Ömer Hayyam ile Mey/Hâne’de

İlkbaharın ilk günleriydi. Cemreler düşmüş. Soğuk günler geride kalmış. Dünyayı hafif bir sıcaklık sarmıştı. Her yeri rengarenk saran çiçekler, gelincikler, erguvanlar, papatyalar dünyayı bir gelin gibi süslemişti. Bahar yağmurları etrafın tozu ve toprağını temizlerken, çiçeklerin yaydığı güzel kokular, temiz havayla buluşunca insanı adeta mest ediyordu. Hafız-ı Şirazi’nin dediği gibi bu mevsimde yapılacak tek şey vardı: “Âlemi seyir.”

Bahar vaktidir; kalk çıkalım etrafı temaşaya,
Bir dahaki bahara kadar güven olmaz günlere.
Gönüldeki gam pasını siler gül rengi mey,
İyi dinle, böyle dedi bana temiz yaratılışlı bir bey.

İşte böyle günde, dostlarla buluşmak üzere Taksim’de karar kılıyoruz. Hava ne sıcak, ne soğuk. Latif bir gün. Hafif bir nesim rüzgârı yüzümü yalayıp geçiyor. Tabiatın yeniden doğuşunun insanın içine verdiği muştu bana Ömer Hayyam’ın bahar ile ilgili şu dizelerini fısıldıyor:

Güzel bir gün; hava ne sıcak, ne soğuk.
Yağmur gül bahçesinin tozunu alıyor.
Bülbül sarı güle hal diliyle
Feryat ediyor, diyor ki: İçmek gerek!

Hayyam’ın rubai’sini henüz bitirmiştim ki, camekândan bir çehre takılıyor yüzüme İstiklal caddesinde. Tanıdık bir sima. Cama yaklaşıyor ve içeri bakıyorum. Aman Allahım! Bu Ömer Hayyam’ın bizzat kendisi. 11. yüzyılda yaşamış olan Ömer, ne arıyordu 21. Yüzyılda? İçeri girip selam veriyorum. “Hoş geldin aziz dost seni bekliyordum” diyor. Şaşırıyorum. “Şaşırman garip değil! Zira bu dünya hep hayrette bırakır insanı” diye mırıldanıyor.

1040’lı yıllarda Horasan bölgesinin bilim ve sanat merkezlerinden Nişabur’da doğan Ömer Hayyam; matematikçi, fizikçi, doktor, astronom ve İslam irfan dünyasının seçkin adlarından biriydi. Onsekize yakın eser bırakmıştı. Öklid’in bir probleminin çözülmesi metoduna dair eseri, birçok batılı dile çevrildi. Hayyam 4. derece (kübik) denklemi çözen ilk matematikçi oldu. Celali takvimini de düzenleyenlerden biridir. Rubailer (Dörtlükler) adlı eseri en en çok bilinen eserleri arasındadır. Kendisine ait bizzat bilenen rubailerinin sayısı 50’yi geçmemektedir. Daha sonradan başkalarına ait rubailer de kendisine mal edilmiştir. Bu sebeple rubailerinin sayısı binleri bulmaktadır. Bunlar hayatında iken yazılmış değildir. Ölümünden dört asır sonra derlenmeye başlamıştır. Garb lisanlarına da tercüme edilen rubailerin Türkçe’ye tercümeleri, umumiyetle Farsça orjinalinden değil, Batı dillerindendir. Üstelik bazıları kendi ideolojileri istikametinde rubailerde değişiklik bile yapmıştır. Son yıllarda yapılan birçok Ömer Hayyam çalışmasında, ona ait olanlar veya olmayanlar diye ayırım yapılmaya başlanmıştır.

