı. Her yerden ümidim kesildikten sonra Hak subhanehu ve Teâla hazretlerine iltica ettim.”
Gazâli bu on yıllık inziva döneminde aklında ve kalbinde şüpheler taşıyarak girdiği mağaralardan ünlü “El-Munkizü Mine’d-Dalal” adlı eserini kaleme alarak çıkar. İmam Gazâli öteden beri kendine has bir karakter taşıyan kimse idi. Ne kadar dini fırka ve mezhep varsa hepsinin görüş ve düşüncelerini iyice incelemeyi ve tetkik etmeyi isteyen mütecessis bir ruh yapısına sâhipti. Gazâli döneminde Bağdat şehri dünyanın her cins düşüncelerine, fikri akımlarının toplandığı kimi zaman münazara kimi zaman savaş ettiği açık bir muharebe meydanı gibiydi. Şii, Sünni, Mutezile, Zındık, Mülhid, Putperest, Ateşperest, Hıristiyan, Yahudi vs. Bağdat meydanında ilmi tartışmalar yapar, birbirleriyle mücadele eder, hiç kimse de bu duruma itiraz edemezdi. Gazâli şöyle der: “Ben, teker teker batıni, zahiri, felsefeci, kelamcı, zındık ile buluşur düşüncelerini sorar öğrenirdim.” İşte böyle bir dönemde şüpheler içine gark olan Gazâli, sükûn içinde herkesten uzak bir hayat yaşamak istiyordu. On yıl aralıksız Şam, Kudüs, Mekke ve Sina Çölü arasında çoğunlukla harabe denecek ıssız yerlerde ve mağaralarda çile çekti. Gazâli, “İhyau’l Ulumu’d Din” adlı eserini de bu dönemde kaleme almıştır. Gazâli kitabında, mağara, sahra ve ovalarda kendisini dolaşmaya sevk eden şeyin, hakikati bulma ve gerçeği araştırma arzusu olduğunu belirtmektedir. İmam Gazâli, “Abidler Yolu” isimli kitabında şöyle der: “Öncelikle kul, zayıf bir varlıktır. Zaman çok zor bir zamandır. Din işi, inişli ve çıkışlıdır. Boş zaman neredeyse hiç yok gibidir. Meşguliyet ise, sayıya gelmeyecek derecede çoktur. Ömür kısadır. Amel ise, hatalarla doludur. Bütün bunların hesabını görecek olan zâtın gözünden hiçbir şey kaçacak değildir. Sonunda gidiş Allah’a dır. Ecel yakındır, yolculuk çok uzundur.”
HİRA, KEHF VE PSİKİYATR JUNG
Büyük düşünürler, derin sorularla karşı karşıya kaldıklarında bu soruları kimselerle paylaşmaz kendi başlarına çözmeye çalışırlar. Sorularını başka insanların zihnine sunmak ve terketmek suretiyle onlardan kurtulmaktansa sorularını sahiplenerek yine kendi sorularına kendi cevaplarını ararlar. Bu da onları yalnızlığa iter. Toplumdan uzak tutar. Bundan dolayı mağaralara ya da adalara sığınırlar. Çünkü mağara ilk insanın sükûnet yeri ve sığınağıydı. Hira Dağı da Hz. Peygamber’in (sav) insanların arasında içi sıkıldığında veya zihnine sorular üşüştüğünde kendi kabuğuna çekildiği yer değil miydi? Mağara, hem vurdumduymaz toplumdan uzaklaşmak hem de yeniden diriliş için bir sığınaktı.
Ashab-ı Kehf’in de iltica ettiği mağara, yeniden dirilişi temsil ediyordu. İsviçreli ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung (1875–1961) Kur’an-ı Kerim’deki Kehf suresini incelerken şöyle demektedir: “Mağaranın, tarih öncesi devirlerden beri insanları etkilediği, ibadetler için kullanıldığı bilinir. Pek çok dinde mağaraya kutsallık atfedilmiş, İslâm dininde de özel bir yere sahip olmuştur.” Kehf suresini kendince anlamaya çalışan meşhur psikiyatr Jung’a göre mağara, yeniden doğuşun gerçekleştiği yer, insanın
kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı gizli bir oyuktur. Yine Jung’a göre Ashab-ı Kehf kıssasının anlamı şudur: “Birey kendi içinde taşıdığı mağaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse, kendini önce bilinç-dışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinç dışına girmesi, bilinci ile bilinç-dışının içerikleri arasında bir bağ kurmasını sağlar. Bunun sonucunda, kişiliğinde olumlu ya da olumsuz anlamda kökten bir değişim olabilir.” Müslümanların yaşadığı Mısır, Cezayir, Tunus, Fas ve Büyük Sahra’ya geziler yapan Jung, Kehf/Mağara adını taşıyan sureyi psikomitolojik yaklaşımlar ile yorumlamıştır. Jung, Kehf sûresinde yer alan üç kıssayı -Ashâb-ı Kehf, Hızır, Zülkameyn kıssaları- birbirini tamamlayan, destekleyen veriler olarak değerlendirip, yorumlamıştır. Ashâb-ı Kehf, kıssasısın üslubu ve içerdiği mesajlar, “yeniden doğuş/diriliş” konusunda Jung’u derinden etkilemiştir. Bu yüzden özellikle Kehf sûresinin 17. âyetini merkez alarak kıssayı yorumlamıştır. Yeniden doğuşun biçimlerinden birisi gerçek dönüşümdür. Buradaki yenilenme bir varlık değişimidir.
İDEALAR MAĞARASI VE CEMİL MERİÇ’İN “MAĞARADAKİLER”İ
Ünlü Yunan filozofu Platon/Eflatun (M.Ö 427-347)’un “İdealar Mağarası”nı da buna örnek olarak verebiliriz. Platon’un meşhur mağara metaforunda, mağarada insanlar sabitlenmiş bir halde sadece karşılarındaki duvarı görebilecekleri şekilde oturuyorlar. Elleri ve ayakları zincirli olduğu için insanlar, sağa sola dönemiyor. Karşılarındaki duvardan bir takım gölgeler geçiyor ve bir takım sesler çıkıyor. İnsanlar başka bir yere bakamadıkları için hatta mağarada bile olduklarını bilmedikleri için yegâne gerçekliğin; karşılarından geçen gölgeler olduğunu ve o gölgeler geçerken duydukları sesin de o gölgelerin adı olduğunu düşünüyorlar. Bir noktada aralarından birkaçı zincirlerini gevşetmeyi başarıyor ve tek bir yöne değil içinde bulundukları mekâna 36o derece bakabiliyorlar. Bu şekilde görüyorlar ki o yegâne gerçeklik olarak düşündükleri gölgeler aslında arkalarındaki bir ateşin önünden geçen insanlar ve insanların taşıdıkları nesnelerin oluşturduğu gölgeler… Bu duvardaki yansımalar ve yansımaların oluşmasını sağlayan birilerinin taşıdıkları nesneler bu dünyaya ait ve oradaki ateş bu dünyanın işleyişinin temel kaynağı olarak tasvir ediliyor.
Platon’un bu mağara benzetmesinden: Mağaraya zincirlenmiş insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş kişiyi temsil eder. Mağara; toplumu simgeler. Zincir; toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleştirilmesinde engellerdir. Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Kısacası “İdealar Mağarası”nın vermek istediği mesaj şudur: Taassup ve dogma zihinlerden uzaklaştırılmadıkça insan hakikate yol alamaz. Hz. İnsan olamaz.
Günümüz modern insanı ise mağarada zincirlenmiş köleler olduklarından bile habersizdir. Kierkegaard “Neşeli Bir Yangın” adlı yazısında mevcut durumu şöyle bir ironiyle izah etmiştir: “Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir? Tiyatronun kulisinde bir yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.”
Üstad Cemil Meriç de Platon’un “Mağara” metaforu ile başladığı “Mağaradakiler” adlı kitabında şunları not düşüyordu: “İnsanlık aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi. Hakikatte mağaranın içi de, dışı da bir. 150 yıldır bir gölgeler âleminde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından kopan aydının trajedisi. Amacı yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek…” Bu mağaradan kurtulan, cisimlerin gerçeklerini, suyu ve güneşi gören bir kişi, eğer tekrar mağaraya dönüp insanlara bunu anlatmaya kalksaydı ona inanmazlar ve alay ederlerdi. İşte bu mağaradan kaçan ve insanlara gerçeği anlatmaya çalışanlar, aydınlardır. Bu metafordan hareketle kitabın birinci bölümünde “mağaranın dışındakiler” olarak aydınları anlatır Meriç. Türk aydınının dramını ve genel olarak Batı aydını ve Rus entelijansiyasını anlattığı “Mağaradakiler” kitabında uyuşan şuurlarımıza bir mızrak gibi saplar ifadelerini… Ve mağara… “İçindekiler biziz” der yazar.