Asırlar sonra üstad Ömer Hayyam’ı bulmuş iken rubaileri ve aşkları üzerine konuşmak için can atıyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ın “Hayyam” adlı kitabı, Sadık Hidayet’in “Hayyam’ın Teraneleri”, Hüseyin Daniş’in “Ömer Hayyam Rubaileri” ve Amin Maalouf’un “Semerkant” adlı kitaplarından defalarca okumuştum onu. Üstadın hayatını Farsça ve Arapça eserlerden de iyice tetkik etmiştim. Bir yandan Hayyam’ın hayatını düşünürken, diğer yandan üstada sormak istediğim sorulardaydı aklım.

ALLAH’TAN DEĞİL İNSANLARDAN KORKAN İKİYÜZLÜ HAYVANLAR

Sohbete başlamadan önce sokakta yürüyen insanlar bizi görmesin diye sırtımı camekana veriyorum. Mey/hane’de iki sakallı ne arıyor, diye soracaklar? Hayyam bu esnada bana bakıp tebessüm ediyor. “Samimiyetsiz ve ikiyüzlü insanlardan mı bu kaçış” diye soruyor? “Eğer bu insanlar evlerinde ve iç dünyalarında oldukları gibi dışarıda aynı olsalar sokaklarda melekler onlarla gezerdi evlat.  Bu ikiyüzlü topluluk “Allah ne der?” diye düşünmez, bunlar “İnsanlar bize ne der?” diye düşünür. Onun için Allah’a karşı bile ikiyüzlü bu insanların hakkında verecekleri hükümlere değer verme. Sana ateşperest, deist, münkir, ayyaş ne derlerse desinler, aldırma! Mantıkta bir kural vardır: denir ki, “Her insan hayvandır, fakat her hayvan insan değildir.” “Hayvan” Arapça bir kelimedir, bildiğimiz dört ayaklı hayvan manasında değildir bu, “canlı” manasında kullanılır.” dedi ve okumaya başladı:

Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır,
Yüzünden aldatmaca, sahtekârlık yayılır.
Şarap içmiyor diye kasılıp gezer ama:
Yedikleri yanında şarap meze sayılır.

Sen sofusun, hep dinden dem vurursun,
Bana da sapık, dinsiz der durursun,
Peki, ben ne görünüyorsam o’yum,
Ya sen ne görünüyorsan o musun?

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce Tanrı’dan ne farkın kalır, söyle.

Dünya üç beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme; eşek eşeği beğenir:
“Hayır” var sana “kötü” demelerinde.

Bu dünyada en önemli şey, dost, arkadaş sahibi olmaktır. Dostun yok ise bil ki, bir hiçsindir. Ama dostunu da çok iyi seçmelisin. Eğer iyilerden dost seçmez isen, yaşanacaklara da katlanmasını bilmelisin.

Sırtından vurana kızma,
Ona güvenip arkanı dönen sensin,
Arkandan konuşana da darılma,
Onu insan yerine koyan yine sensin.

Kartal misali uçtum, ruh âleminden,
Sandım yücelme mümkün ahbap elinden,
Baktım gönülce sırdaş, dost yok bu elden,
Kaçtım, bu sade maddi insan selinden.

MAL, MÜLK, ŞÖHRET MÜCADELESİ

“İnsanların şu kısacık dünyada mal, mülk, para, şan, şöhret ve batıl inançlar için verdikleri manasız savaşlara diyecek bir sözünüz var mı üstadım?” diye soruyorum.

Bilge Ömer bir an durakladı ve derin bir hüzne gark oldu. “Her devrin başında dönen beladır bu. İnsanlar paraya ve makama köle olmak isterler. Evet, isterler evlat! Neden bilir misin? Hakk’a tek başına tahammül zordur da ondan.  İşte bu yüzdendir ki insanların çoğu batıl inançlarla Hak Dini süslemeyi sever.” dedi ve okumaya başladı:

Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkânlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır, bu sel yatağına?
Bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?

Yiyecek, giyecek dünyalıktan yana
Mazursun çalışıyorsun uğrunda
Gerisi boştur; topla aklını başına
Değerli ömrünü satma üç beş kuruşa.