12. yüzyılda yaşamış olan Endülüslü İslam bilgini İbn Tufeyl (ö.581/1185) tarafından Arapça olarak kaleme alınan “Hayy b. Yakzan” adlı felsefi roman, ifade edildiği kültürde mündemiç paradoksları ve çelişkili kutupları sahneye taşır. Hayy’ın bir adadaki mağarada tek başına yaşaması, Platon’un mağarasına benzer şekilde felsefi bir alegoridir. 12. yüzyıl İspanyası’ında, Endülüs’teki bir çocuğun hikâyesi. Bir Ceylan tarafından emzirilen çocuk annesinin ölümü üzerine kendi kaderine bırakılır. Hayy, bir ölçüde, deniz kazası sonucu bir adaya düşen Robinson Crusoe’ya benzer şekilde herhangi bir insan müdahalesi olmaksızın mutlak bir yalıtım içinde büyür. Onun fıtri aklı tedricen gelişir. Böylece zamanla hakikati bulur…
Dünyanın gelmiş geçmiş dehalarından biri olarak kabul edilen İtalyan sanatçı Leonardo Da Vinci (1452–1519)’nin de küçüklüğünde ailesinden kaçmak için sığındığı mağaranın onda resim ve sanat aşkını doğurduğu belirtiliyor. Da Vinci’nin, Arno nehri boyunca sığındığı mağarada gördüğü resimler ve fosillerin büyük yazarın tefekkürünü artırdığı gibi sanat yönünü de güçlendirdiği ifade edilir.
Bugün Şanlıurfa’da bulunan ve balıklı göle çok yakın olan, Hz. İbrahim (as)’ın doğduğu ve bir geyiğin emzirdiğine inanılan mağara da İbrahim (as)’ın, daha küçük yaşta toplumun içinde bulunduğu inhirafı görmesine yardımcı olmuştu.
İşte bundan dolayı geçmişten bugüne tarihçiler ve bilimadamları, mağaraların insan üzerindeki bu etkisinin sırrını araştırmaya ve öğrenmeye çalışıyor.
ÂSAF HALET ÇELEBİ’NİN MAĞARASI
Meşhur şairimiz Âsaf Halet Çelebi (1907-1958)’nin de, bir “Mağara”sı vardır. Ama onun mağarası çok farklıdır. Çelebi, “Mağara” adlı şiirinde mağaranın onda oluşturduğu etkiyi şöyle anlatır:
İçimdeki mağarada
kurumuş ölüler yatar
zehirle gülen zümrüt
ve yakut yatak içinde
bir zaman
beni uğurlamaya gelen
haramiler
içimdeki mağarada
bir yığın kitap var
bakınca yakından
tasvirlerin gözleri oynar
ve konuşur
hepsinin yüzleri benim yüzüm gibi
ve gözleri benim gözüm gibi.
Aradığı çocukluğudur.
Âsaf Halet Çelebi’nin bu şiirini tahlil eden uzmanlar, Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939)’un bilinçaltı psikolojisiyle şiiri şöyle değerlendirirler: “Şairin ele aldığı imgeler, önceki hayatından şiirine yansımış hayal / gerçek karışımı objelerdir. Şair, şuuraltındaki birikintileri mağara-akıl-hafıza üçgeninde şiirleştirir. O, bir hayalin, bir özlemin peşinde, yaşadığı zamanı aşıp tarihsel bir yolculukta soyut gerçekliği arayan düşünceler yaratır. Şiirlerinde, günlük yaşamdan uzaktır. Bunun nedeni, yaşanan zamanda, güzelliğe ve saflığa yer olmamasıdır. Bu yüzden o, içindeki karanlık mağarada çocukluğunu arar, onu yüceltir. İçindeki mağarayı, hiç unutamadığı en güzel zamanlarını, ‘mağara’ şiirinde, bir tabuta benzetir. Orada kurumuş ölülerin yattığını belirtir. Çelebi’nin şiirlerinde masal kitabı ise, çocukluk ve çocukluğunun yanında durur. Bilinç, Çelebi’de yitirilmiş bir masal dünyasının içinde saflığını arar.”