Ve devam etti:

Yarım ekmeğin var mı? Bir ufak da evin?
Kimselerin kulu kölesi değil misin?
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?
Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin.

DÜNYA NASIL BİR YER?

“Üstad” dedim “Dünya nasıl bir yerdir? İnsanlar burada ne arıyor?”

Dünya yol güzergahı üzerindeki bir kervansaray, bir handır. Menzil değil, tariktir. Eninde sonunda buradan göçecek insan. Ancak; ölmek için yola düşülmez evlat. Yaşamak için sefer edilir… İnsan dünyaya geldi. Hakikatten bu yana itildi. Her hakikatin bir masalı vardır evlat unutma! Bu dünyanın neşesini bilmeyen hüznünü de bilemez, unutma! Kam almalı bu dünyadan, dem bu demdir unutma!” dedi ve okumaya başladı.

Birer masal söyleyip uyuya kaldılar
Dünya dedikleri bu kervansaray nedir?
Alaca renkli sabah, akşam atının durak yeridir
Yüzlerce Cemşid’den geriye kalan bir meclistir,

Yüzlerce Behram’a konak olmuş bir mezardır.
Yaşamın sırlarını bileydin,
Ölümün sırlarını da çözerdin;
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok;
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?

Üstad anlatmaya devam etti:

Herkes göçecek bu diyardan. Eski saraylar, hanlar yıkılacak, harabeye dönüşecek bir gün. Kumrular konacak yıkık sarayların duvarına ve ötecek, “hani nerede o eski hatıralar?” Bunun içindir ki, övünmeye, böbürlenmeye gerek yok. Dünya oyun sahnesi, rolüne bak sen. Kendi aynandaki suretine de asla inanma! Kendini bilmek kendinden gayriyle olur. İnsanın tüm dertleri ‘ben’in elindendir. Dermanı ‘ben’in gayrinden gelir. O dermanı çağırmayı unutma! dedi ve okumaya başladı:

Her gün biri çıkar, gelir, “benim, ben” demeye,
Zenginliğiyle, altın ve gümüşleriyle başlar övünmeye
İşlerinin tam düzene girdiğini sandığı anda,
Ansızın çıkar ecel pusudan, başlar “benim, ben” demeye.

O kasır ki feleğe dayamıştı yanını,
Şahlar koyardı eşiğine alnını.
Gördük ki surlarında üzerinde bir kumru,
Öterdi, derdi hem: “Ku, ku, nerde, hani?”

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.

KÂİNATA HANGİ NAZAR İLE BAKMALI?

Oyun içinde oyun sahne içinde sahne diye düşüncelere dalmışken, “bu koca kainatta ve evrende felsefemiz ne olmalı?” diye soruyorum üstada.

Her insan kendisine ben kimim diye sormalı? Nereden geldim? Niçin geldim? Ve nereye gideceğim? diye tefekkür etmeli. Felsefenin safsatası içinde bir ömür çürütüp “tutunamayanlardan” olmamalı. Onlarca filozofun adını ve kitaplarını bilmen önemli değil. Önemli olan, hayata bakışın ve o anda aldığın yaşam ruhudur. Hem dünyada insanların akıldan çok paraya önem verdiğini görürsen de üzülme. İnsanlık hallerine üzülme ama onları da bil.  Hak kelamı Kuran’ın insandan verdiği haberleri bilirsin: nankör, fasık, gafil, yalancı ve zanna uyan bir inkârcı. Haktan, hakikatten hoşlanmayan bir bedbaht. İşte insan bu kadardır evlat” dedi ve okumaya başladı:

Düşman yanılarak diyor ki, felsefeciyim ben,
Tanrı bilir, onun söylediği gibi değilim ben,
Ama şu dert yuvasına geldiğimden beri
Kim olduğumu bilmekten acizim ben.

Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi elalem!

BOL BOL ŞARAP İÇEN AYYAŞ BİRİ MİSİN?