“YÂR-I ĞAR”
Kadim edebiyatımızda da mağaranın yeri farklıdır. Özellikle Fars ve Türk edebiyatında mağara için nitelemeler kullanılmıştır. Bu konuda edebiyatımızda yer bulmuş mağara ile ilgili nitelemelerden biri “Yâr-ı Ğar”dır. Farsça yâr (dost) ve Arapça ğar (mağara) kelimelerinden oluşan tamlama “mağara dostu” anlamına gelir. Hz. Ebu Bekir’in, Hicret yolculuğunun başında Hz. Peygamber (sav) ile Sevr mağarasındaki arkadaşlığını işaret eden lakabı. Resul-i Ekrem, Hicret etmesini önlemek isteyen müşriklerin kendisine engel olmamaları için yola çıkacağı gece yatağına Hz. Ali’yi yatırmış, ardından Hz. Ebu Bekir’in evine giderek onunla gizlice Mekke’den ayrılıp şehrin dışındaki Sevr mağarasına sığınmış ve takipten kurtulmak için ikisi orada birkaç gün saklanmıştı. Bu sırada bir çift güvercin mağaranın ağzına yuva yapmış, bir örümcek de ağını örerek girişi kapatmış, onları arayanlar, mağaranın önüne geldiklerinde yakalanacaklarından korkan Hz. Ebu Bekir’e Resul-i Ekrem: “Üzülme, Allah bizimledir” (La tahzen! İnnellahe meana) demiştir. Sevr mağarasında ve Hicret yolu boyunca karşılaşılan zorluklara Hz. Peygamberle beraber katlanarak onu korumak için her şeyi göze alan, her türlü fedakârlığı yapan Hz. Ebu Bekir’e Peygamber’in mağaradaki arkadaşı manasına gelen “Yâr-ı ğar” lakabı verilmiştir.
Divan edebiyatıyla dini-tasavvufi edebiyatın tevhid, na’t, hilye-i Çeharyar, hicretname, siyer, mi’raciyye gibi türlerinde Hz. Ebu Bekir için kullanılan “yâr-ı ğar”; yakın dostluğu, en üst seviyede fedakârlığı ifade etmek için kullanıldığı gibi, ayrıca remiz ve mazmun olarak da başvurulan bir tabir haline gelmiştir.
Hamdullah Hamdi’nin na’tında yer alan,
“Bu yar-ı ğarının kim erer medhi gavrına
Sen akl-ı evvelin kim eder sanisin sena.”
beyti, Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’e yakınlığını pekiştirmek amacıyla ayetteki “ikinin ikincisi” tabirinin telmihen zikredilmesine örnektir.
Yâr-ı ğar, Türk edebiyatında mecazen “yakın dost, can dost, güvenilir arkadaş, onsuz yapamayacağı dost” anlamında da kullanılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin Divan-ı Kebir’deki, “Yar Mera ğar mera” (Yar sensin, ğar/mağara sensin) Şems Divanı’ndan alımış Mevlana’nın 37. şiiri. Herşeyimsin –mutlu edenim de sensin, acı verenim de sensin. Bade sensin, kadeh sensin, pişmiş sensin, ham sensin, bizi çiğ sanma sen. Sen sensin. “Biş meyazar mera” bana artık acı verme bundan fazla… Can…
MAĞARALARIMIZ VE YÂR-I ĞAR’LARIMIZ VAR MI?
Modern insan ne kadar da yalnız ve mahzun. Bütün hayâtı telâşe, koşuşturmaca ve stres içinde devri daim ediyor. Düşünecek, tefekkür edecek ne hâli ne de mecâli var. Tüm saatleri işgal altında. Kendine ayıracak vakti bile yok. Haftada bir günlük iznini uyumak ve yılda bir aylık iznini de kendince bir meşgale ya da eğlence ile geçirip kendine vakit ayırdığı zehabına kapılıyor. Hâlbuki ne kadar da acınası bir hal. “Kadim çağların Müslüman köleleri bile bu kadar hayatlarını efendilerine sunmamışlardı.” diyor ünlü Fransız düşünür Bruno Etinne. Hem öyle efendiler ki kendileri de köle! Hürriyet nedir bilen o Efendiye de hiç benzemiyorlar. Modern insanın hayatı durdurup nereye koştuğunu soracak ânı bile yok. Dinlenmek için gittiği şehirlerdeki parklar da bile düşünmek yerine etrafında hızlı akan hayatı bomboş izleyip yeniden stresini arttırmaktan başka bir iş yapamıyor.
Modern şehirleri de mağaralara benzetenler var. Çünkü insan, bu devasa metropollerde yalnız ve bir hüzünden başka bir hüzne yol alıyor. Zengini de fakiri de hakiki mânada mutlu, mes’ud ve mübtesim yüzler arar oldu. Mutlu ve mübtesim olarak gördüğümüz yüzler ise birer gölgeden ya da maskeden ibaret.
Peygamberlerin ve büyük filozofların büyük sorularla yüzyüze kaldıklarında, toplum ifsat olduğunda, insanların hayata maskeleri çıktığında ve hakikati aramak istediğiklerinde sığındıkları yerler mağaralardı. Çünkü orası ilk insanın sekînet bulduğu yerdi. Çünkü orası İbrahim (as)’ın yüce Allah’ı bulmak için sığındığı ve sorularına cevaplar aradığı yerdi. Çünkü orası insanın ifsat topluma, hem merhamet hem de muslih ruhuyla donanıp dönüşünü yaptığı yerdi. Çünkü orası hakikati bulmak için muhayyilenin geniş ufuklara kanat çırptığı yerdi. Çünkü orası insanın insanlığını keşfettiği yerdi. Bundan dolayı kutsal kitaplar, yeniden diriliş için “Kehf”i yani mağarayı işaret eder insana.
İnsanın sadece kendisine sığınacağı mağaraları değil aynı zamanda “Yâr-ı Ğar”ları da olmalı. Yarsız hayat olur mu? Aşksız hayat döner mi? Dönse dahi, çıkardığı iniltisi işitilir neşesi bilinir mi? İşte bundan dolayı insanın, bazen dış dünyanın hengâmesinden, gürültüsünden ve stresinden sıyrılıp kendini dinlediği, dinlendirdiği, toparlayabildiği ve tabiatın müziği ile başbaşa kaldığı bir mağarası yani Hira’sı ve Kehf’i olmalıdır. Hakiki ve ebedi dostluklar mağarada başlar. Hayatın curcunasından, dağdağasından heybetli dağların mağaralarına rücu ettiğinizde kâinat, gökyüzü ve yeryüzü sizlere görmediğiniz zenginliklerini gösterir. Böylece donanmış bir halde engin bir yürekle hakiki muhabbeti bulmuş olmanın sevdasıyla şehirdeki zavallı insana bir şeyler anlatmak için şehre akın edersiniz.
Mağara insanın, karanlık bir dehlizde hem kendini hem de kâinatı hakiki manada keşfiydi. Hakikatte mağaraya gidiş veya sığınış bir kaçış değildi, nefis tezkiyesi ya da inziva sonrası dönüp şehir yahut kasaba ile hesaplaşmaktı.
GAZALİ İLE MAĞARADA UZUN SOHBET
Erbain yaşının verdiği düşünceler ile Marmara denizinin kıyısında bir yandan lise yıllarındaki anılar ve mağara ile bu bilgiler zihnime üşüşürken, Nazım Hikmet’in “Tuna” şiirindeki dizeleri mırıldanıyorum içimden:
“Tuna’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin,
Karadeniz’e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin…
Geçeydin Boğaziçi’nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne,
Çarpaydın, çırpınaydın…
Yüksek sesle “Tuna”yı mırıldanırken Bursa yolunda gecenin bir vaktinde bir mağara çarpıyor gözüme. Her mağaranın olduğu gibi buranın da adı varmış: Oylat Mağarası.
Bu kez ciddi bir bunalımın eşiğindeyim ve sorularıma cevap için mağaraya engin ilmiyle İmam Gazâli ile karşılaşmak umuduyla giriyorum. Gençliğimde Şerafettin dağlarında bulmaya çalıştığım Gazâli’yi yıllar sonra İstanbul’un dışında bir mağarada buluyorum. Beni kapıda karşılıyor: “Hoşgeldin ey “yâr-ı ğar”, yıllar geçti bir yar-ı gar bekliyorum”. Kendimi tutamıyor, hıçkırıklara boğuluyorum. Sanki yıllardır aradığım hazineyi bulmuş gibi… Mutluluktan âdeta uçuyorum. Uzun uzun muhabbet ediyoruz. Ardından zihnime üşüşen sorularımı soruyorum. Felsefeden mantığa, kelamdan tasavvufa, eğitimden siyasete, fıkıhtan hadise, neler konuşmuyoruz ki… Ve hiçbir sorumu yarım bırakmıyor. Hepsine tüm içtenliğiyle cevap veriyor. Sabah ışıkları ile mağaradan büyük bir huzur ve sükûn ile çıkıyorum. Ufuktaki sessizlik, çiçeklerin güzel kokusu, kuş sesleri ve Marmara denizinin kıyısındaki Erguvanların muhteşem görüntüsü ile yeniden diriliyorum. İmam Gazâli ile mağarada yaptığımız uzun bir sohbet sonrası tüm yüklerinden arınmış bir tüy gibi İstanbul sokaklarında uçuşuyorum…
Not: Gazâli’nin sorularıma verdiği tüm cevapları inşaallah daha sonra yayımlayacağım. Makalenin uzamaması için burada kesmek zorunda kaldım. Mazur görmenizi temenni ediyorum. Hürmetlerimle…
Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...
DETAYLAR