Üstadın önündeki büyük şarap kadehine bakıp rubailerinde bol bol şaraptan bahsediyorsun! Ayyaş biri misin sen, diye soruyorum?

Bu sorum karşısında yine tebessüm ediyor. Senin bu soruyu sormaman lazımdı. Herkes benim rubailerimde kendini bulur. Fakat ben şarap, sevgi, aşk, muhabbet, şevk derken Âşıklar Sultanı İbnü’l Fariz ne mana murad etmişse aynısını kast ederim. Mecaz ve hakiki aşk mecz edilmiştir. Farız’ın “Kaside-i Hamriyye / (Şarap Kasidesi)”yi okursan, neyi kastettiğimi daha iyi anlarsın.

Ha unutmadan sana da şarap istedim, “bak işte geldi” dedi. Kadehin içine baktı, içi bomboş. Can havliyle üstadın da kadehinin içine bakıyorum o da boş. Üstad hayretime hayretsiz, bana bakıp yine içten tebessüm etti ve okumaya başladı:

Seher vakti; kalk ey naz kaynağı;
Yavaş yavaş iç badeyi, çal çengi.
Hayatta olanlar, kalmayacak çok.
Gidenler ise gelmeyecek geri.

Uyumuşum; rüyamda akıllı bir insan,
Dedi: Sevinç gülü açmaz uykuda, uyan;
Ne işin var bu ölüme benzer ülkede?
Kalk, şarap iç, sonsuz uykulara dalmadan.

En yüce söz olan Kur’an’ı
Devamlı değil de arada bir okurlar onu,
Kadehin çevresinde öyle bir ayet var ki;
Her yerde, her zaman, okurlar onu.

Rubailerimde eğlence, şarap, aşk dediğim için haksız ithamlara uğradım. Şark’ın dilinde şarap, meyhane, saki ve eğlence gibi kelimelerin sembolik manalar ihtiva ettiğini bilenler, az önce söylediğim gibi bununla ne murad ettiğimizi de bilirler. Meyhane de Zerdüşt dininde ibadethanenin adıdır. Tasavvufta ise “gönül alemi” manasına gelir. Hem okuduğunuz rubailerin azı benimdir. Çoğu zamanın kayd ve hüküm tanımaz elinden çıkmış ancak bana isnad edilmiş şiirlerdir.

SEYLAN ADASINDAKİ BÜYÜK AŞK

Aşk üzerine epey rubainiz var. Fakat evlenmediğinizi de biliyoruz. Bu sevdanın kaynağı nedir?

Durdu, gözlerime baktı. Ardından büyük hıçkırıkla ah çekerek ağlamaya başladı. Üstadın teskin olması için bir müddet bekledim. Sonra gözyaşlarını mendil ile sildi ve dedi ki: “Evlat sevda öyle bir şeydir ki, insanı uykusuz bırakır, berduş ve sarhoş eder. “Sevda” Arapça’da “Kara/siyah” manası gelmektedir. Türkçe’de iki kere “Kara sevda” denilmesi, aşırı, güçlü tutku ve sevgiye işaret eder. Malumdur ki aşk lafzı, Arapça’da sarmaşık demek olan ışk kelimesinden alınmıştır. Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da girdiği kalbi, hatta insanın vücudunu ihata etmesi dolayısıyla aşk ile tesmiye edilmiştir.  İşte ben de böyle bir “kara sevda”ya tutuldum. Hind ve Sind diyarlarını ziyaretim sonrası, Seylan adasındaki Müslüman bir Kral ve Kraliçe’nin kızına vuruldum. Kralın üç kızı vardı. Sevdiğim kızın adı Kamer idi. İki yıl, kraldan ve kraliçeden habersiz görüştük. Prenses medreseye gitmeden buluşur, Kirindi Nehri kenarında saatlerce hasbihal ederdik. İki yıl sonra kızı Kraliçe’den istediğimde ablaları ile birlikte benim bir köle olduğumu, prenses olan kızlarını bana vermeyeceklerini söyleyip, beni kapıdan kovdular. Kraliçe, “Kralımız bunu duyarsa seni idam eder.” dedi. Ama ben kapıdan ayrılmadım. Ya bir an ya bir asır orada öylece kaldım. Aşkta zaman mefhumu kaybolur evlat. An bir asır, asır bir an olur. . .  Ancak bir daha sevgilimi göremedim. Canânını kaybeden için canı bile yük olur. Ben de bir kaç defa bu yükten bunaldım ve canıma kast ettim. Ama ölüm bana el vermedi, Horasan’a geri döndüm. Bir gün haber aldım ki, Seylan adasını Budistler işgal etmiş, adını değiştirip “Sri Lanka” koymuşlar. Huysuz kral bu acı dolayısıyla kalp krizinden ölmüş. Kızları da Hind’e ve Sind’e kaçmış kimse bir daha haber alamamış. Kraliçe ise Allah’a isyanından dolayı kötürüm bir halde can vermiş, Kamer ise içtiği bir şeyden dolayı hastalanmış, kolundaki ve ayağındaki sedef tüm bedenini sarmış. Şifası bulunamamış ve ölmüş. Cansız vücudunu Kirindi nehri civarında bir yere defnetmişler. İşte benim hikâyem bu evlat. Evlenmedim, doğru işitmişsin fakat aşktan aşka kanat çırptım. Kalbim işte bu sevdalardan delik deşiktir. Bana aşktan haber istersen şunu dinle ama unutma; aşk bahsinde herkes kendi kıssasını hikâye eder.  Aşkı aşka benzetme, terkedilişi terkedilişle kıyas etme, kendi hikâyeni söyle dedi ve okumaya başladı.

Leyla isteyen kişi mecnun olmalı;
Kendisinden de, dünyasından da geçmeli.
Sevenlerin sofrasına çağrılınca,
Ben körüm, ben dilsizim demeli.

Uğrunda dertlere düştüğüm sevgili,
Bir başkasına tutulmuş, o da dertli;
Derdimin dermanı kendi derdinle:
Hekim hasta olunca kime gitmeli?

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende;
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

Sevgili, bir başka güzelsin bugün;
Kamer gibisin, pırıl pırıl gülüşün.
Güzeller bayram günleri süslenir;
Seninse bayramları süsler yüzün.

TOPRAK VE TESTİ ÖRNEKLERİ

Üstadım rubailerinizde şarabın yanı sıra testi örnekleri de çok fazla, bunun sebebi nedir?

“Evlat, şarap şarhoşluk ve unutkanlığı doğururken, testi de adeta bedendeki ruh hükmündedir. Testinin bütün bölümleri insan bedenindeki organların küçültülmüş bir halidir. Adları da aynı değil mi? Ağız, kenar, boyun, kulp, karın… Ve testideki şarap da onun keyif dolu ruhu değil midir? Bu testi bir zamanlar bir ay yüzlü dilberdi! Ya da bir kral veya kraliçenin toprak olmuş bedenleriydi. Bu kaynayan ruh, testinin mazideki dertli yaşamını hatırlatır. Böylece testi müstakil bir hayat kazanır; şarap da onun ruhu mesabesindedir. Her insan bir gün toprak olacaktır. Kiminin toprak olmuş bedeni ya çiçeğe toprak, ya bir eve kerpiç ya da bir testiye kızıl toprak olacaktır. Onun içindir ki evlat, bastığın yer toprak değil varlıktır, onu tanı!” dedi ve okumaya başladı:

İnsan bastığı toprağı hor görmemeli:
Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili.
Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç?
Ya bir şah kafasıdır, ya bir vezir eli!

Gözüm, kör değilsen, bunca mezarı gör;
Dünyayı saran yalan dolanları gör;
Krallar, padişahlar çürüyüp gitmiş:
Ela gözlerine kurt dolanları gör!

Bir testi aldım çarşıdan ucuza;
Gizli gizli neler anlattı bana;
Bir kraldım, dedi: altın kupam vardı;
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba.

HOCALAR HAKKINDAKİ HÜKMÜNÜZ NEDİR?

Son olarak üstada hocalar hakkındaki kanaatini sordum. Hayyam’ın hocalar hakkında hükmü nedir?

“Dünyadan gönül ehli nice âlimler gelip geçti. Onlar peygamberlerin vârisleriydiler. İnsanlar, onların öğretilerine kulak kesilirdi. Para ve makam peşinde gidilerek ilim menziline varılmaz. Dedikodu ve haset ile hikmet bir arada olmaz. Ben bir Kur’an-ı Kerim hâfızıyım. İmam Gazali ile birçok ayetin tefsiri konusunda hasbihal eder idik. İbni Sina ve Farabi düşüncede üstadlarım idiler. Günümüzde ilmiyle amel etmeyen, ümmeti tefrikaya sürükleyen, boş-beleş laklakan hocalar hakkındaki hükmü ise zaman verir evlat dedi ve okumaya başladı:

Çocukken biz, bir süre hocaya gittik,
Sonra da bir süre kendi hocalığımızla neşelendik,
Sözün sonunu dinle, bak ne geldi başımıza;
Su gibi geldik, yel gibi gittik.

Ey fetva sahibi, çalışkanız biz senden,
Bunca sarhoşluğa rağmen daha ayığız senden,
Sen halkın kanını içiyorsun, biz üzümün kanını,
Biraz insaflı ol; biz mi hunharız senden?

Fahişeye demiş ki şeyh: “Sarhoşsun sen,
Her gün başka bir adamın kucağındasın.”
Fahişe demiş ki: “Ey şeyh! Ne dersen öyleyim ben,
Bakalım, acaba göründüğün gibi misin sen?”

Yalnız bilgili olmak değil adam olmak;
Vefalı mı değil mi insan, ona bak.
Yücelerin yücesine yükselirsin,
Halka verdiğin sözün eri olarak

Silsiletü’t Teratib adlı eserim başta olmak üzere diğer eserlerimde dine bakış açımı kaleme aldım. Büyük tasavvuf âlimlerinden Ebu Talib Mekki ve İmam Gazali’den ciddi olarak etkilendim. Din ve hakikat hakkındaki bakış açımı da şu rubailer özetliyor.

Din yolunu bilmek şeriattır,
Buna göre amel etmek tarikattır,
İlim ile ameli ihlas ile cem etsen
İşte bu da hakikattır.

Hevaya uymaya şeriat denmez,
Şeriatsız yola tarikat denmez,
Cahilin gördüğüne hayal denir,
Bil ki, buna hakikat denmez

Bu güzel sohbetten sonra, üstattan izin alıp çıkıyorum dışarı. Camekândan bakıp tekrar selamlamak için döndüğümde üstadın içeride olmadığını fark ediyorum. Bulunduğum yerden biraz geriye kayıp girdiğim yerin neresi olduğuna bakıyorum. Camekânın üstünde koca bir levhada “Ömer Hayyam Meyhanesi” yazıyor. Kendi kendime tebessüm edip, Cihangir’de aziz dost Metin Gım’ın Firuz Kafe’sinde bekleyen arkadaşların sohbet halkasına katılmak için İstiklal’de yürüyen kalabalığın arasına karışıp kayboluyorum… Dilim de fark etmeden Hayyam’ı konuşmaya devam ediyor:

Bir elde kadeh, bir elde Kur’an
Bir helaldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman.

TURAN KIŞLAKÇIGazeteci, Yazar

Külbe-i ahzân’ında âh ü fizâr bir Simurg. Ehl-i hikmet muhibbi ve hakikat arayıcısı bir yolcu. Uluslararası ilişkiler, ilahiyat, dinler tarihi ve felsefe alanlarıyla iştigal eder, hududü’l...

DETAYLAR
ARŞİV